Pages

ŞAH VE MAT

29.11.2008
bir satranç tahtasına yayılmış bütün yaşananlar
yüreğim vezirin gölgesinde
sen şahın peşinde
ne var ne yoksa içimizde bir diğerinden kalan
birer birer oyunda şimdi
her hamlede geçmişten bir parça daha siliniyor
her hamlede gelecek biraz daha uzak

sonra sen uzun bir uykudan uyanmış gibi
yavaşça uzatıyorsun elini
son hamle bu diyerek sessizliği bölüyorsun
vezirin yüreğimi ezip geçiyor
akıl aşkı yeniyor
yalnızlık beni...

farkında mısın bir oyunun gölgesinde duraklamada sanki hayat
zaman sil baştan koca bir duvar örüyor aramıza
sonra sen, oyunun kendince galibi, usulca kalkıp masadan, çekip gidiyorsun
sesin zamana çarpıp kayboluyor peşinsıra
kulaklarımda tek bir sözün kalıyor; şah ve mat...


Resim: forum.arkitera.com/attachments/mimari-gorsell

EYVAH ÇANTADA MİM VAR!

22.11.2008
Kadıköy’de bir cafede bırakılan çanta bomba paniğine neden oldu. Polis ekiplerinin olay yerine gelip incelemesi sonucu çantanın kişisel eşyalar dışında birşey içermediği anlaşıldı.



Edinilen bilgiye göre Kadıköy’de dün akşam saatlerinde S. adlı cafede bir masada bırakılıp uzun süre alınmayan siyah renkli büyük bir çanta, cafe müşterileri arasında paniğe yol açtı. Cafe sahibinin polise haber vermesiyle olay yerine gelen ekipler çantayı incelediklerinde kişisel eşyalar dışında birşey bulamadılar. İçinden çıkan kimliğe göre Ö.B. ye ait olduğu belirtilen çantada bulunan eşyaların listesi ise şu şekilde;


*Cüzdan (İçinde kimlik, ssk kartı, banka kartı, smart ticket, efes clup cart, çeşitli kişi ve kurumlara ait kartvizitler ve 55 YTL nakit para)
*Çok da fazla kullanılmadığı her halinden belli olan birkaç parça makyaj eşyasının bulunduğu küçük bir çanta ve 30cc lik Cassis parfüm
*Kimisi okunabilen ama kimisinin ne olduğu belli olmayan yazıların, karalamaların bulunduğu küçük kırmızı bir defter, biri kurşun olmak üzere 3 adet kalem ve küçük bir not defteri
*Elif Şafak’ın Pinhan’ı
*Bir kutu Vermidon ağrı kesici
*Karışık şarkıların bulunduğu bir MP3
*1 paket ıslak mendil, 1 paket selpak, küçük bir dişmacunu ve diş fırçası
*Nokia marka cep telefonu ve şarj aleti
* Sadece madeni paraların bulunduğu küçük bir cüzdan, 4 adet anahtarın bulunduğu bir anahtarlık, akbil ve işyeri giriş kartı
*2 adet 3ü bir arada kahve(kahvesi bol olandan)
*Ve içinde “bu sefer bu mim’i efsa ve bariisss’s dreams’e yollamalı” yazan bir not


Çanta sahibi Ö.B. ise, eşyalarını almaya geldiğinde kendisine sorulan sorulara “bu sıralar yine ardarda mim’lenmeye başladım. En son “aşk böcükleri”nin kuzu’su 'çantamın içinde ne var' diye mimlemiş beni. Dalgınlık işte ne yazacağımı düşünürken unutuvermişim” şeklinde anlamsız ve tutarsız cevaplar vermesi üzerine akıl sağlığının kontrol edilmesi için ilgili hastaneye sevk edildi.




Resim: www.yenisakarya.com/.../haber_uploads/canta.jpg

"ADAM" OLAN KİM?

20.11.2008
Adam; sözlük anlamı insan, erkek kişi, kadın karşıtı...Bunlar dışında; birinin yanında ve işinde olan kimse, birinin sözünü dinleyen, nazını çeken kimse, kayırıcı veya bir alanda derin bilgisi olan ya da bir alanı benimseyen gibi yan anlamları da mevcut. Ha bir de “iyi yetişmiş, değerli, iyi huylu, güvenilir” kimselere de “adam” deniyor. “Adam gibi adam”, “bir işi, eylemi adam gibi yapmak” ve benzeri tamlamalardan bahsetmeye ise gerek yok sanırım.

Evet bunlar TDK’da yer alan tanımlar. Ama son günlerde yaşanan olayları düşündüğümde benim aklımın lügatında ne yazıkki “adam” kelimesinin karşısında hiçbir şey yazmıyor. Yok. Koca bir boşluk var sadece.

Nasıl olsun ki siz 78 yaşında 10 çocuk, 40 torun sahibi olup da 11 yaşındaki bir kız çocuğunu uluorta taciz edenlerden, namus kavramını ağızda sakızmışcasına kullanıp da kendi öz kızlarına gözünü kırpmadan tecavüz edenlerden, “gazeteci” sıfatı altında kendi düşünceleriyle bağdaşmayanlar hakkında gayet rahat bir şekilde “pornocu” yakıştırmalarında bulunabilenlerden “adam” diye bahsedebilir misiniz...Sahi siz 14 yaşındaki bir kız çocuğunun bile sahip olduğu(!) ruhsal ve bedensel olgunluğa verdikleri kararlarla, yaptıkları işlerle, düşünceleriyle ulaşamamışlara nasıl hitap edersiniz...

Peki ya kendimize ne demeliyiz...Bir zamanlar her dile geldiğinde, getirildiğinde “ah, vah” deyip anında unutuverdiğimiz acılar, insanlık dışı davranışlar, saçma sapan kararlar artık kapı komşumuz olmuşken, hemen gözümüzün önünde yaşanıyorken, gözümüzü kapatsak kokusunu duyuyorken ve hala hiçbir şey yapmıyorken bizler ne kadar “adam”ız acaba...

Biz daha bir filmi eleştir(ebil)mek yerine, süslü püslü kelimelerle oluşturduğumuz altı boş cümleleri “ötekileştirmek” için, birimizi diğerimizden keskin sınırlarla ayırmak için kullanaduralım “adam”lık elden gidiyor arkadaşlar farkında mısınız....Altı gitgide boşalıyor “adam” kelimesinin, içi çürüyüp gidiyor, küfleniyor...Ve bizler bu halimizle utanmadan Atatürk’ün “insan”lığını tartışıyoruz. Yazık çok yazık...


Resim: loadtr.com

SEVİYORUM ULEN SENİİİ

19.11.2008
Vakti zamanında “bu mim de ne ola ki” diye sorma gafletinde bulunmamla birlikte “al sana mim” şeklinde sağdan soldan yukardan aşağıdan mim fırtınasına tutulmuşluğum vardır. Hatta ayrı kişiler tarafından aynı konuda birkaç kez mimlendiğim bile olmuştur. Amma velakin hepsini de gayet güzel bir şekilde karşılayıp, başkalarına paslamışımdır. Aferin bana...


Geçenlerde yine kendi kendime “bu aralar kimse kimseyi mimlemiyor, sakın bu işte mim düşmanı siminya’nın parmağı olmasın” diye düşünürken korktuğum başıma geldi ve gördüm ki bekleyen derviş muradına ermiş şeklinde ilk mim’inin heyecanını bizlerle paylaşan “Malın Gözü”nün rectoa’sı pası benle siminya’ya atmış. Aferin ona...

Şimdi bu durumda mim düşmanı siminya ne yapar bilemem ama ben rectoa arkadaşımdan gelen “blogunun nesini seviyorsun” konulu mim’i elimden geldiğince karşılayıp sonra da uygun birilerine paslamaya çalışayım. Bana bir aferin daha...

Aslında şeytan beni “bir de bloguna sor bakalım, o senin neyini seviyor” konusunda yazmamla ilgili dürtse de (bunu başka zaman yaparız artık) bozmayalım ortamı ve bakalım ben blogumun nesini seviyormuşum...

*Kumandanın benim elimde olmasını...Diğer blog maceralarımı düşününce gerek içerik, gerekse sayfa düzeni vb konularda uyulması gereken kurallar söz konusu, belirli kriterler var. Yani kirada oturmak gibi. Ama burası tamamen bana ait bir yer, benim evim. İstediğim an istediğim şekilde değiştirme hakkına sahip olduğum gibi kafamın tası attığında tek bir tuşa basarak çekip gidebilirim de...

*Saçmalamalarımın göz önünde bir yerlerde bulunması hoşuma gidiyor. Yani bu sadece başkaları okusun, görsün anlamında değil. Zaman zaman yazılarımda ne zaman, ne şekilde ve niye saçmaladığıma dair kendi izlerimi takip ettiğim oluyor.

*Kelimelerin sihrine inanan biri olarak yazdıklarımın, yüzünü bilmediğim ama yüreğini bildiğim kişilerin dilinde yeniden hayat bulup başka bir sihire bulaşmasını ve bana benden çıktığı halinden daha dolu, daha anlamlı geri dönmesini seviyorum. Gerçekten beslendiğimi hissediyorum burada...

*Sahip olarak cımbız, ayna, umur ve dünya bölümlerini seviyorum. Kendimce seçtiğim, bana iyi geldiğini düşündüğüm kelimeleri, cümleleri, paragrafları ve hatta kitapları paylaşmayı...

*Evet sayfa düzeni, avatar vb konularda beceriksizliğim artık cümle alem tarafından biliniyor. Ama sayfamın bu sade ve az renkli halinin beceriksizliğimle bir ilgisi yok. Ben kelimelerle renk katıp süslemeyi tercih ediyorum sadece hepsi bu. Vallahi...

*Aslında herşeyin özü; cebimdeki kelimelerle kendi öykümün kahramanı olarak hem misafir ağırlamayı hem de diğer öykülere misafir olmayı seviyorum. Ve bir ayna gibi kendimi yansıtıp bana yansıyanları görmeyi...

Evet genel olarak durum budur. Şimdi gelelim bu mim’in kimlere gideceğine. And the mim goes tooooo; "Brajeshwari" ve "İsmurat"...Hadi bakalım kolay gele...Eğer yazarsanız bir aferin de size...




ET VE TIRNAK

18.11.2008
Nasıl ve ne zaman başladığını hatırlamıyorum bile. Hatırladığım tek şey bir inat uğruna birbirinizin canını çok ama çok yakmış olmanız. Kimsenin kimseye üstünlük kuramadığı ama saçma bir inat uğruna acıtmaktan da çekinmediği uzun ve sancılı bir süreç.


Bazı zamanlarda yardımcı olmak adına bulunduğum girişimler canınızı daha çok yakıp acınızı arttırmaktan başka bir şeye yaramadı ne yazık ki. Ve bende son anlarını yaşayıp can çekişen bu birlikteliği uzaktan içim acıyarak seyretmek zorunda kaldım sadece.

Artık vakit geldi demek ki...Yolun sonuna geldik. Oysa kim derdi ki etle tırnak birbirinden ayrılır diye. Ama gözümün önündesiniz işte. Ve ayrılıyorsunuz. Aylardır süregelen savaşınız nihayet bir tarafın savaş alanını terk etmeye karar vermesiyle sona ermiş gözüküyor. Savaş alanı sizden arta kalanlarla sessiz bir yıkıntı halinde.

Evet artık bitti, diyorum anneme telefonda, bir gözüm ayak parmağıma takılı. Israrla doktora gitmem gerektiği konusu kapanıyor ister istemez. Parmağım daha iyi. Artık tırnağım batmıyor. Ve dediğim gibi az kaldı. Et tırnağı atıyor. Canım yanmıyor eskisi gibi. Telefonu kapatıyoruz.

Ne kadar can acıtsa da, etle tırnak birbirinden ayrılıyormuş işte diyorum ayağıma bakarak. Ve aylardır çektiğim işkencenin bitmiş olmasının o anlatılamaz huzuruyla inat etmenin bir alemi yokmuş aslında diye düşünüyorum. Ait olmadığın yerde kalmakta ısrar etmenin. Gitmen gerektiğini bildiğin halde kalmak istemenin. Bu kadar acı çekmenin ve çektirmenin.

Yaşamın içersinde de böyle değil midir zaten. Nefes aldığın her yerde yaşarsın elbette. Ama asıl hayat ait olduğunu hissettiğin yerdedir. Ait olmadığın yerde aldığın her nefesin içinde kopkoyu bir huzursuzluk gizlidir. İçine her çekişinde, seni ve çevrendekileri rahatsız eden kısa ve tok bir öksürük sesi gibi...




Resim: loadtr.com

HAYALET DÜNYA

15.11.2008
“Terkedilmiş ve unutulmuş bir dünya burası. Yapmadığın, söylemediğin, aklına bile getirmediğin şeyler buraya düşüyor ve kalıyor burada. Burası hayalet dünya...”

Kulaklarınla duysan inanmayacağın sözlerden konuş bana. Duyup da inanmadıklarından yada duymazdan geldiklerinden...İstediğin halde hiç kullanmadığın kelimelerden anlat. Dilinin dönmediklerinden mesela... Ben sessiz kalayım.

Kırk yıl düşünsen aklına gelmeyecek yerlerden bahset bana. Aslında aklında olup da ihtimal vermediklerinden. Başıma gelmez, bana uğramaz dediklerinden. Görmezden geldiklerinden yada görüp te değer vermediklerinden... Ben düşünmeden durayım.

Gözünle görmezsen inanmayacağın yerlerden bak bana. Olanı değil olmayanı gör. Görmediğini oldur. Köşebaşında bekliyor aşk. Bak eli kulağında... Ben gözüne çarpayım...

Aklının almadığı yerlerden sor bana. Akıl işi değil ki bu. Cevapsız kalayım. Beni olduğum gibi bil. Bildiğinden öte olayım. O incecik sınırdayım şimdi. Yüreğine dayandım. Bırak kendini bana. Aklında sadece ben kalayım. Yüreğinde ben olayım.

Her aşk bir diğerinin kopyası oldu artık. Sen kağıdı kalemi bırak. Ben bu sayfada en temiz kalanım.

Burası hayalet dünya. Hadi gel biz gerçek yapalım...

*İsim ve italik yazılan bölüm “HAYALET DÜNYA” adlı filmden alıntıdır.
**Resim: loadtr.com

GEÇERKEN UĞRAYAN ZAMAN

12.11.2008
Seni görmeden nasıl yaşanır bilmiyorum. Bilmeden yaşayıp gittiğim, es geçtiğim, görmezden geldiğim o kadar çok şey var ki etrafımda sözünü bile etmediğim, ama seni görmeden nasıl yaşanır gerçekten bilmiyorum. Sesini duymadan, dokunmadan yüzüne, ellerini hissetmeden, seninle herhangi bir şey hakkında tek bir kelime bile etmeden…


Geçerken uğramış olsa zaman. Kendi hızından kendi başı dönmüş olsa, bir nefeslik mola istese, gelip oturuverse yanımıza tam da biz en güzel halimize bürünmüşken. Konuşmaya başlasak oradan buradan derken derin, koyu bir sohbetin içinde bulsak kendimizi, hiç bitmese istesek, zaman bile kendinden geçse, kendinin nasıl geçtiğini anlayamadan hem de…Sonra kalkıverse aniden, biz kalsın diye bakarken o bırakması gereken anılardan, yaşanması gereken bu anlardan, varılması gereken yarınlardan bahsetse, dur diyemesek, durursa eğer yaşamın durup da kalacağı, bir daha atmayacağı yürekleri, kendini gizleyenleri, her adımı izleyenleri, yolunu gözleyenleri düşünüp de susuversek sorgusuz sualsiz. Giderken bir parça bıraksa kendinden, unutmuş gibi yapsa, seslenmeyip ardından unuttuğunu varsaysak bizde. Ve biz hep o en güzel halimizle kalsak,unutulan ama unutmadığımız o anda, zamanda, hayatta, kendimizde, birbirimizde…


Seni görmeden nasıl yaşanır bilmiyorum. Bilmeden yaşıyorum ya bende zaten kaç zamandır kör sağır dilsiz. Belleğimde en son bende olduğun zamanların anıları…Kırık dökük bir geçmişin izlerini saklıyorum yüreğimde, bir gölgenin yarım yamalak adımlarını taşıyorum. Yaşıyorum. Senden sonra hayat, ağır aksak, el yordamı…


Resim: loadtr.com

SADECE "MUSTAFA"...

10.11.2008
Neden “Mustafa” diye sorulduğunda “en insani, en yalın halini anlatmak istedim” şeklinde cevaplamıştı Can Dündar bir programda. “Kemal ve Atatürk isimleri sonradan aldığı, adına sonradan eklenen isimler. Onun asıl adı Mustafa ve ben de tüm insani yanlarıyla Mustafa’yı anlatmak istedim.”


Belki de sırf bu yüzden 29 Ekim’de ben ilk defa Atatürk’ü değil, Mustafa’yı seyretmeye gitmiştim sinemaya. Bahtsız Ahmet’in kardeşi, Ali Rıza Bey’in yetimi, Zübeyde Hanım’ın gözünün nuru Mustafa’yı. Ali Fuat’ın kadim dostu, Corinne’nin sevdalısı, Fikriye’nin gizli aşkı, Latife’nin kocası Mustafa’yı...Ben o gün kendi sözleriyle “beyni vücudundan önde, önlerde giden” bir dehanın, bir öngörü ustasının, bir devri kapatıp yeni bir devir açan bir devlet ve siyaset adamının en insani hallerini görmeye gittim.

Ve gördüm ki Mustafa hepimiz kadar, hatta hepimizden daha fazla insandı; kendi sağlığını hiçe sayıp, gecesini gündüzüne katıp, bu uğurda yalnız kalmayı bile göze alarak kendinden öte milletini düşünüp, yoktan bir devleti var ettiği için.

Ve seyrettikten sonra bir kez daha anladım ki bizlerin sadece üstün zekası, öngörüsü, devlet ve siyaset adamlığı, hırsıyla Atatürk’e değil insani yanıyla, insan yanıyla daha nice Mustafa’lara ihtiyacımız var.

Filmdeki bazı konuların öne çıkarılması, bazı dialogların yanlış anlaşılması konusundaki görüşlere, eleştirilere saygım sonsuz, elbette kimse beğenmek zorunda değil. Ama Can Dündar’ı vatan haini ilan edip de, bu film kesinlikle çocuklara seyrettirilmesin şeklindeki polemikler gerçekten çok saçma, acımasız ve gereksiz geliyor bana. Çünkü kalkıp da biri bana bu filmde geçen alkol, zevk düşkünlüğü, çok sigara içmesi vb konuları hata olarak sunma cesaretini gösterecekse eğer benimde ona soracağım tek bir soru olacak o zaman; peki bunlar “hataysa” kim bu kadar az hatayla bu kadar büyük işler başarabildi ki şimdiye kadar???

Bu konuda aslında yazılacak söylenecek çok şey var. Ama daha fazla uzatmak istemiyorum. Ve son olarak bugüne kadar bu film hakkında yazılmış olup da okuduğum en kısa, az ve öz ve en güzel yazıyı yazarının da onayıyla buraya ekliyorum. Tekrar teşekkürler sevgili "abi" bu yazı için...


İNSANİ BİR RÜYA...

- Ata’m, seninle ilgili bir film yaptılar.


- Ne güzel. Sonra?


- Sonra kavga çıktı Ata’m.


- Kimler kavga ediyor, çocuk?


- Lâik kesim kendi arasında kavga ediyor, Ata’m.


- Bak evlâdım. Sana iki kelâm edeyim; “Cumhuriyet fikir serbestliği taraftârıdır. Samîmi ve meşrû olmak şartıyla her fikre saygı duyarız.” “Türk çocuğu ecdâdını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.” Bunları unuttunuz siz.


Sizler, aranızda kavga edeceğinize, tek yürek olup, asıl hedeflerinize odaklanmalısınız.


Bir filmle benim incitilebileceğimi ya da küçültülebileceğimi düşünüyorsanız, sizler, kendi içinizde yeteri kadar kuvvetli değilsiniz.


Bak, karşı taraftan hiç ses yok...Çünkü onlar, sizin aranızda bir film yüzünden çıkmış olan bu kavgayı, ellerini oğuşturarak seyrediyorlar. Çünkü onlar henüz hiçbir şey söylemeden, filmi seyreden sizler benim hakkımda “sarhoş, kafayı bulunca ağlayan zayıf adam, zampara, diktatör, korkak” sıfatlarını kullanıyorsunuz.


Evet çocuk. Bu sıfatları sizler kullanıyorsunuz. Onlar seyrediyor, gülüyor...Yarın bu kelâmları onlar kullandığında, sizlere diyecekler ki; “Bunlar sizin kendi kelimeleriniz.”


Türk milleti zekidir demiştim hâlbuki. Gördün mü yalnızlığımı?


Yazık. Çok yazık...


***Yazının orjinaline http://ahbeguzelabimbe.blogspot.com/2008/11/insani-bir-ruya.html linkinden ulaşabilirsiniz.

GÜN SONU RAPORU

7.11.2008
“Gün sonu alıyorum” dedim. “Ne alıyorsun" diye şaşkın bir sesle sordu, anlamadı tabi haklı olarak. Telefonun çalıyor, açıyorsun ve “efendim” diyorsun. Arayan kişi sana selamsız sabahsız, açıklamasız “gün sonu alıyorum” diyor birden. Aslında arayan kişi sana demiyor onu, o sırada kendisine ne yaptığını soran Meltem’e (iş arkadaşı) söylüyor. Fakat bir yandan seni arıyorken -telefonu bu kadar çabuk açacağını beklemiyor elbet- bir yandan da arkadaşına laf yetiştiriyor. Derken sen aniden açıyorsun telefonu ve karşından bir ses “gün sonu alıyorum” diyor sana. Ben olsam ben de şaşırırım tabi...


Neyse, “gün sonu alıyorum” dedim ben tekrar ona. Ve küçük bir açıklamayı hakettiğini düşünerek, küçük de bir açıklama yaptım. Yani işin en basit anlatımıyla “çeşitli bankalara ait pos makinalarından gün boyunca yaptığım bütün işlemleri ayrıntılarıyla gösteren işlem raporlarını alıyorum” dedim. Kırk yıldır tanışıyor değildik hatta yıl bile uygun bir zaman kavramı değildi tanışıklığımıza dair, ama biz kırk yıldır tanışıyormuş gibi, gerçekten günün sonunu getiren bir konuşma, gülüşme ve vedalaşma aşamalarını gerçekleştirip anlamsız başlayan ama anlamlı biten (en azından benim için) telefon konuşmamıza son noktayı koyduk. Yerimden kalktığımda en azından kırk yıldır tanıştığım çoğu insandan beni daha fazla anladığına emindim.

Elimde evraklarım muhasebenin yolunu tutmuşken bir yandan da kendi kendime konuşuyordum çoğu zaman yaptığım gibi. Kendi gün sonumu da alsam nasıl olur acaba diye düşünmeye başladım birden. Bedensel ve zihinsel faaliyetlerim için her gün “gün sonu” yapsam mesela. Duygusal, zihinsel, fiziksel raporlarımı sırasıyla akıl ve yüreğimden alsam. Sonra vicdanıma sunsam, “al işte bugünde böyle geçti bak bakalım ne var ne yok” diye. Eksik mi kalmışım çoğu zaman olduğu gibi yoksa fazlalığım var mı bir sonraki güne kalan. Ya da ucu ucuna eşitlemiş miyim bugünümü, ne karda ne zararda, ortalarda bir yerlerde yaşayıp gitmiş, tüketmiş miyim. Yarına ne bırakmışım, ne taşımışım bugünden. Yarından yana neye ümitlenmişim, heveslenmişim. Bak bakalım ne katmışım kendi ellerimle kendi yaşamıma, ve neleri atmış, azaltmışım kendimden. Hadi kendime olmadı diyelim, bir başka yaşama bir yararım dokunmuş mu acaba, kendim için olmasa bile bir başkası için iyi bir şey yapmış mıyım. Yoksa suya sabuna dokunmadan bir günü daha yırtıp atmış mıyım ömür denen bu sayfaları hızla tükenen takvimden...

Tüm bu ve benzeri soruların cevaplarından oluşan uzun bir rapor sunsa bana vicdanım. Sonra ben o raporu okuyup, üzerinde iyi kötü düşünüp, artık “dün” olan bugünden alacağımı alıp, yarına doğru devam etsem. “Gün başı” yapsam yeni bir gün için mesela. Sil baştan, yine, yeni ve yeniden başlasam....Olur mu acaba. Neden olmasın ki. Gerçi bu soruların çoğunu zaten gün içinde sormuyor muyuz kendi kendimize. Yada geceleri tekbaşınalığımızı bu cevabı çoğu zaman bilinmeyen, bilinse bile nedense tam olarak verilemeyen sorularla boğup durmuyor muyuz. Sonra da sırf bu soruların ağırlığından kurtulmak için belki de, uykunun o sıcacık kollarına sığınıp da kaçmıyor muyuz kendimizden...Belki de bu cevapları erteleyerek aslında bütün bir yaşamımızı ertelemiş olmuyor muyuz. Ve her seferinde biraz daha eksik yaşamıyor muyuz hayatı olması gerektiğinden...

Telaşla çıktım muhasebeden. Yok yok vazgeçtim ben bu işten diye söylendim kendi kendime. Ucu bucağı gözükmeyen upuzun bir raporu düşünmesi bile yormuştu beni. Yok yok böylesi daha iyi. Ben kendi kendime hallederim duygularımı, düşüncelerimi, yaptıklarımı, yapacaklarımı, kendime dair ne varsa hepsini...İşleme, rapora, işin içine rakamların girmesine ne gerek var. Hem ben oldum olası matematiği de hiç sevmem...Bırakmalı, akıp gitmeli hayat bir su gibi ellerimden. Ben avucumda kalan su damlalarının değerini, o serinliği hissedeyim yeter...

“Ne oldu ne bu suratının hali” diye sordu Meltem. Topladım pılımı pırtımı, “yok birşey” dedim, “işim bitti, çıkıyorum ben. Gün sonlarını muhasebeye teslim ettim.”




Resim: kadin.muhendisler.googlepages.com/rapor.gif/r...336 x 365 - 31k

OYUN

4.11.2008
Ah be hayat mızıkçılık yapma. Hep ben yumuyorum. Sen saklanıyorsun. Önüm, arkam, sağım, solum sobe. Gözümü açıyorum. Bir varsın. Bir yoksun.

Balkon demirlerinin arasından bakıyorum şimdi sana. Eski günlerde, dar vakitlerde saklı çocukluğum. Melekler kardeşimin oyun arkadaşı olmuş. Bense annemin korku dolu sığınağı. Düşlerim balkondan düştü de kaç kez, inip toplayamadım. Yeni düşlere gebe, olmayan oyunlara hasret çocuk yaşım.

Ah be hayat sorum sanadır. Yaşım büyüdükçe ufaldım sanki. Kendimi topluyorum da şimdi sokak aralarından. Çocukluğum bir oraya bir buraya dağılmış. Acılar yaşıyorum gizli kapaklı. Artık vakit geniş. Gel desem yeni oyunlara. Yeni baştan. Benimle oynar mısın?

Adını koyamadığım yalnızlıklar yaşıyorum bu aralar. Herkes büyümüş de bir ben kalmışım. Çocuksu inatlara yeniliyor tüm hislerim. İçime sinmeyen yaşamlar gözümün önünde. Eski fotoğraflara takılı aklım. Bir türlü ayak uyduramadım ya senin adımlarına. Hep bir yerlerde asılı kaldım.

Ah be hayat sözüm sanadır. Düşündüğüm gibi değilmişsin. Büyüdük diye mi boşaldı bütün çocuk parkları. Alnımda yüzüme çarpan salıncağın izi kalmış. Yüreğimde senin çarpıp da kaçtıklarının kapanmaz yarası. Vazgeçtim ben senden. Al misketlerini ver bebeklerimi. Oynamıyorum artık seninle desem. Kızıp da bana küser misin?

Hep bir neye niyet, neye kısmet geçiyor günlerim. İçimin kalabalığı çoktan boyumu aşmış. Hayat bir okulmuş öyle diyorlar sağdan soldan. Benim çocukluğum sınıfta kalmış. Pembe yalanlarla gözlerim bağlı. Kendimi kandırıyorum olmadık oyunlarla. Benim aslında kendimin en büyük düşmanı...

Ah be hayat oyunlardayım ben daha. Büyüyemedim otuzluk bedenime inat. Beceremedim. Çocukluğumun derdine düştüm bu yaşta. Sokak aralarında, oyunlar peşindeyim. Üstüme gelmesen. Bozmasan iki kuruşluk keyfimi. Olmadık zamanlarda acıtmasan canımı olmaz mı?

Ah be hayat korkum sanadır. Bilirim bırakmazsın peşimi. Ne yaparsam yapayım iki elin yakamda.

Ah be hayat sitemim sanadır. Ne olur çalışmadığım yerlerden sorma.


Resim: loadtr.com

BİTMEYEN RESİM

1.11.2008
Bir gidiyorum bir geliyorum, diyorum nerede olduğumu soranlara. İnce bir çizginin üzerinde kendi peşimde koşturup duruyorum. Cenneti cehenneme, cehennemi cennete taşıyarak. Hayat düğüm olup kalmış boğazımın ucunda. Boğulmadan çözmeye çalışıyorum.

Bir varım bir yokum diyorum, nerede olduğuma bakanlara. Uyanıyorum düş. Uyuyorum gerçek. Yüreğimin yolunda yürüyüp gidiyorum diyorum. Bazen kendi ayaklarıma dolanıyorum. Bazen de başkalarının ayaklarına basıp geçerek. Ama ne olursa olsun yitirmemeye özen gösteriyorum hayatımın yaşanıp ta tüketilmiş, bitirilmiş karelerine. Yüreğimin en kuytu köşelerinde saklıyorum.

Bir orada bir burada sürüp gidiyor işte hayat. İyi misin, diye soruyorlar. Evet, diyorum ve başlıyorum anlatmaya iyiliğimi...Tam anlatırken sözlerimin arasına bir yalan giriyor. Kara kuru bir yılan gibi sinsice kıvrılarak gelip te çörekleniyor tüm kelimelerimin üzerine. Dilimden dökülen herşey kararıp soluyor. Kendi yalanım kendi dilimi sokuyor. Susuyorum.

Koca bir resim tuvalinin önünde dikilip duruyorum bugünlerde. Doğru rengi bulmaya çalışan bir ressamın tedirginliğinde ve telaşında, atılmayı bekleyen son bir fırça darbesini saklıyorum ellerimde. Zamanı ve rengi belirsiz...

Resim: loadtr.com