3.01.2013

ŞEKER PORTAKALI




Adı Oğuz’du. Neden bir başka isim değil de Oğuz, bilmiyorum. Bildiğim; biri vardı işte, henüz tanımıyor olsam da, ne yaşı, ne görüntüsü, ne kişiliği hakkında bir fikrim olmasa da bir gün mutlaka tanışacağım biri. Ve ben bir süredir sadece ona anlatıyor ve ona yazıyordum içimin hallerini. Babama yardım etmek için okul sonrası vaktimin çoğunu geçirdiğim marketimizde ürünleri sarmak için kullanılan eski gazetelerin her köşesini okumaktan müşterilerle ilgilenmediğim için yediğim azarları da, eğlenmek yerine kitap okuduğum için doğumgünü sahibi tarafından kovulduğum parti sonrası surat asmalarımı da, annemin “bu kadar kitap okuyacağına azıcık insan içine karış” sitemlerine verdiğim tepkileri de en iyi Oğuz anlıyordu, biliyordum. O yüzden önemliydi benim için, o yüzden kulağa hayalmiş gibi gelse ve varlığını benim dışımda kimse bilmese de gerçekti. Ve o yüzden ben bir gün mutlaka ama mutlaka tanışacağımıza yürekten inanıyordum.

***

Önce kim kimi buldu, nasıl geldik bir araya hatırlamıyorum. Belki pek çoğunun arasından kendim seçmiştim belki de okumayı çok seven birine alınabilecek en iyi hediyelerden biri olarak girmişti hayatıma. Ama elime aldığımda bir çırpıda okuyup bitirmiştim Vasconcelos’un yazdığı Zeze’nin hikayesini. Benzer hiçbir özelliğimiz yoktu tek bir şey dışında. O’nun sürekli konuştuğu bir şeker portakalı vardı benimse o an için sadece adını bildiğim hayali bir arkadaşım. O Minguinho’ya anlatıyordu her şeyini, ben de Oğuz’a bahsediyordum. Düşün gerçeğe, gerçeğin düşe karıştığı o incecik sınırda bitmek bilmeyen bir yolculuktu bizimkisi. Satırların arasında kayboldukça ben Zeze oluyordum, Zeze ise ben oluyordu, biliyordum. Küçücük bir mutluluğun nasıl kocaman bir dünyaya bedel olduğunu da ondan öğrendim, acının en saf, en gerçek halinin tarifini de. Benzer bir hayalin sahibi olduğumuzdan belki de, ben Zeze’yi taa yüreğimden hissettim. Ah Vasconcelos, nasıl da dokunuvermiştin kelimelerinle hayal dünyama, ne olursa olsun sahip çık onlara, asla vazgeçme dercesine nasıl da çıkarıvermiştin karşıma o kendi küçük ama yüreği kocaman çocuğu. İyi ki denk gelmişim kelimelerine o günlerde, iyi ki...

***

Oğuz’la uzun zamandır görüşmüyoruz. Başka bir ülkede yaşıyor. Gerçekten var, gerçekten adı Oğuz ve üniversitenin ilk senesinde gerçekten tanıştım onunla. Ben yine anlattım, o yine anladı ve hatta bu sefer o da anlattı bana. Ne mutlu bana ki; kendisi hala kimi gönderilmiş kimi saklanan pek çok mektubun sahibi. Vasconcelos’un Şeker Portakalı ise sararmış sayfalarıyla hala kitaplığımda elbette. En sevdiklerimin arasında, baş köşede, gözümün önünde. Arada bir gözgöze gelince koca bir tebessüm oluşuyor yüzümde ve biliyorum ki tam da o an Oğuz da beni düşünüp, bana gülümsüyor.


* “Okuma serüveninizde unutamadığınız, hayatınızın bir dönemine, özellikle de çocukluğunuz ve ilk gençliğinizin hayal dünyasının oluşumuna etki eden yazar kim? Hangi kitabı elinize aldığınızda döner gidersiniz o günlere?” diye sorulan bir soruya cevap olmuştu bu yazı tam iki sene önce. Bugünse, uzun bir aradan sonra tekrar okuduğum, okumakla kalmayıp bloguma da tekrar eklediğim bir yazı oldu. Bu kitabı öğrencilerine okumaları için ödev olarak veren bir Türkçe öğretmenimizin hakkında bu yüzden soruşturma başlatılmasına inat...

**Görsel:  Buradan alınmıştır.