Pages

HENÜZ YÜZLEŞEMEDİĞİM SEVGİLİM

28.05.2010

Bir köstekliyim akrebi aşkla kundaklanmış
Döner döner dönerim gecikmenin girdabında
Yüzümün yenildiği ağrıların ağında dönerim

Bir köstekliyim zamandan habersiz dönerim
Uykusuzluğun koynunda teninin yokluğunda
Yolunu şaşırmış yolların kaybolmuşluğunda
Kül kokulu kalıntılarında kent kapılarının
Eskil aşklar kıskacında dönerim ha dönerim

Sen bilmezsin bunu ben denizin başladığı
Sesinin, teninin ve gözlerinin dalgınlığı

Sen bilmezsin bunu ben ellerinin sarıldığı
Huzursuz geçmişinin sandığında sakladığı

Sen bilmezsin bunu ama aşkının uğurladığı
Bütün ölümlerden ben hep seninle dönerim


HASAN BAHRİ ÜNLÜ


Görsel: Deviantart

ULAK; YERSİZ ZAMANSIZ BİR MASAL ÜZERİNE

26.05.2010
-Sen bu masalı sevdin mi?
-He ya, sevdim. Hem masalı, hem seni...
-O zaman bağışla beni. Başka çocuklar da dinleyecek bunu sen gibi. Başka çocuklar da öğrenecek Ulak İbrahim’in hikayesini. Anlatma mı dersin bana? Anlatmamak olmaz. Dilim olmazsa ben neylerim çocuk?

Neylerdi sahi? Onun işi bu değil miydi zaten; anlatmak. Heybesinde bir emanetmişcesine taşıdığı Ulak İbrahim’in hikayesini bir çocuktan diğerine, bir köyden bir başka köye, bir zamandan bir diğer zamana yaymak. Bir rüzgar gibi değip de geçtiği yüreklerde gerçekleri göz göz, ses ses, kelime kelime, bir izmişcesine bırakmak...

İşte bu nedenle kalmadı orada Zekeriya. Gitmesi lazımdı. Düşmesi yollara. Sonra karşısına çıkan ilk yerde, karşısına çıkan çocuklara en baştan ve yeniden anlatması. Öyle de yaptı zaten. Kaç yerden, kaç zamandan geçtiğini, kaç yüreğe değdiğini bilmeden uzaklarda bir köye vardı yolu. Yersiz, zamansız bir köye. Kendi karanlığında boğulmakta olan, günahlarını bir yama gibi üstlerinde taşıyan insanların yaşadığı, bir taş atsan duyulmayacak kadar diplerde olan bir köye. Korkunun bir gölge gibi yüreklere sindiği, görmeyen, duymayan, konuşmayan bir köye...

Va başladı anlatmaya. Davut’un dinlediği oldu önce. İnce, naif bir çocuk yüreğinden başlayıp da Ulak İbrahim’in hikayesine, diğer çocukların yüreğine geçti birer birer. Sevginin varlığını hatırlattı yeniden. Yüreğinde olmayan bir kötülüğün, bizzat içinde yaşamak zorunda kalan Ferhat’ın düşlediği oldu ardından. Beklenip durdu hikayesi anlatılan Ulak İbrahim, bir kahraman, bir kurtarıcı gibi; bir umut oldu. Hekim’in hakikati oldu sonra. Yapan kadar bilip de susan da günahkardır, diye diye gerçeğin acısıyla kanayan bir yüreği soğutmak için anlatılıp duran. Görülenin, duyulanın, konuşulanın yansıdığı bir cesaret. Ve Saffet’in rivayeti; karanlıktan aydınlığa geçen köprünün en başında geriye dönüp de son bir kez daha bakıldığında, bir deli rüzgarın unutma unutma diye adını fısıldadığı bir inanç oldu. Yol verdi içinde hala umudu taşıyanlara...

“Aynı masala inansak beraber, olma mı hiç?
Olur elbet.
Bir masala sırf anlatan inanırsa o masal olur mu hiç?
Olmaz elbet...”


Bu bir masaldı; Ulak İbrahim’in masalı. İyiliğin, umudun, cesaretin, inancın -her şeye rağmen- var olduğunu hatırlatan bir masal. Ha geçmiş zaman, ha şimdi. Ha bilinmedik bir mekan, ha tam gözümüzün önü, ne farkeder ki? Hepimizin masalıydı bu. Hepimizden bir masal. Anlatıldıkça varlığını kanıtlayan, anlatıldıkça yaşayan, yaşatan, gerçeği unutturmayan. Gözden göze, dilden dile, yürekten yüreğe yayılan bir masal. Kolay değildi elbet; ne anlatmak ne dinlemek. Ne anlamak ne de inanmak. Ama bilirdi ya insanoğlu, bilirdi içten içe; dudaklar sussa da kalbin yüz dili vardı.


*Bu yazı Ulak filmine dair yazılmıştır.
**Koyu yazılan bölümler film repliklerinden alıntıdır.


KARŞILIKSIZ...

24.05.2010
Böylesi bir sevdayı karşılıksız bırakacağımı düşünemezdin değil mi? Öyle olsaydı ya da öyleyse gerçekten, içinden geçen buysa eğer, bunca zamanı boşa geçirmişiz demektir. Kabul ediyorum, gerçekten de öyle, bunca zamanı boşa geçirdik. Zira zaman hep boşa geçer ve bırakalım da öyle olsun.

Zamanın bir önemi yok. Zamanı olmayan hikâyeler yazılabilir. Eğer ben sana dersem ki; bir madende göçük altındayım ve birazdan öleceğim, tüm kullandığım zaman ifadelerine ve kiplerine rağmen bu, zamansız bir hikaye olacaktır. İddia ediyorum, bir o kadar da mekânsız. Saçma mı geliyor, madendeyim deyip de anlatacağım hikâyenin mekânsız bir hikâye olacağını söylemem? Ama değil. Ortada bir saçmalık var evet ama o saçmalık, zamansız ve mekânsız, benim madende olmamda. Yine mi saçma bir cümle oldu; mekânsız ve madendeyim demek, bu ikisini birlikte kullanmak? Değil ya da öyle, ama tekrarla söylersem eğer, saçmalık benim madende olmamda. Madende olmam saçma, göçük altında olmam saçma, birazdan ölecek olmam saçma…

En saçma sapan olan da ne biliyor musun? Ölümümün mekândan ve zamandan bağımsız, ama sana bağlı olmasında…

Böylesi bir sevdayı karşılıksız bırakacağımı düşünemezdin değil mi? Zamansız ve mekânsız, ya da aynı anlama gelmek üzere birden fazla zamana ve birden fazla mekâna denk düşen tüm sevdalar, karşılıksız bırakılmıştır unutma. Kader dedikleri bu işte, karşılıksız bir sevda ve tüm karşılıksız sevdalar gibi saçma…

Anlıyor musun? Beni karşılıksız, beni kaderin ellerine bırakma!

ÇOK SAÇMA!


DOĞAN ÖMÜR

*Görsel: Birol Üzmez-Madenciler Fotoğraf Gösterisi
**Doğan Ömür’ün diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.






KADER Mİ???

21.05.2010
Başbakanımız; “Grizu patlamaları maden ocaklarının tabii bir parçasıdır. Bunları yüzde yüz önlemek mümkün değildir. Bunu tekrar söylüyorum bu mesleğin kaderinde vardır.” derken haklı aslında. Adı telaffuz edilmiyor olsa bile, yeraltı maden ocaklarında çalışıyor olmanın kaderinde “ölüm” ne yazık ki vardır. İşte Türkiye Maden İşçileri Sendikası tarafından açıklanan ve pek çoğunu bildiğimiz, yeraltı maden ocaklarında iş kazalarını “kader” yapan nedenlerden bazıları:

*Özel sektörün “önce üretim, önce kar” anlayışının, en küçük bir ihmalin bile toplu ölümlere yol açtığı yeraltı maden ocaklarında iş kazalarına davetiye çıkartması,

*Devletin iş sağlığı ve güvenliği denetimi ve yaptırımlarındaki yetersizlik,

*Maden ocaklarındaki denetim yetersizliği; fenni nezaretçinin işverene bağımlı yapısının sürmesi, yerinde ve sürekli denetimin etkili kılınmaması,

*İş sağlığı ve güvenliği mevzuatındaki yetersizlikler; ILO’nun konuyla ilgili 176 sayılı sözleşmesi Türkiye tarafından onaylanmamış ve dolayısıyla uluslararası standartlar mevzuata yerleştirilmemiştir.

*Özelleştirmeler; özelleştirilen maden ocaklarında iş kazaları artmıştır, istatistiklerle somuttur.

*Taşeronlaştırma/Rödevans; toplu ölümlü iş kazalarının meydana geldiği kömür ocaklarının büyük çoğunluğu taşeronlarca işletilmektedir.

*Sendikal Örgütsüzlük; sendikal örgütlülük yerinde ve sürekli denetim demektir. Son dönemde iş kazalarının meydana geldiği ocakların hiçbirinde sendikal örgütlülük yoktur.

Bunlar yeraltı maden ocaklarında önlenebilir olan iş kazalarını “kader” haline getiren nedenlerden sadece birkaçı. Ve bu nedenlerden ötürü, TTK Genel Müdürlüğü istatistik verilerine göre kömür ocaklarında 1955-2009 yılları arasında yaşanan iş kazalarında 2687 işçi hayatını kaybederken 326321 işçi ise yaralı olarak kurtuldu.

İş kazaları bakımından Türkiye en güvensiz ülkeler sıralamasında başı çekmekte; ülkemiz dünya sıralamasında 3. ve Avrupa sıralamasında ise 1. konumda. Anlaşılan o ki; Avrupa ve dünyada çok fazla esemesi okunamayan “kader” iş kazaları bakımından Türkiye’de ağlarını örmüş durumda. Böylesi bir kader sadece bizim işçilerimizin alınlarında yazılı, böylesi bir kötü talih sadece bizim işçilerimiz için kaçınılmaz...

Peki ya şimdi ne olacak? Bu ağın içersine daha nice canların takılmasına sessiz kalıp kaderimize boyun mu eğeceğiz? Yoksa iş kazalarının “kader” olmaktan çıkartılması için yetkililerin ve sorumluluların gerekenleri bir an önce gerçekleştirmesi adına elimizden geleni yapıp sesimizi mi yükselteceğiz?


*Bilgiler buradan alınmıştır.
**Görsel: Buradan alınmıştır.

KALPTEN KONUŞ!

18.05.2010
Kalpten konuş, seni anlarız. Çıkarsız, kaçınılmaz, doğal ve o saf çehrenle. Konuş, açıklama zaten açık olanı. Düşünme, bırak aksın içindeki cereyan. Gözüpek ve rahat ol, cesaret yedi atlıyla yoldaşın olacak. Biz yollarını açacağız, zaten kapılar, kilitler hep mahsustan! Hem unutma senin bu kırılmayacak kadar yumuşak oluşun seni süzüyor, durmadan güzelleşiyorsun.

Kalpten konuş, biz dinleriz. Sen başkalarına bak, ama yolunda yürürken. Aşk ol, aşık olmana gerek kalmasın. İçinden bağırma. Bana usulca kendini hatırlat ve durmadan tekrarla. Ay biraz da senin için orada. İçindeki idare lambasını sakın kısma. Ateşlere düşersen sakin ve serin ol, yanmazsın. Yüzünü, hep yüzünü dön bana.

Kalpten konuş, içini sor. Çıkmaz mürekkebin hokkası orada. Sen hayatsın. Sen neredeysen hayat orada. Şarkı söyle, iyi şeyler düşün. Bak sinende peydahlanan hareler nasıl çimlendiriyor sevgiyi, nasıl büyütüyor. Anaç şefkatinle besle bizi. Uslandır. Heyecanla çarpıntılara vuralım. Gülüş ağlamaya karışır ya, oraya. Şimdi seninle uykularda daha uyanık, rüyalarda daha canlı ve berrakım.

Kalpten konuş, bizbizeyiz ve bu yetsin sana. Hem artık bir mucize de arama. Çünkü biliyorsun zaten biz, bizim bu halimiz bir mucize! Keramete de ihtiyacın olmasın. Senin ihtiyacın yok ki! Sen ki; bir anda börtü böceğin, mazlumların ve yağmurun hatırını toplayıp, bize nefesinle verebilensin. Taşın, suyun ve toprağın canı sana geçer, sırlarını döken ayna olursun. Herşeyin bir, birin herşey olduğu o manzarada renkler canlanır, raks başlar, resim değişir, biz oluruz.

Kalpten konuş, bunun ne ilgisi var bir tercih ya da dayatmayla? Sen yağmur ol yağ bana. Kimliklerimizi sormaya gerek olmayan o ülkede adlar ve özellikler de yok. Bahar canbağı olsun aramızda. Ardından bir hafiflik ve yükseliş gelir nasıl olsa.

Kalpten konuş ve sen sadece ol! Sakın tasarlama. Bırak herşeyin adını onlar koysun. Kaygıdan ırak ol. Özünün suyundan iç kana kana. Durma kalpten konuş. Seninle arınıyor, yıkanıyor hayat. Eğer sen bunu yapmazsan, biz bekleyemeyiz, hayatı yorma. Sen yapmazsan, yedeğin gelecek o yapacak. Biliyorsun her şey zamanında ve sırayla. Sıra sende...

Kalpten konuş. Unutmayı ve unutulmayı söyle, incitmeyen ve büyüyen sevgiyi anlat. Hem biliyor musun herşeye dayanabiliriz. Biraz ölsek ne çıkar?

Kalpten konuş, biz dinleriz. Hadi beşinci mevsime geçelim. Yeni bir iklimin mümkün olduğunu fısılda. Sana inanalım. Bizi mahçup et, ince ayarlar yapalım. Derin samimiyetten öte yeraltı ırmakları gelsin. Artık konuşalım. Büyük sofralar ve dans...Bitsin!

Hep beraber susalım. Susalım ve uyuyalım. Sen kalpten konuş, hiç durma. Biz uyuyalım, kalpler konuşsun.

İSMET ARASAN

*Görsel: Deviantart

BURSASPOR'A...

17.05.2010
TEBRİKLER BURSASPOR!

Ve de teşekkürler...

Sadece sözle, parayla, güçle değil, gerçekten inanarak, isteyerek bileğinin gücüyle sonuna kadar hak ederek de bir yerlere gelinebileceğinin en güzel örneği olduğunuz için...

Dilerim bu örneği sadece futbol sahalarında değil hayatın her alanında görürüz, görmeye devam ederiz.



CEBİMDEKİLER

14.05.2010
“Lütfen üzerinizde metal olan her şeyi bırakın ve tekrar geçin” diyor güvenlik görevlisi, x-ray cihazının ben içinden geçerken çıkardığından daha metalik bir sesle. Genelde herşeyini çantasında taşıyan ve çantadan bir şey alması gerektiğinde bir hayli zaman harcamak durumunda kalan ben, bir yandan ceplerimi boşaltmaya çalışırken bir yandan da üzerimde metal olan ne var ki, diye düşünüyorum ister istemez.

Bir yanım diğer yanımı yalancı çıkarmak istermiş gibi birkaç madeni bozukluk çıkıyor cebimden. Şaşırıyorum, çünkü bozuk paraları cebime koymak gibi bir huyum olmamakla birlikte sırf bunun için taşıdığım bozuk para çantam bile var aslında. Unutmuşum herhalde diyerek tekrar geçiyorum ama yine aynı ses çıkıyor cihazdan. Bu sefer güvenlik görevlisi konuşmak yerine bakışlarını metalleştirerek üzerime dikiyor. Tekrar sokuyorum ceplerime ellerimi.

Eskilerden, çok eskilerden kalma bir sinema bileti, herşeyi saklama huyum tarafından günün süprizi olarak sunuluyor önüme. Aklıma o güne dair ayrıntılar geliyor, öncesine ve sonrasına dair görüntüler ışık hızıyla geçiyor belleğimden. Niyetlenip de dile dökemediğim birkaç güzel söz çıkıyor sinema biletinin peşisıra. Kısa cümlelere sığdırılmış uzun anlatılar, küçük notlara yazılmış büyük anlar, bir eşyaya yüklenmiş kocaman anlamlar...Kimlere ve hangi zamanlara ait olduklarını düşünüyorum kısa bir süre, derken bulmuş olmanın sevinci kaçamak bir tebessümle yerleşiveriyor hemen yüzüme. Sonra birden, yaşanıp da bitirilmemiş, anlatılıp tüketil/e/memiş bazı sıkıntılı anlar beliriyor aralardan bir yerlerden. Karanlık, can acıtan, yok sayılan, hatırlanmak istenmeyen...İçimin gölgesi yansımış olmalı ki gözlerime “iyi misiniz” diye soruyor güvenlik görevlisi yanıbaşımda, ben isteksizce ceplerimi boşaltmaya devam ederken.

Belleğin en korunaklı, gizli kapaklı odasının kapısı gizlice açılmış gibi, elimi attıkça kimilerinin varlığını benim bile unuttuğum, unutmuş gibi yaptığım bir sürü şey dökülüyor önüme. Yüzü olmayıp ta izi kalan insanlar, cevabı verilmemiş sorular, sessizliğin örttüğü zamanlar, kabuk bağlamış yaralar, bitirilmemiş öyküler, öznesi olmayan cümleler, ertelenen acılar, sebepsiz kırgınlıklar, kişiler, sözler, yaşamlar...Geçmiş yaşanmışlıktan çok, bir yük gibi sıkışıp kalmış belleğimde, ağır bir koku gibi sinmiş üzerime, adımları belirsiz koyu bir gölge gibi takipte yüreğimi.

Ellerimi ceplerimden çıkartıp masaya koyuyorum yorgun bir ifadeyle. Ne çok doldurmuşum ceplerimi diye düşünüyorum önümdeki koca yığına bakarken. Gerekli gereksiz ne çok şey taşımışım, hala da taşıyorum bana ağırlık yaptığını, beni zorladığını, yorduğunu, önümü tıkadığını bile bile...Ben kendi yüzümü saklayıp sakınırken göstermeye, ceplerim olduğu gibi içimi yansıtıyor önüme. Ceplerim içimin aynası gibi...


*İlk yayın tarihi: 15/05/09
**Görsel:
Deviantart

SOR/MAK

11.05.2010
Ben bıraktığımda
Sen tutunca ipin ucunu
Düşmez miyiz sandın?
Ben sustuğumda
Sen konuşunca
Bulunur muydu
Eksik söz?

Ben durduğumda
Sen yürümeye başlarsan
Varır mıydık niyetlere?
Ben kapadığımda gözlerimi
Sen görürsen eğer
Değişir miydi aramızdaki gerçek?

Ben aramaktan vazgeçtiğimde
Sen bulursan geçmişteki izleri
Kalır mıydı içimizdeki şimdi?
Ben yaşamayıp
Sen yaşatırsan
Yakınlaşır mıydı gelecek?

Ben varken
Sen yoksan
Olur mu/ydu aşk?
Şimdi sen kalırken
Ben gidersem
Bitti denir mi?



Görsel: Deviantart

BU BİR MİM YAZISI DEĞİLDİR!

8.05.2010
Tamam kabul ediyorum ben bu işi beceremiyorum. Hele ki az önce, ilk gönderilen tarihin 20 Ocak olduğunu görünce bir kez daha anladım ki mimlenmek benim neyime. Yapamayacaksan madem kabul etme değil mi, ya da mim yazmayı sevmediğine dair bir bilgi ver ki sana yollanmasın. Ama aksine bir de ortalar da “aaa bu ne güzel mimmiş, aaa ben de yazsam mı acaba” diye dolaşıyorsun. Sonra da bütün mimleri toplayıp da mim bohçana, bir yerlerde bırakıyor, ya unutuyor ya da yazmaya zaman bulamıyorsun. Daha o bohçada yazılmayı bekleyen kaç mim var acaba diye sorsam? Gerçekten ayıp sana be arkadaşım gerçekten çok ayıp...

Ne diyordum; sevgili Galadriel Ar Feiniel, Yasemin Şahin ve Kitap Kurduyum Ben aylar önce beni mimlemiş, yetinmemiş yanında bir de ödül vermişlerdi. Tabi ki bu mimi bana yollayarak nasıl bir hata yaptıklarını bilmeden...

Şimdi ise büyük ihtimalle kendilerinin bile varlığını unuttuğu ya da ümidi kestiği bu mim yüzünden onlar çoktan pişman olmuşlardır bile. Bense utanıp sıkılarak bu geç kalmış özür ve teşekkür yazısını yazıyorum. Arkadaşlar sizin layık gördüğünüz ama görünen o ki benim pek layık olamadığım bu mim ve ödül için gerçekten teşekkür ederim. Ve gecikme için de özür dilerim.

Bu yazı çoktan mimlikten çıktı farkındayım ki zaten mim de çoktan zaman aşımına uğradı, yandı bitti kül oldu. Ama ben yine de mimin kuralları gereği bu ödülü bana yollayan 3 arkadaşıma tekrar sunuyorum. Mimde geçen “kendiniz hakkında 7 ilginç şey yazın” maddesine gelince zaten fark ettiğiniz üzere komple ilginç ve tuhaf biri olduğumdan –tanıyanlar bilir- kendimi maddeleştirmeden sözü kısa kesip gidiyorum.

Ve gittim.






EVİMİZDEKİ YABANCI

6.05.2010
Cinsel taciz ve tecavüz. Hep vardı ve hala da var. Ama son günlerde birbiri ardına patlak veren olaylar, özellikle çocuklara yönelik taciz ve tecavüz vakalarının sayısındaki hızlı artış ve gün yüzüne çıkan, çıkartılan dosyalar nedeniyle daha çok konuşulur, tartışılır oldu. Bir çocuğun bir başka çocuğa tecavüz edip öldürmesi ise bu konunun ne vahim ve tehlikeli bir boyuta geldiğinin en büyük kanıtı ne yazık ki...

Yapılanlar karşısındaki acı ve olabilecekler karşısındaki korku artık hepimizin yüreğine yerleşmiş durumda. Artık görmezden gelemeyeceğimiz, sessiz kalamayacağımız bu durum karşısında aslında pek çok olasılığın bizzat içimizde, evimizin içinde yer alabileceğini gösteren bir araştırmanın sonuçları açıklandı geçtiğimiz günlerde.

Yeni Yüzyıl Üniversitesi’nin 29-30 Nisan tarihlerinde düzenlediği “Cinsel Suç Kavramı ve Delillendirme” konulu sempozyumunda İstanbul Adli Tıp Enstitüsü’nden Prof. Dr. Fatih Yavuz’un açıkladığı araştırma sonuçlarına göre; saldırganların çoğu aslında içimizden biri.

Adli Tıp Enstitüsü’nün en küçüğü 1, en büyüğü ise 78 yaşında olan 1200 cinsel istismar mağduru arasında yaptığı araştırmada saldırıya uğrayanların yüzde 50’sinin çocuk ve saldırganların yüzde 90’ının ise tanıdık olduğu ortaya çıkmış durumda. Yine aynı araştırmada saldırının gerçekleştiği yerlere bakıldığında yüzde 60’ının saldırgan ya da mağdurun evi olduğunu görmekteyiz. Cinsel saldırının ortaya çıkmama nedenlerinin başında ise toplumun olumsuz yaklaşımı ve saldırı iddiasının ciddiye alınmayacağı korkusu yer almakta.

Yine Prof. Dr. Fatih Yavuz’un deyimiyle her yıl cinsel suçlarla ilgili adliyeye yansıyan davaların toplamı 13-18 bin arasında değişiyor. Yansımayanlar, yansıtılmayanlar düşünüldüğünde ise bu rakam neredeyse 20 katına yani 336 bin civarına ulaşıyor. Araştırmada yer alan diğer sonuçlar da aynı oranda çarpıcı ve düşündürücü.

Namus konusuna bu kadar önem verilen ve hatta uğruna acımasızca cinayetlerin işlendiği bir ülkede, cinsel taciz ve tecavüz olaylarında saldırganların büyük bir oranının tanıdık olması ve tüm bu saldırıların sonrasında toplumun olumsuz yaklaşımından korkularak sessiz kalınması büyük bir çelişki değil mi sizce de? Ve devletin bu çelişkiyi gidermek ve bu sorunu çözmek adına eğitim, yaptırım, ceza vb konularda bir an önce gerekli tedbirleri alması gerekirken, aksine bu çelişkinin devlete bağlı bazı merciler tarafından “kan davası olmasın” vb bahanelerle üstü örtülürmüşcesine sürdürülmesi ne kadar doğru?

Farkında mıyız acaba; bu çocuklar hepimizin. Bu çocuklar geleceğimiz bizim. Ne aileleri ne de devlet olarak kendi çocuklarımıza, kendi geleceğimize sahip çık/a/mıyor, hastalıklı ve ruhları zarar görmüş bir nesil yaratarak onların yüreklerini, masumiyetlerini yok edip vicdanlarımız kadar geleceğimizi de karartıyoruz. Kendi ellerimizle kendi çocuklarımızı cehenneme sokuyor ve orada onları yalnız bırakıyoruz. Peki böylesine bir cehennemin içersinde hangimiz yanmadan yaşayabilir ki?


ARAŞTIRMA SONUÇLARI:

MAĞDUR PROFİLİ:
*
Erişkin Kadın: %35-40
*Çocuk: %50
*Erişkin Erkek: %5
*Zihinsel Engelli: %3
*Yaşlı: %1-3

SALDIRININ GERÇEKLEŞTİĞİ YER:
*Issız ve karanlık bir yer: %10
*Saldırgan ya da mağdurun evi: %60
*Bir başka ev: %20
*Diğer kapalı yerler: %20

ZORLAMA TÜRÜ:
*
Fiziksel şiddet: %50
*Tehdit ve korkutma: %20-50
*Hile-kandırma: %20

SALDIRGAN PROFİLİ:
*Kadınlara yönelik: %75’i tanıdık
*Çocuklara yönelik: %90’ı tanıdık
*En küçük mağdur: 1 yaşında
*En büyük mağdur: 78 yaşında

CİNSEL SUÇLARIN ORTAYA ÇIKMAMA NEDENİ:
*Toplumun olumsuz yaklaşımı
*İddiasının ciddiye alınmayacağı korkusu
*Saldırganın cezalandırılmayacağı korkusu
*Saldırganı zor durumda bırakmamak
*Saldırganın misilleme korkusu


*Konuyla ilgili bilgiler buradan alınmıştır

**Siz de sessiz kalmamak adına lütfen 1MK olarak düzenlediğimiz kampanyamıza katılın. Ayrıntılı bilgi için lütfen buraya göz atın.


HALA AŞK VAR MI?

4.05.2010
Bir melek...

Havada bir bekleme kokusu var. Ağır, karamsar ve soru dolu. İşte tam da o anda, aniden bastırıveren bir yaz yağmuru gibi geliyor, hazırlıksız yakalayıveriyorsun herkesi, beyaz duvarlı bu hastane koridorunda. Bir melek gibisin, bu dünyaya ait değilmişcesine bukle bukle saçlarından, deniz gözlerinden, herkese cömertçe dağıttığın gülücüklerinden, o ufacık ellerinden orada bekleyen herkesin, hepimizin yüzüne, gözlerine, ellerine, üstüne başına umut bulaştırıyorsun. Yaşamın o taze, yeni, iç gıdıklayıcı kokusunu bırakıveriyorsun yanıbaşımıza. Aşk oluveriyorsun bir anda. Aşık ediyorsun. Ah küçüğüm, bir bilsen tek bir gülüşünün aşkına kaç kişinin yaşamın kıyısından dönüp de tekrar hayata dahil olduğunu...

Bir şehir...

İçindeki şehire sor iyisi mi sen, o söylesin sana diyor, umutsuz ve yorgun gözlerime bakarak. Bugüne kadar kaç sokağından geçtiğini ömrünün, kaybolduğunu sandığın yollarında kaç kaldırımına davetsizce çöküp kaldığını, ve her seferinde yeniden toparlanıp ayağa kalktığını...İçinde kendini hala toparlayamamış bir şehir var ve eğer o biterse sende bitersin görüyorum. Ama biliyorum ki sende, içinde bir yerlerde hala, yıkılmış, talan edilmiş bu koca yüreği yeniden kuracak kadar büyük bir aşk da var...

Bir dünya...

Bugünle yarın arasında koca bir dünya var. Her kaybettiğimde seni bana yine bulduran ve her bulduğumda beni sana yeniden başlatan koca bir dünya. Aşk zaman tanımıyor biliyor musun her an yine, yeni ve yeniden başlıyor bugünle yarın arasında...

Bir insan...

Varlığıyla yok etmemek için yokluğuyla yaşatan insanlar tanıyorum, diye bitirdi sözlerini. Hem de gerçekten seven, sevmeyi bilen insanlar...Nasıl diye sordum. Anlatılmaz ki bu, dedi. Kimi zaman aşkın öldürdüğü anlar vardır. Ve insan katil olmamak için sessiz sedasız giden olmayı seçer, ardında tamamlayamadığı cümlelerin günahını onu öldürerek temizleyen yürekler bırakarak...

Bir güzel...

Başka bir hal var bugün üzerinde, sanki başka bir parıltı, başka türlü bir güzellik...Nasıl demeli, kocaman bir yaşam gelip de yerleşmiş sanki içine, birken iki olmuş gibi, ve ne zaman yüzünü bana çevirse gözleri aşk bakıyor, aşktan bakıyor.

Hala aşk...

Var mı diye soruyorsun bana. Var diyorum. Hemen burada, bak yanıbaşında, avuçlarının arasında, sokakta, belki de her köşe başında, bir çocuğun gözlerinde, bukle bukle saçlarında, yaşama telaşında, o telaşın şaşkınlığında, gökyüzü mavisinde, toprak kokusunda, bir şehrin tam kalbinde, yüreğinin tam da ortasında, gördüğün her yerde, görebileceğin her zamanda...Evet hala aşk var sen görmek istedikten sonra...


*"Bir melek, bir şehir, bir dünya var mı? Bir insan, bir güzel, hala aşk var mı?" diyor ya hani Redd bir şarkısında, işte ona dair birkaç kelime...
**İlk yayın tarihi: 20/05/09
***Görsel: Deviantart