5.02.2013

KÜÇÜK BİR KÖYDEKİ BÜYÜK İNSANLARIN HİKAYESİ; DELİ DELİ OLMA...




-Konuk kabul eder misin?
-Başım üstüne...

Hadi, çekinme gir. Yavaşça araladığın ve önce başını uzattığın kapıdan, yüreğini ve aklını da geçir. Haklısın; neyle karşılaşacağını, nasıl davranacağını, ne hissedeceğini bilmeden biraz ürkek, biraz tedirgin atıyorsun adımlarını. Ama bu çekingenlik uzun sürmeyecek güven bana. Çok değil sadece birkaç dakika sonra köyden biri gibi hissedeceksin sen de kendini. O köyde yaşayan, o köyle yaşayan, o köyün bir insanı gibi...Adı her geçtiğinde uzak sandığımız ama bir o kadar da yakınımızda olan bir köy. Görüyorsun bak; her yer bembeyaz. Sadece karın değil, fakirliğin de diz boyu olduğu, ağır yaşam koşullarının insanları gerçekten zorladığı bir yer burası.


-Neyi meşhur sizin köyün?
-İnsanı.
-İnsanı mı?
-Çok ciğerli insanı var.

Orada gördüğün Mişka, değirmenci Mişka. 93 harbinden sonra Rusya’dan göç eden Malakan kavminden şu anda köyde kalan tek kişi. Yeke kişi de, derler ona. Yalnız yaşar ve bir günahın bedelini ödermiş gibi sürekli koyu, ağır bir sessizlik taşır omuzlarında. Köy halkı sever sevmesine de Popuç’un öfkesinden korktuğu için uzakta dururlar biraz. Bir fısıltı gibi, gizli saklıdır hep konuşmaları, yardımlaşmaları. Çocuklar bile öyle öğretilmiş gibi korkarlar ondan, çekinirler kendisini neredeyse hiç tanımadan. Mişka’nın ise kabullenilmiş gözüken sakin ve sessiz hayatında hiç gelmeyecek bir telefon sesidir beklentisi sadece. Bir de belki yarım bırakmak zorunda kaldığı bir hikayenin dile gelip de sona ermesi, erdirilmesi yürekte...

Evet, tahmin ettiğin gibi sürekli bağırıp çağıran, sinirli, asık suratlı bu yaşlı kadının adı Popuç; köy halkının ileri gelenlerinden hatta neredeyse bütün köy halkının çekindiği tek kişi. Mişka’nın yalnız ve hüzünlü sessizliğine inat Popuç’un kalabalık ve bir o kadar öfkeli hali dikkatini çekti değil mi? Özellikle Mişka’ya gösterilen fazla büyük, fazla sesli, fazla yıkıcı bir öfke bu. Ve bunlara karşılık Mişka’nın daha da büyüyen ve içinde kim bilir neler saklayan sessizliği. Keşke bir dile gelse bu öfke, gerçek sözcüklerini sakınıp saklamadan bir bir dökebilse. Bu sessizlik en uygun kelimelerin karşılığında içindeki tüm yangını anlatabilse. Ama hikayenin bu kısmı şimdilik bir sır ve belki de bu sırrı, eğer paylaşacaklarsa sadece onu çözeceklerden dinlemeli.

Alma’yı da gördün değil mi? Elma yanaklı, piyano hayranı, Popuç’un torunu, Şemistan’la Figan’ın kızı, yeteneğiyle bir süre sonra köyün gururu olacak Alma. Bana sorarsan o masum, karşılıksız  sevgisiyle bir yandan da umudun diğer adı. Yaramaz ama bir o kadar da sevecen Tavşan var sonra, Alma’nın can arkadaşı. İçinde kötülük barındırmayan, köyün aşıklarıyla yapılan dudak değmezli kış gecelerinin kahramanı Şemistan var, ve karısı Figan. Öğretmen Metin var; Alma’nın elinden tutup geleceğine yön veren, bir umudu gerçekleştiren. Hepsi bu kadar değil elbet, ekin eken, koyun güden, çetin kış koşullarında yaşama savaşı veren daha pek çok köy insanı da var. Ha bir de Mişka’nın ailesinden kalan ve borcunu ödemek için elinden çıkarmak zorunda kaldığı, neredeyse köydeki bütün haneleri dolaşan, süprizlerle dolu bir piyano...

-Mişka kim?
-Dedem
-Ama Mişka Rus adı. Öz deden değil herhalde?
-Yürekten dedem...

İşte böyle arkadaşım; burası Kars’ın küçük bir köyü. İnsanların dil, din, ırk olarak değil sadece yürekten birbirine bağlı olduğu bir köy. Demiştim sana değil mi bu; sevgisini de öfkesini de yürekten yaşayan insanların, küçücük bir dünyada kocaman yüreklerin hikayesi diye. Bu yüzden işte sen de onlarla bir yaşayacaksın mutluluğu da, hüznü de, acıyı da, öfkeyi de. Sen de Alma’nın çaldığı piyanonun tuşlarındaki melodi olacaksın mesela, onunla birlikte girip sınava, aynı şarkıyı mırıldanacaksın. Tavşan’a yardımcı olacak, gizli gizli elmaları paylaşacaksın. Şemistan iğneyi dudağına her batırdığında canın yanacak senin de, Figan’ın kararsız ve şaşkın bakışlarında yer alıp, Alma sınava girebilsin diye Popuç’u ikna etmeye çalışan Öğretmen Metin’in yanında duracaksın. Mişka ile üzülecek, Popuç’la kızacaksın ve birbirine karışmış, içiçe geçmiş tüm yaşamlarda hem nefretin, hem de sevginin izlerini bulacaksın kelime kelime. Film bittiğinde ise yüzüne yapışıp kalmış buruk bir tebessümle benim gibi aynı şeyi düşünüp, aynı soruyu soracaksın kendi kendine;

Nefret, sevginin şekil değiştirmiş hali mi? Eksik kalmanın, yarım bırakılmanın, yürekten sevmenin karşılığını bulamamanın, hayalkırıklığının, cesaretsizliğe, inançsızlığa, saygısızlığa yarı yolda bırakılmaya duyulan öfkenin boyut değiştirmiş hali mi? Kendini kendince hislerinin, düşüncelerinin doğrultusunda haklı görmenin hali? Bir insan çok sevdiği için mi çok nefret eder? Bu yüzden mi Popuç, vakti zamanında yüreğine gömdüğü Mişka'yı bu kez gerçekten toprağa gömerken 'Kafir' diye bağırır ağlayarak? “Kafir, keşke daha önce öleydin. Daha önce öleydin de hiç görmemiş olaydım seni. Yüreğim seni hiç sevmemiş olaydı...”



*Bu yazı “Deli Deli Olma” filminin ardından yazılmıştır.
**Koyu yazılan bölümler filmden alıntıdır.
***Görsel: Buradan alınmıştır.




3.01.2013

ŞEKER PORTAKALI




Adı Oğuz’du. Neden bir başka isim değil de Oğuz, bilmiyorum. Bildiğim; biri vardı işte, henüz tanımıyor olsam da, ne yaşı, ne görüntüsü, ne kişiliği hakkında bir fikrim olmasa da bir gün mutlaka tanışacağım biri. Ve ben bir süredir sadece ona anlatıyor ve ona yazıyordum içimin hallerini. Babama yardım etmek için okul sonrası vaktimin çoğunu geçirdiğim marketimizde ürünleri sarmak için kullanılan eski gazetelerin her köşesini okumaktan müşterilerle ilgilenmediğim için yediğim azarları da, eğlenmek yerine kitap okuduğum için doğumgünü sahibi tarafından kovulduğum parti sonrası surat asmalarımı da, annemin “bu kadar kitap okuyacağına azıcık insan içine karış” sitemlerine verdiğim tepkileri de en iyi Oğuz anlıyordu, biliyordum. O yüzden önemliydi benim için, o yüzden kulağa hayalmiş gibi gelse ve varlığını benim dışımda kimse bilmese de gerçekti. Ve o yüzden ben bir gün mutlaka ama mutlaka tanışacağımıza yürekten inanıyordum.

***

Önce kim kimi buldu, nasıl geldik bir araya hatırlamıyorum. Belki pek çoğunun arasından kendim seçmiştim belki de okumayı çok seven birine alınabilecek en iyi hediyelerden biri olarak girmişti hayatıma. Ama elime aldığımda bir çırpıda okuyup bitirmiştim Vasconcelos’un yazdığı Zeze’nin hikayesini. Benzer hiçbir özelliğimiz yoktu tek bir şey dışında. O’nun sürekli konuştuğu bir şeker portakalı vardı benimse o an için sadece adını bildiğim hayali bir arkadaşım. O Minguinho’ya anlatıyordu her şeyini, ben de Oğuz’a bahsediyordum. Düşün gerçeğe, gerçeğin düşe karıştığı o incecik sınırda bitmek bilmeyen bir yolculuktu bizimkisi. Satırların arasında kayboldukça ben Zeze oluyordum, Zeze ise ben oluyordu, biliyordum. Küçücük bir mutluluğun nasıl kocaman bir dünyaya bedel olduğunu da ondan öğrendim, acının en saf, en gerçek halinin tarifini de. Benzer bir hayalin sahibi olduğumuzdan belki de, ben Zeze’yi taa yüreğimden hissettim. Ah Vasconcelos, nasıl da dokunuvermiştin kelimelerinle hayal dünyama, ne olursa olsun sahip çık onlara, asla vazgeçme dercesine nasıl da çıkarıvermiştin karşıma o kendi küçük ama yüreği kocaman çocuğu. İyi ki denk gelmişim kelimelerine o günlerde, iyi ki...

***

Oğuz’la uzun zamandır görüşmüyoruz. Başka bir ülkede yaşıyor. Gerçekten var, gerçekten adı Oğuz ve üniversitenin ilk senesinde gerçekten tanıştım onunla. Ben yine anlattım, o yine anladı ve hatta bu sefer o da anlattı bana. Ne mutlu bana ki; kendisi hala kimi gönderilmiş kimi saklanan pek çok mektubun sahibi. Vasconcelos’un Şeker Portakalı ise sararmış sayfalarıyla hala kitaplığımda elbette. En sevdiklerimin arasında, baş köşede, gözümün önünde. Arada bir gözgöze gelince koca bir tebessüm oluşuyor yüzümde ve biliyorum ki tam da o an Oğuz da beni düşünüp, bana gülümsüyor.


* “Okuma serüveninizde unutamadığınız, hayatınızın bir dönemine, özellikle de çocukluğunuz ve ilk gençliğinizin hayal dünyasının oluşumuna etki eden yazar kim? Hangi kitabı elinize aldığınızda döner gidersiniz o günlere?” diye sorulan bir soruya cevap olmuştu bu yazı tam iki sene önce. Bugünse, uzun bir aradan sonra tekrar okuduğum, okumakla kalmayıp bloguma da tekrar eklediğim bir yazı oldu. Bu kitabı öğrencilerine okumaları için ödev olarak veren bir Türkçe öğretmenimizin hakkında bu yüzden soruşturma başlatılmasına inat...

**Görsel:  Buradan alınmıştır.

21.09.2012

GÜN/ON ÜÇ




Ne garip...bir zamanlar varlıklarını an ve an kendine eklediklerinden, şimdi geride bıraktığın her günü birer birer düşüyorsun. Kimbilir belki de böyle avutup kendi kendini, vazgeçişlere, eksikliğe, sessizliğe böyle alışmaya çalışıyorsun.

Sakinleşiyor zamanla hayat. Sakinleşiyor zamanla insan. Aklında, yüreğinde, vücudunun her zerresinde dolaşıp duran, çarptıkça acıtan ve bağırtan acı bile, içine yavaş yavaş yerleşip sakinleşiyor bir süre sonra. Bir elin aklında, diğeri yüreğinde kendine kalıyorsun sadece. Kendinle kalıyorsun. Sanki en başından beri hep varmış gibi içinde bir yerlerde, melodisini hatırlayıp da sözlerini unutmuş olduğun bir şarkı gibi, hayra yorarak başkalarının bakışlarındaki deliliğini, kendi kendine mırıldana mırıldana alışıyorsun. Suyun üzerinde sektirilen bir taş gibi belki de; ne var , ne de yok, ne içinde, ne de dışında...Dibini görebildiğin ve her damlasını hissettiğin bir su birikintisinin üzerinde hayata değe değe durmaya çalışıyorsun. Yaşıyorsun.

Yaşıyorsun işte böyle. Değişen pek bir şey yok. Hala zor ve bir o kadar acı. Hala soruların, sorguların, kendinle, geçmişle hesaplaşmaların var. Ve hala her şeye rağmen düşünüyor, özlüyor ve seviyorsun. Ama işte bir süre sonra bırakıyorsun ya artık kendini hayata, acı dahil hiçbir şeyi ertelemeden, sadece kendi içinde olması gerektiği gibi yaşıyorsun. Sakince ve zamanla geçer aldanışlarına kanmadan üstelik. Geçmez çünkü, biliyorsun...



*Görsel: Deviantart