Pages

SU PERİSİ

28.02.2009
Yeni bir şehrin yeni sokaklarında, eski bir beni taşıyor bavulum ardımsıra. Her geçtiğim yolda adımlarımı bırakıyorum. Masaldaki gibi...Karışsa da, silse de rüzgar ayak izlerimi kaybolmuyorum. Pusulam olmuş aşkın. Yüreğimdeki yüzün haritam. Gittiğim her şehir beni sana çıkartıyor. Ben her yeni şehirde yine seni buluyorum.

Yeni bir şehrin yeni sokaklarında hiç yaşayamayacağım bir hayatın izinden kaçıyorum. Geçtiğim her yol seni soruyor bana. Sustuğum her sokak yolu saklıyor. Ve ben her köşebaşında beni durduran zamana, sensiz harcadığım günlerin hesabını veriyorum. Adını andığım an geçmişe dönüyor bütün takvimler. Ben her yeni şehirde yine seni yaşıyorum.

Yeni bir şehrin yeni sokaklarında adını saklayarak geçiyorum da kendi içimden. Şehirlerin bile bilmediği yangınlar taşıyorum. İçimdeki yalnızlık çiçekleri ebedi. Zehirli. Üzmemek için o güzel yüreğini, seni en çok kendimden sakınıyorum. Saklıyorum. Bu gidişlerin hepsi yalan oysa. Her şehir seninle eskiyip sana benziyor. Yaşadığın yer oluyor sonra. Sen oluyor. Ben her yeni şehirde yine sana geliyorum.

Sonsuz sevdiğim. Hayat izim. Ne güzelsin oysa içimde bir bilsen. Bil ki sadece kendime bu sitem. Ben çöl iklimine mahkum. Sen kırılgan bir su perisi. Solmasın diye o gülüşün senin için her sabah, kendi yüreğimde yağmur duasına çıkıyorum.

Yine bir şehir.
Yeni bir şehir.
Hep aynı ben.
Her zaman sen.

Bu suskunlukların yalanı çok.
Ama en büyük yalanı kendine söylüyor yüreğim.
Varlığını kaybetmemek için
Yokluğunla yaşıyorum.
Yokluğunu taşıyorum.


Görsel: Salvador Dali

SORU VE CEVAP

26.02.2009
Adam baktı gökyüzü sonsuzluğunda. Alabildiğince uzak, çokça gri, bir parça mavi. Bir kaçışın telaşı vardı sanki, biliyor olmanın ağırlığı biraz, bir şey yap(a)mamanın saklı utancı. Hani uzatsa elini tutacak gibiydi yaşamın kıyısından, tam da yüreğinin ortasına düşüveren bir yağmur damlasıyla silbaştan başlayacak gibi...Uzun uzun baktı adam, sonra eğdi kafasını, bakışlarını kadının suskunluğuna bıraktı.

Kadın sustu avazı çıktığı kadar. Olabildiğince uzun, kaçabildiğince saklı. İçine sığmayan bir hayata sığmaya çalışmaktı yaptığı ve en çok da kendi kendinden saklanmak...Dört yanda söylenemeyenlerin ağırlığı vardı, görmezden gelinenlerin, yok sayılanların günahı. Olmadı, taşıyamadı kadın, düşürdü ellerinden. Yere düşenler bir çocuğun sorusuna takıldı.

Çocuk sordu boyundan büyük. Yüreğinden masum, merakından fazla. Yetinmedi cevap bekledi bir bakıştan, bir susuştan yeni cümleler istedi. Yer edinemedi, yer edemedi hiçbir renk bu coğrafyada. Kendi çocuk, aklı adam kaldı, yüreği kadın...Avuçlarında neye niyet neye kısmet halleri, ellerini her şeye rağmen hayata uzattı.

Hayat aldı soruyu ekledi bir bakışa, susuşu katık etti sonra tüm bunlara. Evirdi çevirdi karıştırdı bir çırpıda. Yepyeni sorular, bakışlar, susuşlar doğurdu içinden. Sil baştan deyip, dağıtıverdi başka başka adamlara, kadınlara, çocuklara...

Bütün cevaplar hayatın içinde kaldı...


Görsel: img216.imageshack.us/img216/6947/5oa0.jpg

BURASI NERESİ

24.02.2009
Ne kadar çok seviyoruz hemen her konuda ahkam kesmeyi. Ne çabuk “uzman” kesiliverip, kendi “uzman” görüşümüzle iki satır yazıdan kimin nasıl bir insan olduğunu tahlil edebiliyoruz bir çırpıda. Ve bununla yetinmiyoruz, vardığımız kişilik tahlillerine göre, karşımızdaki insanlar adına nelerden anlayıp hangi konular hakkında fikir yürütebileceklerine dair kararlar verebiliyoruz. Yazacakları, yazmaları gereken konuları gösterip, onları yönlendirme hakkını görebiliyoruz kendimizde. Tüm bunları yaparken çıkış noktamız ise koskoca yaşamların, paylaşılmak adına bizlere sunulan, gözlerimize yansıtılan ufacık bir bölümü sadece…

Durup şöyle bir düşünmemiz gerek diye düşünüyorum aslında. Burası neresi, ve biz burada ne yapıyoruz? Öncelikle hepimizin bildiğine emin olduğum ama hatırlamamızda fayda gördüğüm “blog” kelimesinin anlamını tekrarlamak istiyorum; blog, İngilizce "web" ve "log" kelimelerinin birleşmesinden oluşan weblog kavramının zamanla yaygınlaşmış adıdır. Blog, teknik bilgi gerektirmeden, kendi istedikleri şeyleri, kendi istedikleri şekilde yazan insanların oluşturdukları, günlüğe benzeyen web sitelerine verilen addır (Vikipedi).

İşte bu açıklamadan yola çıkarsak burada hepimiz kendi isteğimizle yer alıyoruz, kendi yaşamımızdan kesitleri kendi dilimizle yazıya döküp paylaşıyoruz, bilgi ve gözlemlerimizi ortaya koyup, önerilerimizi sunuyoruz, yani bir nevi günlük tutuyoruz ki blogun oluşma amacı da bu değil midir zaten? Adı günlük olsa bile, biz burada sadece “gün”ümüzü değil, “dün”ümüzü, “yarın”ımızı da yazıyoruz. Sadece olan biteni değil, dilimizin döndüğünce, kalemimizin yettiğince olacak biteceği de anlatıyoruz. Zaman ve mekan kavramı olmaksızın kurulan hayallere bir ucundan ortak olup, kuracağımız hayallere hazırlıyoruz kendimizi. Hepimiz, genelde bilgimiz, becerimiz olduğu konu veya konularda sunarken düşüncelerimizi, yeri geldiğinde de bize çok uzak görünebilen bir konuda bile söyleyecek bir çift sözümüz olduğundan, yazılacak iki satır hakkımızı kullanıyoruz doğal olarak.

Bizler burada yaşadığımız “an”ları, “anı”ları anlatırken, duygu ve düşüncelerimizi dile getirirken yaşamımızın tamamını sermiyoruz gözler önüne. İşte sanırım yanılgıya düştüğümüz nokta da burası. Biz sadece yaşamımızdan bir kesiti yansıtıyoruz bu satırlara, yaşamımızdan kendi şeçtiğimiz bir bölümü, kendi dilimizle, kendi kalemimizle anlatıyoruz. Bir yap-boz oyununun tek bir parçası ortaya koyduğumuz, resmin tamamı ise sadece bizde. Peki o halde, yazılan tek bir paragrafla, anlatılan tek bir öyküyle birbirimize şekil vermek, birbirimizi kalıplara sokup kişiliklerimize tanım bulmak niye? Tek bir parçadan yola çıkıp, diğer parçaların nerede ve nasıl olduğuna dair en ufak bir fikrimiz dahi yokken kendi kendimize koskoca bir resmi oluşturmak ve işte budur demek ne kadar doğru? Görünen sadece buzdağının üst kısmıyken ve asıl derin asıl gerçek olan kısım hala suyun altındayken hem de…

Her yaşamın bir öyküsü vardır ve her öykünün de bir kahramanı. Bu yaşamın bir yerinden tutunuyorsak eğer, bir coğrafyada yaşıyorsak, nefes alıyor ve görüyorsak gökyüzünü, hepimiz birer kahramanızdır kendi öykülerimizde. Ve yaşadığımız, gördüğümüz müddetçe hepimizin her konuda söyleyeceği iyi veya kötü bir çift laf, karalayacağı bir iki satır, dile dökeceği bir öykü mutlaka vardır kendine göre. Matematik yarışmalarında elde ettiğimiz birinciliklerin “sözel” kavramına yenik düştüğü, ilçe gazetelerinde yayınlanan şiirlerimizin “sayısal” arenada yer bulmadığı lise sıralarında değiliz ki artık, sözelci olduğumuz için matematikten anlamadığımız, sayısalcı olduğumuzda da iki çift lafı bir araya getiremediğimiz tanımlamalarına maruz kalalım. Burası sözlerin, dillerin, akıl ve yüreklerin yarıştığı, yarıştırıldığı er meydanı değil. Ne blog sayımızın fazlalığı önemli burada ne de hangi konuda, hangi başlık altında neyi ne kadar yazdığımız? Olumlu-olumsuz her türlü eleştiriye ve yoruma tabi ki varız, olmalıyız da ama sınırlamaların, gereksiz tanımlamaların, kişisel tahlillerin, ahkam kesmelerin, gereksiz hırsın burada işi yok bence, olmamalı. Bu bir sınav değil arkadaşlar, bu işin sonunda not almayacağız, sınıfı geçmek yok, terfi etmek, maaşımıza zam gelmesi, yeni bir aşk, yaşam kalitemizin değişmesi söz konusu değil. Biz burada sadece okuyoruz, yazıyoruz ve yaşıyoruz. Gözümüzün gördüğü, dilimizin döndüğü, elimizin yettiği kadar…


Görsel: http://www.webgezegeni.net/

SEVDİĞİM ÖZELLİKLER

23.02.2009
Biliyorum bu konuda bir kere adım çıktı ne yazık ki...Mimlere vakti zamanında cevap veremiyorum, araya mutlaka başka yazılar, işler güçler giriyor. Hayır bir de utanmadan çocukluk anıları ve şiirli-şairli mimde olduğu gibi (bunu hala yazmış değilim bu arada ne ayıp) beğendiğim, yazmak istediklerim olduğunda bana da yollayın diye feryat figan ediyorum. Bana güvenip de yollayan arkadaşlar aradan uzun zaman geçip de benden hala ses seda çıkmadığını görünce muhtemelen pişman oluyorlar bu yaptıklarına...

Sevgili Arzu'da eminim ki pişman olanlardan biri. Muhtemelen benden çoktan ümidi kesti ama ben hoşgörüsüne sığınarak geç te olsa şimdi ondan gelen “sevilen blog özellikleri” konulu mime dair birşeyler yazmaya çalışacağım.

*Şablon olarak sade bloglar özellikle ilgimi çekiyor. Çok fazla resim, anket vb özelliklerle yüklü bloglar biraz dikkat dağıtıyor gibi geliyor bana...

*Arada sırada alıntı yapmak (ama asla çalıntı değil) güzel elbette. Ama ben blog sahibinde çok beğenilip de iz bırakan başkalarına ait görsel yada yazılardan ziyade bu izleri blog sahibinin kendi dilinden okuyup, kendi gözünden görmeyi daha çok seviyorum.

*Çok açık bir şekilde isim, kimlik bilgisi verilmemesi, hatta fotoğraf konulmaması gayet normal ve kişisel bir tercih. Ama bazı bloglarda hiçbir şekilde blog sahibiyle ilgili bir bilgi yer almıyor o zaman bir ormanda kaybolmuş gibi hissediyorum kendimi...

*Yazı, görsel, şablon anlamında çok fazla ve ayrı renkli bloglarda dikkat dağıtan unsurlardan diye düşünüyorum.

*Yoruma kapalı olan blogları da çok fazla tercih etmiyorum. Bir görsel ya da yazı burada başkalarına sunuluyorsa, paylaşılıyorsa yoruma da açık olmalı diye düşünüyorum.

Bunlar benim nacizane düşüncelerim. Önceliği bu kriterlere vermekle birlikte elbetteki bunlardan bir yada birkaçının olmadığı ama çok beğendiğim ve takip ettiğim bloglarda mevcut. Peki sevgili Bekriya; Allegra'nde!; elchattabib sizin sevdiğiniz blog özellikleri nedir...


Görsel: http://www.rafinaj.com/

BUGÜNLERDE...

19.02.2009
"Her şey bir anda olmuştu; ağzından kelimeler nasıl döküldü anlamadı bile adam… Kadın onu aldatmıştı… Biliyordu adam aldatıldığını yıllardır, ama söylemiyordu… Kadın, aldatmış olduğunu yüzüne bir tokat çarpan adama baktı… Yıllardır biliyordu adam onu aldattığını ama neden şimdi söylemişti…Adam kısık sesiyle sadece “neden ?” diye bildi ve kadın anlatmaya başladı…“Her şey ilk… "


Bugünlerde iyice soğuk olmaya başladı farkında mısın? Gökyüzüne çevirme hemen başını, havalardan, gelip de her an kalkacak bir misafir gibi davranan kışın soluğundaki, o keskin soğuğundaki günlerden bahsetmiyorum. İçimizdeki üşümeden söz ediyorum ben daha çok. Uzun zamandır gözlerinde yakaladığım donuk bakışlardan, kendi yüzümde denk geldiğim umarsız gülüşlerden, birbirimize artık değdirmediğimiz ellerimizden, kelimelerimizden sonra kendi kendine dökülüp de ağızlarımızdan, diğerimize ulaşamadan kırılıveren ve bizi sözsüz bırakan kelimelerimizden...

Sahi ne zaman bırakmıştık biz seninle konuşmayı... Susmanın bir meziyet, bir erdem olmadığı duraklara hangimizin kelimeleri daha önce ulaştı? Yoksa cevaplar mıydı yanıtlandıkca sorularımızı arttıracağından korktuğun...Sessizlik örtüp de kapatır mı sandın içimizde açılan, kanayan yaraları...Üzerimize sinip kalmış olan hangi doğrunun ağırlığı sence? Sahi önce hangimiz diğerine bu suskunluğu bulaştırdı?

Ne diyordum herşey ilk...bugünlerde iyice soğuk olmaya başladı farkında mısın? Sıcacık bir kahve olsaydı mesela şimdi, dumanında önce kelimelerimizi ısıtsaydık sonra da içimizi. Sonra sen ellerini uzatsaydın bana, içinde yüreğimi bulsaydım eskiden olduğu gibi. Sen sormadan ben anlatmaya başlasaydım. Ben sormadan sen konuşmaya. Başka yerlerden, başka gözlerden bakmasaydık da sadece kendi içimizden, yüreğimizden görseydik birbirimizi.

Sahi en son ne zaman böyle yürekten bakmıştın bana? Olduğun gibi bakıp da, olduğum gibi görmüştün beni. Görmek miydi bu kadar zor olan yoksa görünen mi korkutmuştu seni, gördüğünü kabul etmek mi zor ve fazla gelmişti hayatlarımıza? Kimi zaman bir bakış bile yeterken tüm kilitleri açmaya, tam da yüreğinin orta yerine değip de geçerken bütün yaşanmışlığım, neydi benden esirgediğin? Hangi kapının ardında kilitli kaldık biz söylesene, bildiğim gibi sevmek ne zaman böylesine can yakmıştı?

Ne diyordum herşey ilk...bugünlerde çok üşüyorum biliyor musun? Aslında uzun zamandır böyleyim ben. Uzun zamandır başka ellerde arıyorum eksik kelimelerimi, başka bakışlarda görmeye çalışıyorum seni, başka bakışlardan bekliyorum sende göremediğim, duyamadığım beni. Ben kendi kaçışlarımda arıyorum aslında kaybettiğim herşeyi. Canım yandıkça can yakıyorum işte, en çok kendimden kaçarak belki de...Neden mi dedin? Sahi sen kendinin bile hiçbirşeyi ol(a)mamak nedir bilir misin? Hay allah eldivenlerimi unutmuşum bak yine. Çok üşüdü ellerim. Uzatsam sana ısınmak için, bana ellerini verir misin?




***Yalnızlık Okulu bu sefer ancak bu kadar oldu, bu kadar becerebildim, o güzel hatrına...Kusura bakmayasın...






DÜŞ

17.02.2009
Uyuduğum, bir düştü. İçine giriverdiğim, ansızın. Sığamadığım. Yüreğimi sığdıramadığım. Zaman şimdiki kadar yakın, hiç gelmemiş kadar uzak. Habersizdi sevmeler o günlerde. Belirsizdi. Gerçek yoksunuydu bilmeler. Ve kendimden bile esirgediğim cümlelerim vardı, anlamları saklı, özneleri gizli...

Uyandığım; göz kör, dil lal, dört duvar sağır. Üstü açık kalmış bir yürek. Uyku sersemi bir zaman ve alıp başını gitmeler...Şimdiler kayıp, geçmiş hiç yok. Söylenmemiş bir yalanın gerçekliği kaldı yüreğimde. Ve bir düşün hiç silinmeyecek izi. Ve ağır, ve soğuk, ve karanlık...

Düş’tün.
Düş’ümdün.
Gerçeğinden uzak
Uzak olduğun kadar benim...
Düştün, kayıp gittin ellerimden
Gerçek oldun
Kırılıverdin...

Şimdilerde
Olmayan gözlerinden bakıyorum da kendime
Düşüyorum uçsuz bucaksız
Senin gibi
Üşüyorum.

Düştüğün yer öyle açık seçik ki
Eğilipte baktığımda
Kendimi görüyorum...


Görsel: http://c0ug.deviantart.com/

UMUR'A ÖDÜLLERİM...

16.02.2009
Sevgili Bariisss; Cimbakuka; Çalıkuşu-Flame; Efsa; Elif...den; Evren; feanor; Fulyaprakları; Hülyakonar; kelebenk; LoLLa; Mehtap P.G; Muhabbet Çiçeği; sLn; Sufi Saja; thesaurus; Vladimir

Ödülden ziyade aklınızda ve yüreğinizde olmaktır benim için önemli olan ve öyleysem eğer ne mutlu bana. Aklımda ve yüreğimde olduğunuz için bu ödül aynı zamanda benden de sizlere gitsin...

Kurallara göre alınan ödülün 7 kişiye daha verilmesi gerekiyormuş. Ama ben aldığım ödül sayısına dayanarak ve hoşgörünüze sığınıp kendimce bu kuralları bozarak, her bir isim bende kendince bir yer edindiği için “umur” listemdeki herkese bu ödülü iletiyorum...

İyiki varsınız, yazıyorsunuz ve ben sizi okuyorum

KÜÇÜK ARIMAYA...

13.02.2009
Sevgili Bekriya’nın çocukluk anılarıyla ilgili serisini keyifle takip ederken ve içten içe acaba bende mi yazsam diye düşünürken bir baktım ki bu konunun da mimi çıkmış zaten.Üstüne üstlük ben sağda solda okuyup da bu konuda beni de mimleyin diye kıvranırken meğersem çoktan sevgili kelebenk tarafından mimlenmişim de...İçimden bir his mim konusunu biraz değiştirip kendime göre yazdığımı söylese de bu şekilde yazmış bulundum bir kere. İşte küçüklüğüme dair aklıma gelen ilk detaylar...

*Çok hareketli bir bebekmişim. Öyle ki elimin ayağımın durmaması sayesinde doğuştan varolup pusuya yatmış olan kalça kemiği çıkığım kısa sürede fark edilmiş ve erken tedavi sonucu sakat kalma ihtimalim ortadan kalkmış. Tedavi sırasında yaklaşık 3 ay kaldığım özel klinikte bebeğin annesi bile olsanız sık sık görme ve bebeğin yanında kalma şansınız olmadığı için, kısa sürede benimle birebir ilgilenen özel hemşireyi anne belleyip, taburcu olurken öz öz anneme feryat figan ağlayarak gitmişim. Bunun üzerine de henüz 20 yaşında ve başka bir ülkede eşi dışında tanıdığı kimse olmadan yaşayan annem, bu çocuk beni unuttu diyerek günlerce gözyaşı dökmüş. Hastane tedavisi bittikten sonra da bacaklarımda yaklaşık 1.5 sene boyunca özel bandajlar takılı kalmış ki bunlar sayesinde uzun bir süre bir balerin edasında bacaklarımı açarak oturma, her türlü ilginç bacak hareketlerini yapma gibi becerilere sahip olmuşum.

*Aynı zamanda çok da huzurlu, kendi halinde ve rahat bir bebekmişim. Annem çoğu zaman benim uyandığımı kendi kendime gülme, eğlenme, konuşmaya çalışma, çeşitli sesler çıkarma vb durumlardan anlarmış. Hatta çok hareketliliğimin henüz farkına varmamış olan annem birgün beni masanın ortasında bırakıp 2 saniyeliğine odaya gidip döndüğünde kendisini yere düşmüş olmama rağmen gülücükler eşliğinde karşılamışım. Bu arada anneminde özel ilgisi sayesinde 6 aylıkken konuşmuşum ki o gün bugündür de konuşuyorum ne yazık ki...

*O sıralarda alman televizyonlarında gösterilen “arı maya” çizgi filmini o kadar severmişim ki bittiği an evde feryat figan koparmış. Bizimkiler en sonunda arı maya’nın oyuncağını almışlar bana ve çizgi film bittiği ve benim salya sümük ağlamaya başlayacağım an elime tutuşturmuşlar. Sanırım dünyadaki en mutlu çocuk o an ben olmuşumdur. O günlerden kalan tek ve en özel oyuncağım olarak arı mayam hala odamda başköşede ağırlanmaktadır. Bu arada beenmaya ismi de blog işlerine ilk bulaştığım zamanlarda arı mayanın almanca versiyonunun yanlış yazılıp da düzeltilemediği halidir bilginize...

*İlk çocuk olma avantajını iyi bir şekilde değerlendirdiğim söylenebilir.Küçüklüğüme dair inanılmaz sayıda fotoğrafım vardır ki bu fotoğrafların her birinde inanılmaz şık, renkli ve güzel giyinmiş halde anne ve babamın uygun gördüğü poz ve şekillerde gözükmekteyim. Zamanında fazlasıyla yapılmış olmasından belki de şu anda ne fotoğraf çektirmeyi seviyorum ne de şık, renkli ve de güzel giyiniyorum...

*Hareketliliğim ve kabına sığmaz hallerim erkek kardeşimin ani ölümüyle sona erdi diyebilirim. Bir çocuklarını kaybeden anne ve babanın diğer çocuklarının üzerine sakınma ve koruma içgüdüsüyle fazlaca düştüğü bir çocukluk geçirdim. Günlerim uzun süre balkon demirlerinden sokakta oynayan çocuklara bakarak ve de imrenerek geçti. Birakın sokağa çıkmayı oyun oynamaktan ve çoğu çocuğun başarıyla gerçekleştirdiği sokak aktivitelerini yapmaktan bile bihaber olduğum, ilk defa tek başıma hemen evin yanındaki bir parka gidip orada yüzüme çarpan bir salıncak nedeniyle ağzım burnum kan içinde gerisin geri dönmemle de kanıtlanmıştı.

*Şimdi düşününce kitaplarla olan yakın ilişkimin temelleri belki de bu zamanlarda atılmıştır. Evdeki mecburi kalış zamanlarımı kitap okuyarak geçirme hali birara öyle tavan yapmıştı ki bir arkadaşımın doğumgününden, sırf bir kenara çekilip de kitap okuduğum için kovulup gayet kırgın ve ağlamaklı bir şekilde eve gittiğimde bir de üzerine annemden “sen nasıl bir çocuksun, herkes gibi eğlensene” şeklinde azar işittiğimi hala bugünmüş gibi net hatırlarım.

*Okul zamanlarında pamuk prenses, külkedisi ve bilumum masal kahramanlarını çeşitli gösterilerde ben canlandırmışımdır. Gerçi ilkokulda başka bir kızın aşırı ağlama ve inadı nedeniyle iki pamuk prenses ve yedi cüce şeklindeki halimiz, ortaokul hazırlıkta ise ben külkedisiyken prensin benden daha kısa boylu olması ve daha da kötüsü inanılmaz saf ve duru bir güzelliğe sahip, tamamen nur yüzlü bir arkadaşın “kötü kardeş” rolüne seçilmiş olması trajikomik vakalardır.

*Küçükken çok istememe rağmen bir bisikletim olmadı. Nedenini yazmama gerek yok sanırım. Bir marketimiz vardı ve bende okul çıkışlarında babama yardım etmeye giderdim. Marketin arka tarafında da yine kocaman bir depo vardı ki mahalle çocukları akşamları bisikletlerini bu depoya bırakırlardı. Bende gün içersinde tabiki babam markette yokken deponun ve marketin içersinde bu bisikletlere binerdim. Gerek babama gerek bisiklet sahiplerine yakalanmalarımı, sağa sola çarpıp hem bisiklete hem markete verdiğim zararları saymıyorum bile. Anlayacağınız bisikleti olmadığı halde hemen hemen her marka bisiklete binmiş biri var karşınızda...

Belleğimdeki anı kutusu açıldı ya bir kere, üsttekileri alıp yazdıkça alttakilerde ortaya çıkıyor bir bir. Uzun zamandır düşünmediğim ayrıntılar, anlar, anılar geliyor aklıma ve gülümseyerek hatırlıyorum çoğu şeyi. Elbetteki bu konu burada bitmez, anlattıkça anlatası gelir insanın, uzar gider ama sanırım çocuk beenmaya’nın artık veda etmesinin vakti geldi de geçiyor bile. Son olarak çocuk beenmaya blog sayfalarında şöyle bir koşturduktan, arkadaşlarıyla saklambaç, yakantop ve seksek oynadıktan sonra evine dönmeden önce sevgili Mehtap P.G; Biraz ve Vladimir’e uzatıp da elini mimim sende dedi...


Görsel: http://www.propoliboya.net/

KURADA "ÖLÜM" ÇIKTI

12.02.2009
“Kendi seçtiklerimiz tarafından hakkımız olanı yaşayabilmek için seçiliyoruz. Sayısal hayat bu yaşadığımız. Noter huzurunda yapılan çekilişte numarası çıkan yaşamaya(!) hak kazanıyor.”

Bu cümleleri yazdığım zamanlarda yani kasım ayında katıldıkları çekilişle değişmişti hayatları. Noter huzurunda yapılan bu çekilişle, para falan kazanmamışlardı belki ama o an için hayatlarının en büyük ödülünü kazandıkları, isimleri okunduğunda gözlerinde parlayan ışıktan belliydi. “Çalışmaya” hak kazanmışlardı çünkü, böylesi bir kriz ortamında fiziksel dayanıklılık gibi pek çok elemeden başarıyla geçmiş, üniversite mezunlarını bile geride bırakmış ve son olarak yapılan çekilişle 20.000 başvuru arasından isimlerini TTK’da çalışacak 3000 maden işçisinin arasına yazdırmayı başarmışlardı. Gözlerindeki ışık yaşamaya dairdi işte, ekmek götürecekleri evlerini yaşatmaya dair...

Ama olmadı...

3 haftalık “iş kazası” eğitimlerinin ardından ocak ayında işbaşı yaptıkları madende, 2 gün önce yerin 260 metre altında gaz patlaması sonucu meydana gelen göçüğün altında kaldılar. Dört kişiydiler; diğer iki arkadaşları belki de eski ve deneyimli olmalarının sağladığı avantajla yaralı olarak kurtarıldı. Ama onlar; Adem Altıparmak ve Murat Katırcı, daha bir ayları dolmadan, ilk maaşlarını bile alamadan, belki de henüz maden ocağının ağırlığı gözlerindeki kazanma sevincini bile karartamadan göçük altında hayatlarını kaybettiler. Onlar yaşamı seçtiklerini sanmışlardı oysa 2 ay önce katıldıkları kurada, ama yanılmışlardı işte, hayatı seçtiklerini sandıkları kuradan paylarına ölüm çıkmıştı. Katıldıkları kura kadar bile ilgi görmedi ölümleri. Sadece birkaç dakika ayrıldı isimlerine haber bültenlerinde, gazete köşelerinde birkaç satırlık yer uygun görüldü. Ne de olsa kurada kazanmışlardı onlar sadece yaşamdaysa belki de daha en başından kaybetmişlerdi...


Görsel: ntvmsnbc.com

GEÇİP GİDEN

11.02.2009
Geçer” dedi.“Geçmeyen ne var ki zaten. Bir nefeste geçip gider hem de...Hayat gibi bulur bir yolunu. Tamamlar kendini bir şekilde. Ve devam edersin kaldığın yerden...Bir bakarsın hiç olmamışcasına silinmiş izi. Su gibi. Akar gider...

Geçti. Her iç çekişte boğulur gibi. Nefessiz...

Bir gün kara bir gün beyaz. Bazen günyüzüne emanet edip kendini, bazen gecelerde kaybolup giderek. Her gün başka bir bahaneye sığınarak geçti. Her sığınışında yine kendi yalnızlığına geri dönerek. Sevdiğin şarkıları tutarak geçti, sevmediklerindense nefret ederek...

Aynalardan başka yüzlere bakar gibi geçti. Başka yüzlerden kendini sakınıp saklar gibi. Sen sadece kendi içine çakan şimşektin oysa, yağamayan yağmur. Aniden bastıran kara kış, soğuk, kıyamet. Elini uzatıp da açamadığın, dönüp de arkanı kapatamadığın bir kapı aralığında geçti üşüyerek. Son-du bahar. Tekrar gelmedi.

Baka baka geçti avuçlarından kayıp gidenlere. Susa susa geçti kendine, ona, hayata, bildiklerine, bilmediklerine...Tutamadıklarına yana yana geçti. Tutulmayanlara sorgusuz sualsiz...İzini bıraka biraka, ağır ağır geçip de gidiverdi işte. İçine işlenenleri kimse bilmedi...

Bu kadar kolay mıydı diye sordu biri günün birinde. Kolaymış dedin. Hepsi hepsi bir göz yanılsamasıymış aslında. Sadece bir dil sürçmesiymiş. Bir yanlışlık olmuş mesela. Doğrusu kimmiş, nasılmış, nerdeymiş bilinmeyen. Gözünü kapatıp da gerçeklere, yalanlara sustuğunda geçiverdi...

Dilinin ucunda zamansız bir şarkı asılı kaldı sadece. Sözleri unutulmuş. Kimliksiz...


Görsel: http://vimark.deviantart.com/

KİBİRLİ Mİ DEDİNİZ?

9.02.2009
KİBİRLİ: Başkaları sizi dikkatle başedilmesi gereken biri gibi görüyor, dışarıdan ben merkezci, kibirli ve baskın karakterli olarak algılanıyorsunuz. Onlar, size özenip sizin gibi olmak isteyebilirler ama asla size güvenmezler ve sizinle ilişkiye girmekten kaçınırlar. Ama özgüveniniz o kadar yüksektir ki başkalarının dediklerine pek kulak asmazsınız.”

Yukarıda okuduğunuz kısa paragraf benden bahsediyor. Evet evet yanlış okumadınız; kibirli, dikkatle başedilmesi gereken, ben merkezci, baskın karakterli, güvenilmeyen biri olmanın yanısıra bu özelliklerinin hiçbirinin umrunda olmadığı söylenen kişi anket cevaplarına göre aynen benim.

Sevgili derince’nin uzun zaman önce bana yollamış olduğu bir mimdi bu ve sorulara verilen cevaplar sonrasında çıkan sonucun buraya yazılması gerekiyordu. Soruları baştan sona, hem de hiç atıp tutmadan, gayet ciddiye alarak cevapladım cevaplamasına da bu çabamın karşılığında bana layık görülen kişilik özelliklerinden memnun kaldığım pek söylenemez. Yahu siz söyleyin yukarıda bahsedilen kişiyle benim gibi mükemmel bir şahsiyetin ne ilgisi var, yoksa var da ben mi bilmiyorum...

Neyse bu test sonuçlarının doğruluğundan şüphe duyduğum için sevgili derince’den özür dileyerek başka kimsenin başını yakmamak adına bu mimi de burada noktalıyorum. Ha bu arada ben de şairli, şiirli mimden istiyorum duyan duymayana haber versin...

Görsel: Salvador Dali

YOLCULUK

6.02.2009
Çalışmamam gereken bir cumartesi sabahı çalışıyor olmanın memnuniyetsizliği üzerimde. Hava gergin, yol gergin, ben gerginim. Tuhaf bir şekilde sen de beni geriyorsun. Genizden çalınan bir ıslık gibi çıkıyor sesin.

“Aldığın her nefesin tadını çıkar” diyorsun bana. Sadece benim duyabileceğim bir fısıltıyla ekliyorsun sonra “Hayatın aslı sende. Senin içinde. Unutma hayatın aslı sensin.”

Kim olduğunu bilmiyorum. Adın, yaşın, en çok hangi rengi sevdiğin konusunda hiçbir fikrim yok. Hatta neye benzediğine dair bile...Tesadüf eseri arabalarımız arapsaçına dönmüş trafik yumağının çözümsüz uçlarından birinde yanyana gelmeseydi varlığından bile haberim olmayacaktı kimbilir...

“Kim olduğum çok mu önemli senin için” diye soruyorsun bana, “ya da ne olduğum.” "Peki sen kendini biliyor musun, tanıyor musun gerçekten. Yaptıklarına, veya yapacaklarına dair bana sunabileceğin en iyi şey nedir?Başkalarından önce kendini tanıman, kendini bilmen gerekmez mi aslında bir düşünsene. Bir beklentin varsa eğer hayattan, önce kendine hak ettiğin değeri vermelisin."

Susuyorum. Hayat gibi sen de ağır geliyorsun bana. Ağır ama gerçek. Aynı yol üzerinde ilerliyoruz, milim milim gitmeye ne kadar ilerlemek denirse. Gözümü alan güneş seni net olarak görmeme engel oluyor her seferinde. Görebildiğim kadarıyla ikimizde yolcu tarafındayız. Göremediklerimse zihnimin içinde yeni olasıklara gebe, hazırolda bekliyor.

“Kaçırma gözlerini hayattan. Hep hayatın içinde olsun bakışların. Hep kendi içinde. Baktığın kadar varsın bu hayatta. Hatta sadece bakmakla da yetinme. Görmen de lazım. Görüp te bilmen, bilip te sevmen lazım. Hayatı kendi içinde, kendini hayatın içinde...”

Yaşamdan bıkmış bir ifadeyle camdan yolu takip ediyorum isteksiz. O kadar bıkkın hissediyorum ki kendimi söylediklerin bir kulağımdan girip, içimi acıtıp da derinlemesine, diğer kulağımdan çıkıyor. Cevap vermek bile gelmiyor içimden. Verebileceğim bir cevap var mı onu da bilmiyorum. Ben camın iç tarafındayım. Camın dışındaysa arabalar, insanlar, yollar, ağaçlar, koskoca bir hayat...Farkındayım ki gündelik yaşam ben dahil olmasam bile gayet hızlı ve doludizgin yoluna devam ediyor. Bense sadece bakıyorum.

“Bir nefeslik molaları çok görme kendine. Arada bir karanlıkta kalsa da bir yanın, sakın pes etme. Çekil kendi kabuğuna bir süre. Sadece içine bak. Kendi aydınlığın senin içinde. Ara ve bul. Gerçeğin düşlerle bölünmesine, düşlerin gerçeğin altında ezilmesine izin verme.”

Doğru diye düşünüyorum içimden ve kafamı kaldırdığımda ilk defa gözgöze geliyoruz ışıkhızıyla. Sonra aniden kayboluyorsun. Seni kısa süreliğine de olsa görmüş olmanın şaşkınlığı üzerimde, açılan yolun senin aracına verdiği önceliği seyrediyorum.

Ben gri bir renault megan’ın içindeyim. İşim gereği bir güzellik fuarına doğru gidiyorum. Sense kendi güzelliğine bile doyamadan belki de, bir cenaze arabasında, bu dünyadan gidiyorsun. Bu yolculuk senin için nerede sona erecek bilmiyorum. Sessizce veda ediyorum sana. Son sözcüklerin geliyor uzaklardan kulağıma. Melekler yolun başını tutmuş. Seni bekliyor. Görüyorum.

“Meraklanma. Hepimiz aynı değil miyiz başından beri. Başladığımız yol da aynı, yolun sonunda varacağımız kapı da. Seni farklı kılan bu yolu nasıl geçtiğin, nasıl ilerlediğin sadece. Unutma bu hayatta sen, gerçeğinle varsın. Ama düşlerin kadar, düşlerinle yaşarsın.”


Görsel: commanderdex.deviantart.com

HAYAT ÇİZGİSİ

3.02.2009
Gidişin
Bir bıçak kesiği gibi
Ani ve derin...
Bir yılan gibi soğuk
Sessiz
Ve sinsice...

Gerçekti.
İzde kaldı.
Yalanlar
Sözde...

Gerçek mi, yalan mı diye sordular günün birinde
Zaman dedim, uzatıp da avuçlarımı
Sadece birazcık zaman yağdı
Senden sonra ellerime...
Ve içlerinde yer edinemediğim bir hayatın
Çizgisi kaldı...


Görsel: kaiina.deviantart

DÖRT'LEME

2.02.2009
-Yaptığım 4 iş...
*Konuşmak; işim gereği...
*Kitap okumak...
*Uyumak...
*Zamanın hızla ve ben daha doğru dürüst birşey yapamadan geçiyor olmasına bildiğim halde her seferinde şaşırmak...

-Defalarca izleyebileceğim 4 film..
*Kim Ki Duk’un bütün filmleri
*Kelebek Etkisi
*Ölüm Yolunda (Dead Man Walking)
*Selvi Boylum Al Yazmalım

-Yaşadığım 4 yer...
*Şu anda ve uzun bir süredir İstanbul (ne yazık ki)
*Kdz.Ereğli
*Kıbrıs
*Almanya

-İzlediğim 4 Tv programı...
*Criminal Minds
*CSI
*House
*Mahşer-i Cümbüş

-Tatil için gittiğim 4 yer...
*Uzun bir süre tatil yapamadığım için buraya geçen yaz bulunduğum Şile dışında başka bir yer yazamayacağım ne yazık ki...

-En sevdiğim 4 yemek...
*Pırasa
*Sarma
*Barbunya
*Anne eli değmiş hemen hemen her yemek...

-Hemen şimdi olmak istediğim 4 yer...
*Yeri, adı önemli değil mavi ve yeşilin olduğu bir sahil kasabası
*Olmadı birkaç dost yürekle beraber sıcak bir sohbet ortamı
*O da olmadı zaman kavramının olmadığı ve kimsenin karışmadığı kocaman bir kitapçı dükkanı
*Hiçbirinde şansım yoksa bari evime gideyim...

-Bir yağmur damlası olsaydım düşmek isteyeceğim 4 yer...
*Sanırım şu an için tek bir yer var; insana, hayata, umuda yakışmayan zehirli birikintilerden temizlenip, arınmak, yine, yeni ve yeniden hayattan yana bakabilmek adına tüm insanların yüreğine...

Adetim olduğu üzere yine geç kalmış bir mim yazısı oldu bu ne yazık ki...Sevgili coffeé ve sevgili purkua kusuruma bakmayın emi...Bu mimi de eğer bugüne kadar yazmadılarsa sevgili feanor, sevgili pRncfRn, sevgili özlem ve sevgili Evren’e paslıyorum. Yazdılarsa da canları sağolsun...


Görsel: http://www.dizket.com/