Adı
Oğuz’du. Neden bir başka isim değil de Oğuz, bilmiyorum. Bildiğim; biri vardı
işte, henüz tanımıyor olsam da, ne yaşı, ne görüntüsü, ne kişiliği hakkında bir
fikrim olmasa da bir gün mutlaka tanışacağım biri. Ve ben bir süredir sadece
ona anlatıyor ve ona yazıyordum içimin hallerini. Babama yardım etmek için okul
sonrası vaktimin çoğunu geçirdiğim marketimizde ürünleri sarmak için kullanılan
eski gazetelerin her köşesini okumaktan müşterilerle ilgilenmediğim için
yediğim azarları da, eğlenmek yerine kitap okuduğum için doğumgünü sahibi
tarafından kovulduğum parti sonrası surat asmalarımı da, annemin “bu kadar
kitap okuyacağına azıcık insan içine karış” sitemlerine verdiğim tepkileri de
en iyi Oğuz anlıyordu, biliyordum. O yüzden önemliydi benim için, o yüzden
kulağa hayalmiş gibi gelse ve varlığını benim dışımda kimse bilmese de
gerçekti. Ve o yüzden ben bir gün mutlaka ama mutlaka tanışacağımıza yürekten
inanıyordum.
***
Önce
kim kimi buldu, nasıl geldik bir araya hatırlamıyorum. Belki pek çoğunun
arasından kendim seçmiştim belki de okumayı çok seven birine alınabilecek en iyi
hediyelerden biri olarak girmişti hayatıma. Ama elime aldığımda bir çırpıda
okuyup bitirmiştim Vasconcelos’un yazdığı Zeze’nin hikayesini. Benzer hiçbir
özelliğimiz yoktu tek bir şey dışında. O’nun sürekli konuştuğu bir şeker
portakalı vardı benimse o an için sadece adını bildiğim hayali bir arkadaşım. O
Minguinho’ya anlatıyordu her şeyini, ben de Oğuz’a bahsediyordum. Düşün
gerçeğe, gerçeğin düşe karıştığı o incecik sınırda bitmek bilmeyen bir
yolculuktu bizimkisi. Satırların arasında kayboldukça ben Zeze oluyordum, Zeze
ise ben oluyordu, biliyordum. Küçücük bir mutluluğun nasıl kocaman bir dünyaya
bedel olduğunu da ondan öğrendim, acının en saf, en gerçek halinin tarifini de.
Benzer bir hayalin sahibi olduğumuzdan belki de, ben Zeze’yi taa yüreğimden hissettim.
Ah Vasconcelos, nasıl da dokunuvermiştin kelimelerinle hayal dünyama, ne olursa
olsun sahip çık onlara, asla vazgeçme dercesine nasıl da çıkarıvermiştin
karşıma o kendi küçük ama yüreği kocaman çocuğu. İyi ki denk gelmişim
kelimelerine o günlerde, iyi ki...
***
Oğuz’la
uzun zamandır görüşmüyoruz. Başka bir ülkede yaşıyor. Gerçekten var, gerçekten
adı Oğuz ve üniversitenin ilk senesinde gerçekten tanıştım onunla. Ben yine
anlattım, o yine anladı ve hatta bu sefer o da anlattı bana. Ne mutlu bana ki;
kendisi hala kimi gönderilmiş kimi saklanan pek çok mektubun sahibi.
Vasconcelos’un Şeker Portakalı ise sararmış sayfalarıyla hala kitaplığımda
elbette. En sevdiklerimin arasında, baş köşede, gözümün önünde. Arada bir
gözgöze gelince koca bir tebessüm oluşuyor yüzümde ve biliyorum ki tam da o an
Oğuz da beni düşünüp, bana gülümsüyor.
* “Okuma
serüveninizde unutamadığınız, hayatınızın bir dönemine, özellikle de
çocukluğunuz ve ilk gençliğinizin hayal dünyasının oluşumuna etki eden yazar
kim? Hangi kitabı elinize aldığınızda döner gidersiniz o günlere?” diye sorulan
bir soruya cevap olmuştu bu yazı tam iki sene önce. Bugünse, uzun bir aradan
sonra tekrar okuduğum, okumakla kalmayıp bloguma da tekrar eklediğim bir yazı
oldu. Bu kitabı öğrencilerine okumaları için ödev olarak veren bir Türkçe
öğretmenimizin hakkında bu yüzden soruşturma başlatılmasına inat...
**Görsel: Buradan alınmıştır.
9 yorum:
tarihin karakapli sayfalarina yazilacak bir not olarak kalacak bu sorusturma sadece, ama seker portakali okunmaya devam edecek suphesiz. simdi olsa da bir kere bir kere daha okusam diyorum icimden :)
"Okuma" ödevi veren bir öğretmen elbette soruşturulur. Oku"ma" ödevi verseydi iyiydi...
durum neresinden baksan aci. ama seker portakali. seker portakalina da sorusturma aciliyorsa diyecek soz kalmadi :(
resmen ağlıyorum Mayam yurdumun haline artık.. sadece ağlayabilip bir şey yapamıyor oluş da canımı acıtıyor.. Ne yapılabilir bilmiyorum.. bilemiyorum... sadece ağlıyorum..
"Maymunlar Gezegeni" diye bir bilimkurgu romanı vardı. İki kezz sinemaya uyarlandı, ardından devam filmleri de çekildi. Bu kitabı okuduğumda orta okula gidiyordum. Orada anlatılanları hiç bir zaman maymun olarak algılamamış, iktidarı ele geçirmiş cahil cühela takımının intikam çılgınlıkları olarak kafamda canlandırmıştım. Kitap gerçek oldu, saçmalıkların arkası kesilecek gibi değil.
Bradbury'nin Fahrenheit 451'inin bir distopya olmaktan çıktığı ve Türkiye sınırları içerisinde yakın gelecekte gerçek olacağı kanısını taşıyorum.
Çok şaşırdım bugün blog yazarı arkadaşlarımdan öğrendim ilk :( ne kadar can sıkıcı ilk kitaplarımdan biriydi benimde :( umarım yaptıkları yanlışı fark edip biran önce çözerler bu durumu.
Hoş geldin sevgili Maya..:)
Sıradışı olmanın keyfi bir başka..!
Sıradanlar için kimse soruşturma açmıyor..! Hem o kadar çoklar ki ve o kadar biri birlerine benziyorlar ki..!
çok ilginç, son paragraf. şu kalın harflerle yazılan...
Yorum Gönder