Pages

KENDİM/L/E KONUŞMALAR-VII

31.03.2011

Haklı olduğun zamanlarda haksızmış gibi davran demiyorum sana. Haklı olmanın önemi yokmuş gibi davran. Ve haksız olanları kendilerine mahkum et. Kendine değil!


ADİL SALİH



Görsel: Deviantart

GÜN/DOKUZ

18.03.2011

Çay tabağının kenarına koyulan iki madeni para. Birer tane daha içelim, diyor paraları koyan. Tamam, diyor diğeri ama madeni paraları geri vermeye yelteniyor elindeki kağıt parayı göstererek ve ekliyor, bu seferkiler benden. Hayır, diyor teklifi ilk yapan ısrarlı ama sevecen bir ses tonuyla ve eliyle boş çay bardağını, tabağının kenarında parıldayan iki madeni parayla garsona doğru iteliyor. Diğeri pes etmemeye kararlı, kocaman bir tebessümle, hayatta olmaz diyor, vallahi ben ısmarlayacağım. Bir süre daha devam eden bu tatlı atışmanın galibi madeni paralar oluyor ve vakit kaybedilmeden iki demli çay daha geliyor masaya sıcacık. Sadece çaylar mı? Yüzler sıcacık o an, gözler, sözler, bardaklara uzanan eller, benim gibi bu anın sessiz tanığı olan kendi halindeki yürekler...

Oysa bugün hava gri ve yağmurlu. İçim gibi. Bugünlerde gitmekle vazgeçmek arasında kaldığım yolum gibi. Cevabı verilmeyen, belki de verilemeyen sorularım gibi. Sol yanımda taşıdığım ince ince sızlayan adını tam olarak koyamadığım ağrı gibi. Adım gibiyim ben bugünlerde; ağır, yoğun, yorgun ve karmaşık. Kendi dilime yakışmayan bir kelime gibi...

Belki de bu yüzden sabahın en erkenindeki o görüntü, o çay tabağının kenarındaki madeni paralar aklımın en erkeninde şimdi. Hatta yüreğimin. Biliyorum çünkü; bugün hayat içimde değil benim. Bir nefes alımlık duraklarda, cevaplarla çoğaltılan sorularda değil. Sol yanımdaki o tanımsız ağrıda, hele adımda hiç değil. Bugün hayat o çay tabağının kenarına konmuş olan o iki madeni parada şimdi. Aklıma ve yüreğime eklediğim...


Görsel: Deviantart

VİCDAN

16.03.2011

Kimsenin sadece kendine ait bir hayatı yoktur. Vicdansızlar, var sananlardır, dedi Kadir. Vicdanı olanlarsa, adaleti tutkularının Tanrı’sı yapanlardır. Bunu unutma!


KUSMA KULÜBÜ
MEHMET EROĞLU


Görsel:
Deviantart

ADAM/AK

14.03.2011
adımı sorma
biliyorsan söyleme
söylediysem duyma

kim olduğuma
nerede kaldığıma
nereye vardığıma bakma
boşver öncesinde akıp giden zamanı

şu an olduğun yerden bak
olduğum yerden gör beni
sonra içine çevirip de gözlerini
sor yüreğinin en el değmemiş yerine

aşk de
sevi de
olmadı hiç söylenmemiş
yeni bir kelime yarat
başka bir anlam yükle

bulunca
sadece benim duyabileceğim bir şekilde
fısıldayıp da kulağıma
sen koy adımı.



*İlk yayın tarihi: 06/10/09’
**Görsel:
Deviantart

KİMSESİZ/LİK

11.03.2011

Ne kadar zamandır buradayım bilmiyorum. Kırmızı saçlı bir kadın tarafından yerden alınarak posta kutusuna bırakılıp da, arada sırada apartmanda yaşadığını düşündüğüm insanların özellikle de çocukların ellerinde ve meraklı gözlerinde yer edinip gerisin geri tekrar posta kutusuna bırakılıyor olmamın üzerinden kimbilir kaç zaman geçti.

Benim için zaman kavramı köye yollanacak paranın denkleştirilebildiği, sevgiliye kavuşulacak günlerin kenarları yırtık bir takvim yaprağında birer birer işaretlendiği, iş bulunan günlerin bir sonraki güne kadar sürecek olan geçici keyfinin yaşandığı anlardan ibaret oldu hep. Genelde pantalon, arada sırada gömlek ceplerinde benimle beraber hep bir umut taşındı, hep bir iyi gün telaşı, hep bir neye niyet neye kısmet halleri...

Nasıl buraya düştüm, düşürüldüm bilmiyorum. Yaşama telaşına mı yenik düştüm acaba, kötü bir habere mi denk geldi bu unutkanlık, yoksa bir heyecan sonrasında mı buldum kendimi bir apartmanın giriş kapısında kim bilir? Oysa bu her taşı altın sayılan koca şehire geldi geleli hep yanında oldum, her fırsatta gösterildim, bir sürü güvensiz, düşman gözün önüne sürüldüm çoğu zaman gereksiz olduğu halde. Ne çok dile gelmek istedim böylesi zamanlarda bu koskoca bedene ait aklın izini, yüreğin sesini gösterebilmek, duyurabilmek için...

Şimdi ise bir apartmanın posta kutusunda belki de beni kaybettiğinin farkında bile olmayan sahibim tarafından alınmayı bekliyorum. Umarım diyorum içten içe; kaybettiği umutları, yaşama sevinci, hayatı, kendi değildir de sadece benimdir.

Ben bir kimliğim. Yaklaşık 1 senedir şehri İstanbul’da yaşamaya ve yaşatmaya çalışan kendi halindeki N.Ö ye ait.


Sahibimi kaybettim
Hükümsüzüm.


*Apartman girişinde bulduğum, uzun bir süre posta kutusunda bekleyen ve sonra geldiği gibi aniden ortadan kaybolan bir kimliğe dair...
**İlk yayın tarihi: 26/10/09
***Görsel:
Deviantart

YAZMAYA DAİR...

10.03.2011

“Her yaşamın bir öyküsü vardır ve her öykünün de bir kahramanı. Bu yaşamın bir yerinden tutunuyorsak eğer, bir coğrafyada yaşıyorsak, nefes alıyor ve görüyorsak gökyüzünü, hepimiz birer kahramanızdır kendi öykülerimizde. Ve yaşadığımız, gördüğümüz müddetçe hepimizin her konuda söyleyeceği iyi veya kötü bir çift laf, karalayacağı bir iki satır, dile dökeceği bir öykü mutlaka vardır kendine göre.” diye yazmışım yaklaşık 2 sene kadar önce. O günden bugüne yazmakla ilgili olarak düşüncelerimde bir değişiklik olmadı. Herkes yazabilir diyorum yani hala ama herkes “iyi” yazamaz; bir şiirin, bir öykünün altına kolayca imza atamaz, bir edebiyat eseri sunamaz ayrımına dikkat çekerek.

İşte ben de kendince yazan çoğunluktan biriyim. Ortaokul yıllarında günlüklerimi meraklı ev halkı tarafından okunmasın diye ingilizceye dönüştürmem, üniversitenin ilk yıllarında sahip olduğum birkaç defterimin taşınma sırasında kaybolması, seneler sonra izimi facebook’tan bulan yurt arkadaşımın elinde benim yazdığım cümlelerle dolu kağıtların, peçetelerin olduğunu ve bunları hala sakladığını söylemesi, her nereye gidiyor olursam olayım yanımda her zaman için kalem ve küçük bir defter taşıyor olmam eminim ki yazmayı seven çoğu insana yabancı gelmeyen, onların da hayatında bir şekilde var olan şeyler...Ne zaman yazmaya başladım kısmı ise biraz belirsiz aslında. Yani babamın marketinde ona yardım etmeye diye gidip ürünleri sarmak için kullanılan yarım yamalak gazete parçalarını okuma çabalarımdan, bir arkadaşımın doğumgününden sırf kitap okuyorum diye kovulmama kadar varan okuma serüvenine yazmayı da eklediğim anı tam olarak hatırlamıyorum gerçekten. Ama zaten okumak ve yazmak benim için o kadar birlikte ve içiçe geçmiş durumda ki çok da fazla önemsemiyorum bunu.

Peki neden kendi kendime yazma eylemini blog ortamına taşıyıp da, bir zamanlar en fazla yakın çevremden birkaç kişiye görme hakkı tanıdığım yazılarımı herkese sunup bir nevi görücüye çıkarmış oldum? Bir kitapta okumuştum; geçmişine dair kapatamadığı yaraları olan birine bir diğeri anlat, diyordu. Sadece anlat. Çünkü ancak bu şekilde rahatlayabilirsin. Bu şekilde tam olarak bitiremesen, izlerini silemesen bile en azından hafifletip, azaltıp geride bırakabilir, yaşadığın olumsuzlukların senin önünü kesmesine engel olabilirsin. Anlatarak tüketebilirsin, diyordu. İşte yazarak başladığım anlatma çabamı daha fazla kişiye duyurma nedenim biraz da bu belki de.

Yaşadıklarımın, yaşananların, yaşamayı umduklarımın ağırlığını bu şekilde hafifletiyor olabilirim. Belki de bu şekilde sadece kendi içimde yaptığım muhasebeleri pek çok kişinin gözünün önüne sunarak, aldığım onay veya tepkilerle geçerliliğini ispatlamaya çalışıyor olabilirim. Böylelikle kendimi temize çıkarıp ya da hiç itiraf etmediğim, fark etmediğim hatalarımla yüzleşiyor olabilirim. Kendi bildiklerim dışında yanlışlarımın, doğrularımın, gözden kaçırdıklarımın başka gözlerce farkına vardırılıp, başka fikirler sunulmasına ihtiyaç duyuyor olabilirim.

Yazarak içindekileri, kafandakileri boşaltıp rahatlama yani kısaca anlatma eylemi yazdıklarını başka gözlere, yüreklere, düşüncelere sunduğunda, onlardan gelen olumlu olumsuz eleştirilerle eksilip çoğaldığında tam olarak amacına ulaşmış oluyor diye düşünmekteyim ben aslında. Ve işte tam da bu noktada sevgili ve değerli Ömer Sebahattin Çetin abimin bu soruya verdiği “ego tatmini” cevabı geliyor aklıma. İşte benim içinde en basit ve en doğru cevap.

“Kendimizden ne kadar habersiz olduğumuzu, yazdıklarımızı yeniden okurken anlarız” demiş ya Paul Valery. İşte ben de yazarak önce kendimi sonra da başkalarını kendimden haberdar etmeye çalışıyorum kısaca. Hepsi bu...


Görsel: Deviantart

BİR ÖLÜDEN MEKTUP

8.03.2011

Gözlerinde, kelimelerin yetersiz kaldığı zamanlardan kalma bir bakış yakalayacağımı sanmıştım. Hiç bilmediğim yabancı bir öfke değil. Sözlerinde, içinde sadece biz olan cümleler. Oysa kurduğun bu şiddet yüklü kelimeler ne sana ne bana ait değil. Ellerin göğsüme uzandığında yüreğime dokunacaksın sanmıştım. Bütün bir yaşamının izinin yerleştiği ellerinle bütün bir yaşamı biriktirdiğim yüreğime. Bacaklarıma değdiğinde gitmeyeyim istiyorsun sanmıştım. Seni bırakıp da buralarda tek başına, gitmeyeyim hiçbir yere...

Gitmedim. Gidemedim. Bak buradayım hala. Bir dere kenarında, paramparça ettiğin bedenimle hala ne olduğunun, nasıl olduğunun şaşkınlığındayım. Tanımlayamadığım, adını koyamadığım bu öfke sana mı ait sahiden? Neden olduğunu bilmediğim bu şiddet mi benim payıma düşen? Sahi sen hangi bakışların taşıyıcısısın, kimlerin kuklası vücüdumu parçalayan bu ellerin? Hangi dilin sözlerinde konuşmaktasın benimle, hangi yaşamın sözlüğünde yazılı benim bu hallerim? Neyi temizleyecek benden akıttığın bu kan, neyin bedeliyim ben senin yaşamında? Söylesene; en çok hangimize ait yeryüzünde yarattığımız bu cehennem, hangimizin yüreğinde?

Sorarım sana; şimdi ben öldüm ya hani, içimin her yerinde kaldı ya ellerinin kanlı izi, sen daha mı çok yaşadın temizlenmiş, günahsız, öfkesiz, şiddetsiz, sorgusuz sualsiz, hesapsız? Eksik kalan yanlarını benim yaşamımla mı tamamladın, tamamlayacaksın? Ben her gün başka bir isimle, başka bir bedende bir namlunun ucunda paramparça, bir bıçak kesiğinde delik deşik, yerin altında canlı canlı bir kez daha ölürken, sahi sen benden çaldığın her nefesle daha mı çok yaşayacaksın?


Görsel: Deviantart

BLOGUMA DOKUNMA!

2.03.2011

Burası benim evim. Yaklaşık 2.5 sene olmuş taşınalı. Bir güzel yerleşmişim, emek vermişim, varolanların yerlerini değiştirip yeni yeni eşyalar yerleştirmişim, bir sürü misafir ağırlamışım, kimisinde bir kahve içimlik, kimisinde uzun sohbetler eşliğinde kendiminki gibi bir sürü eve misafir edilmişim. Yaşayıp gidiyorum işte böyle kendimce. Derken birgün evime geliyorum, anahtarımı kilide takıyorum ama dönmüyor. Kapı açılmıyor bir türlü. Pek beceriksizim ya bu konularda, söylene söylene birkaç kere daha deniyorum ama yok, her yer kapı duvar. Kendi evime giremiyorum. Sonra kapının altında bir zarf buluyorum. Ve içinde hiçbir açıklama olmadan “artık evime giremeyeceğim” yazıyor. Hiçbir şey anlamadığım için şaşkınlıkla sağa sola, arkadaşlarıma danışıyorum ve onlarında aynı durumdan muzdarip olduğunu öğreniyorum; kimse evine giremiyor. Sonradan “birkaç kişinin vermiş olduğu rahatsızlıktan ötürü” evlerimize alınmadığımız haberi ulaşıyor bizlere. Evet evet sadece “birkaç kişinin hatası” herkese mal ediliyor. Burada mantık nerede?

Kapının kilidini değiştirip, camı kırıp, arka bahçeden dolanıp evime tekrar girebilir, misafirlerimi, arkadaşlarımı bu şekilde konuk edebilirim. Ya da pılımı pırtımı toplayıp başka bir adrese taşınabilirim elbette. Bunlar olası çözümler. Ama çözüm dediğin bir sorun karşısında üretilmez mi? Burada bir sorun olduğu belli ama sorun ben değilsem, benden kaynaklanmıyorsa neden ben kendi evime girmek konusunda böylesine çözümler aramak zorunda bırakılıyorum ki?

Sahi bunun açıklaması nedir? Sadece okuduğumuz, yazdığımız, kendi kendimize karaladığımız, bununla yetinmeyip bu sayfaları “günce” kavramından çıkarıp da, fikirlerimizi, duygularımızı, anılarımızı, deneyimlerimizi paylaştığımız, kurulan bağlarla ve yapılan organizasyonlarla anadolu’da kız çocuklarımızı okuttuğumuz, İzmir’de diktiğimiz fidanlarla kendi adımızı verdiğimiz bir orman sahibi olduğumuz, hasta çocuğu için madden ve manen yapacak hiçbir şeyi kalmadığından son çare olarak bu sayfalar üzerinden bizden yardım eli isteyen bir babanın çığlığı olup yardım edebilmek amaçlı çırpındığımız blog sayfalarımız hangi nedenden ötürü ve hangi hakla karartılabilir? En doğal, en basit, en insani hakkımız olan “iletişim hakkımız” nasıl elimizden alınabilir?

Farkında mısınız sansürlenen, karartılan, elimizden alınan sadece blog sayfalarımız değil aslında, hayatımız ve hatta insanlığımız. Peki aydınlık için artık birşeyler yapmamız gerekmez mi???

*25/10/2008 tarihinde Digitürk’ün başvurusu ile Diyarbakır 1.Sulh Ceza Mahkemesi’nin aldığı bir kararla, korsan olarak yapılan maç yayınlarını engelleme gerekçesi öne sürülerek BLOGGER.COM Türk blog yazarları için yasaklanmıştı. Bu yazı da bir süre sonra kaldırılan o yasağa istinaden, ilk olarak o dönemde 28/10/2008 tarihinde yayınlanmıştı. Yazık ki geçen onca zamana rağmen zihniyetlerde hiçbir değişiklik olmamış ki benzer gerekçeler öne sürülerek BLOGSPOT.COM yine yasaklanmış durumda. Hem de sayfanızı açtığınızda gördüğünüz “Bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir” şeklindeki kocaman bir yazıyla. Bu engel hangi suçuma dair ve hangi hakla diye sorarak ekliyorum ben de; BLOGUMA DOKUNMA!