Pages

İYİ SENELER

31.12.2011
Geçen onca zamandan sonra değişen pek bir şey yok aslında...Yani ben yine; gördüm. Duydum. Hissettim. Okudum. Yazdım. Düşündüm. Sordum. Cevap verdim. Dinledim. Sessiz kaldım. Anladım. Anlattım. Merak ettim. Edildim. Tanıdım. Tanındım. Sandım. Kandım. Güvendim.Yanıldım. Yandım. Kırdım. Kırıldım. Acıdım. Acıttım. Şaşırdım. Üzüldüm. Ağladım. Güldüm. Heyecanlandım. Diledim. Sevdim. Sevildim. Sevindim. Düşledim. Gerçek yaptım. Başladım. Bitirdim. Gittim. Geldim. Arada kaldım. Düştüm. Kalktım. Canım yandı. Can yaktım. Ekledim. Çıkardım. Eksildim. Çoğaldım. Büyüdüm. Öğrendim...

Şimdi dönüp de baktığımda ardımda bıraktığım zamana farkındayım ki; YAŞADIM.

Düş gibi daha nice zamanlarımız olsun yaşayıp, yaşatacağımız ama gerçek. Bana, size, hepimize iyi seneler...





Görsel: Buradan alınmıştır.

HATIRLA/MAK

27.12.2011
"Bugün bile, ne zaman onu düşünsem, sakin bir pazar sabahı gelir aklıma. Doğmak üzere olan dingin, güzel bir gün. Ödevsiz, her ne istiyorsanız yapabileceğiniz bir pazar günü. İzumi daima bana, uzanıp keyfinize baktığınız bir pazar sabahı hissini vermişti." diye anlatıyor seneler önceki sevgilisini Haruki Murakami, Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında adlı kitabında. Az önce eve dönüş yolu üzerinde okuduğum bu satırlar koca bir tebessüm olup aynı anlama çıkan farklı kelimelerle yeniden yazılmış gibi gelip de yerleşiyor yüzüme. Şu an yüzüme bakan birinin okuyabileceği kadar net üstelik. Senin bakmadan da görüp hissedebileceğin kadar sahici. Birkaç gündür geçmişinin en güzel kıyılarına demir atmış bu kadının, benim, birkaç saat önce kurduğu cümleler de çok farklı değildi ya zaten. Tek fark; ben hatırlamak için notaları ve kelimeleri seçmiştim sadece. Onun notaları vardı çünkü gitarıyla tane tane yazdığı. Benimse kalemimle çalıp söylediğim kelimelerim...

Düşünüyorum da; bir sürü başka nota geçti kulağımdan şimdiye kadar, hala geçiyor da. Ve kalemimden bir sürü kelime yazıldı, ki daha da yazılacak. Ama tek bir şarkı çalınıp söylenen ve tek bir yazı kalemden dökülen sadece ona ve bana, bize ait. O şarkı bizden önce de çalınıp söylendi başkaları tarafından ve söyleniyor da hala ama biliyorum ki o şarkıyı o çaldığında aklından ve yüreğinden geçen sadece benim. Başka bir şarkıda değil üstelik, sadece o şarkıda ve başka biri -hatta şu andaki hayat arkadaşı bile değil- sadece ben.

Ve ben, sahibi olan olmayan, yazıldığı kişiye ulaşan ulaşmayan, kimi dostani kimi sadece aşktan bahseden nice mektuplar yazmış, yazıyor ve hatta yazacak olan ben, ona yazdıklarımda çok başka, çok farklı kelimeler, anlamlar buluyorum her seferinde okudukça. Biliyorum çünkü; o yazılanlar onun ve benim dilimden. Sadece onun ve benim...

Hatıraları hatıra yapan onlara yüklenen anlamlar değil midir sevgili Ö.; bizim yüklediğimiz ve bize yüklenen anlamlar? O hatıraların varlığı insanlar, bizler değil miyiz biraz da? Kimsenin o anlara, yaşananlara sadık kalmaması o hatıraların kimden olduğu hatta kim olduğu gerçeğini değiştirir mi? O şarkı onun tarafından her çalınıp söylendiğinde ben ve o yazılar benim tarafından her okunduğunda o oluyorsa?

Hatırlamak güzel şey be sevgili Ö., hatırlanmak ve de. Hele böylesi bir kıyıysa onca zamana rağmen üzerinde hala keyifle yürüdüğün ve o’nun da yürüdüğünü bildiğin, hatırlamak ve hatırlanmak gerçekten çok güzel...


Sağlıcakla...





*Haruki Murakami’yle tanışmamı sağlayan Nehir İda'ya sevgi, saygı, his...


**Görsel: Özge Baki

SEN...

23.12.2011
sen cihanın hazinesisin, cihan bir yarım arpaya değmez. sen cihanın temelisin, cihan senin yüzünden taptazedir. diyelim ki alemi meşale ve ışık kaplamış; çakmaksız ve taşsız olduktan sonra o, iğreti bir rüzgardan başka nedir?

bedenin her zerresinden bir feryat duy, bir inilti işit; çünkü sen büyük bir şehirsin; belki de bir şehir değil, binlerce şehirsin sen. her şey sensin; her şeyden öte ne varsa o da sensin; o da senden ibaret.

murat sensin. neden oraya buraya koşuyorsun? o, sen demektir. ama sen, sakın ben deme, hep sen diye söyle. göz dürüst görürse, sen o olursun. o da sen olur.

insanların taş yüreklerinde öylesine bir ateş vardır ki perdeyi kökünden yakar. perde yandı mı, insan hızır hikayelerini de tamamen anlar. o eski aşktan gönlün içinde yeniden şekiller meydana gelir.

ey tanrı kitabının örneği insanoğlu. ey şahlık güzelliğinin aynası mutlu varlık. her şey sensin. alemde ne varsa senden dışarı değil. sen ne ararsan kendinde ara, çünkü her varlık sende.


MEVLANA CELALEDDİN RUMİ



Görsel: Buradan alınmıştır.

BAŞKA BİR AŞK HİKAYESİ

20.12.2011
Aşk bir yalan üzerine kurulabilir mi? Belki. Peki gerçeğin bedelini en çok kim öder? O yalanı söyleyen mi, o yalana inanan mı, o yalanla yeniden hayat bulan mı, o yalana şahit olan mı, yoksa o yalan yüzünden dışarıda bırakılan mı?

O, Sebastian değildi. Olamazdı da zaten. Ama bunu o an için, hastane koridorunda karşılaştığı ve kızlarının geçirmiş olduğu trafik kazası nedeniyle şokta olan aileye söyleyemedi. Ne de olsa kazaya o neden olmuştu ve üstelik kızın durumu da ağırdı. Aile ise yoğun bakımda yatan kızlarını ziyarete gelen bu adamı, yani Jonah’ı, kızlarının erkek arkadaşı Sebastian sandı. Julia’nın Sebastian’ı. Jonah kendi dışında ve ani gelişen bu sürece, vicdan azabı, şaşkınlık, endişe ve korkunun karışımıyla ses çıkar/a/madı. Kısa bir süreliğine diye geçirdi içinden, ortalık yatışana kadar, Julia iyileşene kadar mesela, ne kaybederdi ki? Ve onlar için Sebastian olarak kaldı.

Bir kazayla gözünü açtı bu yalan. Vicdan azabıyla kendini buldu, korku ve endişeyle büyüdü yavaş yavaş. Ve çok da zorlanmadan, hatta en çok da sahibinin inancıyla tam da hayatın ortasında, kendisine iyi bir yer buldu. Biri söyledi, biri inandı. Bir başkası şahit oldu, bir başkası bu yalanla hayat buldu. Bir diğeri ise bu yalan yüzünden dışarda bırakıldı. Gerçek hep gölgede kaldı, hep bir sonraya ertelendi. Yaşanan hayat sorgulandı, gizem ve tutku cazip yönünü gösterdi. Ve nihayet aşk bulaştı bu yalana. Aşk, yalanı meşrulaştırıp başka başka hallerde gösterdi. Hayat bir anda yalanın ta kendisi oldu.

O, Sebastian değildi. Olamazdı da zaten. O Jonah’tı çünkü. Eşi ve iki çocuğuyla yaşayan, farklı ülkeleri gezme hayalleri kuran, yaşamdan çok ölümün ilk hallerini fotoğraflayan kendi halinde, adli tıp fotoğrafçısı, sıradan bir adam. Bir gün bir kaza yüzünden, bir yalan söyledi. Ve bu yalanın uzantısında, bir süre sonra kendi gerçeğini kaybettiği için Sebastian olarak kaldı. Oysa onun bilmediği gerçek öyle büyük ve ağırdı ki, aşk bile temize çıkarama/z/dı yaşananları. Çıkaramadı da zaten. Belki de bu yüzden ölürken bile Jonah değil, hala Sebastian’dı.

Aşk bir yalan üzerine kurulabilir mi? Elbette. Peki gerçeğin bedelini en çok kim öder? O yalanı söyleyen mi, o yalana inanan mı, o yalanla yeniden hayat bulan mı, o yalana şahit olan mı, yoksa o yalan yüzünden dışarıda bırakılan mı?



*Bu yazı Just Another Love Story filminin ardından yazılmıştır. İlk yayın tarihi; 30/03/10'dur. Görsel filmden alıntıdır.

KENDİM/L/E KONUŞMALAR-XIII

16.12.2011
Peki bir şey değişecek mi? Hayır! Yeni hesaplar yaşanacak bir yandan. Yeni hedefler, yeni kinler, yeni öçler. Söylemiştim değil mi, hayat kendini tekrar etmeyi çok sever. Eğer insan yaşananlardan ders almayı seçseydi, her şey bambaşka olurdu. Ama herkes kendi kitabını yazmanın peşinde. Söylenmiş tüm sözler sonsuza dek tekrar tekrar söylenecek. Önemli olan senin hangi sözü tekrarlamayı seçeceğin...”

ŞAHBAZ’IN HARİKULADE YILI 1979
MİNE SÖĞÜT


*Hiç söylenmemiş bir söz var mıdır gerçekten? Hiç yaşanmamış bir an, hissedilmemiş bir zaman, görülmemiş bir yüz? Tüm bunlar varsa eğer, bulunabilir mi peki? Bulunursa eğer dünya değişir mi?



**Görsel: Flickr.com

SESSİZLİK

14.12.2011
Sessizlik bitmek mi demektir? Yitip gitmek mi? Vazgeçmek midir yoksa? Çoğu zaman gerçeğe yenilmek mi? Kaybetmek midir sözlerini, gözlerini, aşkını, düşlerini ve buna rağmen hiç arayıp sormadığın, çabalamadığın için geçmek midir hepsinden tek bir nefeste? Derin derin iç çekmek midir? Aklının ve yüreğinin içine sığmayan kalabalıklığına hiç farkında değilmişcesine sırtını dönmek midir?

Yoksa büyümek midir sevgili, sessizlik büyütmek midir içten içe? Sakınıp gözlerden, ellerden saklayıp da kendinden bile esirgemek midir? Sindirmek midir tüm yaşanmışlığı, içini acıta acıta hissetmek midir? Her gün biraz daha fark etmek midir anlamını, gün günden çoğalarak beslemek midir? Okumayı yeni öğrenir gibi tanımak mıdır harfleri, olanla yetinmediğinden aramak mıdır yeni, yepyeni bir dili?

Sessizlik be sevgili, tüm söylenenlerden, yazılıp çizilenlerden, işitilenlerden, görünenlerden, tüm hissedilenlerden arınıp da çırılçıplak, henüz konuşulmamış bir dilde, bulunmamış bir alfabede, duyulmamış bir seste, görülmemiş bir gözde, hissedilmemiş bir yürekte her gün biraz daha çok sevilip, sevmek midir?




Görsel: Flickr.com

ÜÇ/LEME

8.12.2011
Tükürür gibi konuşuyor. Hastalıklı bir vücudun öksürmesi gibi saçılıyor ağzından tüm kelimeler. Ve beyaz bir mendile bulaşan kan lekeleri gibi kulaklarımda büyüdükçe büyüyor. Araya girip yatıştırmaya çalışmak niyetim ama o buna izin vermediği gibi kelimeleriyle can acıtmaya, yakmaya devam ediyor inatla. Öfkesi ucu çoktan bitmiş bir kalem gibi; boş bir sayfaya bastırıp duruyor sürekli. Yazmıyor ama izini bırakıyor batıra batıra. Derken kendi sesinden kendi yorulmuşcasına başladığı gibi aniden susup, ardına bile bakmadan, çekip gidiyor. Geride paramparça kelimeler kalıyor oraya buraya dağılmış. Canı acımış ve can acıtmış kelimeler. Sessizce eğilip, birer birer topluyorum hepsini ve zaman denilen kayığa koyup yolluyorum aklımın derinliklerine...

...

Yaşadığı hayalkırıklığının tarifi yok. O da bunu anlamış olmalı ki anlatmak yerine kafasını kaldırmadan sessizce ağlıyor. Gözyaşları damlıyor sürekli önündeki kağıdın üzerine. Kağıtda bir kayık resmi. Gitmek. Deniz. Dönüş. Mavi...Neden çizmiş olabileceğini düşünürken birden başını kaldırıyor ve bana dikiyor gözlerini. Tarifi olmayan bir acıdan bahsetmemi bekliyor benden, sözlerimin acısını geçirmese bile en azından bir mendil gibi gözyaşlarını silmesini istiyor, biliyorum. Ama benim sesim çıkmıyor, çıkamıyor işte. Anlamını bilmediğim bir acının üzerine kendimin bile inanmadığı yalan avunmalara sığınamıyorum bir türlü ve kimse de sığınsın istemiyorum. Bilmiyorum doğru kelimeleri. Nasıl söylemeli ki bunu o’na? Nasıl anlatmalı ki üzüldüğümü? Neden sonra ümidi kesmiş olacak ki artık benden, yavaşça kalkıp gidiyor tek bir söz bile etmeden. Ardında koyu, ağır bir acı bırakıyor. Masada bıraktığı kalemi alıp tarih düşüyorum çizdiği resmin hemen yanına. Bütün bir acıyı yükleyip de kağıttan bir kayığa, bu son olsun diye diliyorum içimden...

...

Kağıt bir mendilmişcesine buruşturup atıveriyor sanki bir çırpıda her şeyi. Hayatı, insanları, aşkı, sevgiyi en önemlisi de kendini. Her günü hiç içine girmeden üstünkörü yaşıyor, değmeden, değdirmeden yüreğine tek bir kelimeyi bile, geçip gidiyor zamanın içinden. Zaman onun içinden hiç yokmuşcasına geçip gidiyor. Mutlu mu diye merak ediyorum ama sormak gelmiyor içimden. Adımlarımız sessizce birbirine eşlik ediyor sahil yolunda, yavaşca yürüyoruz. Aynı anda aynı şeyi görmüş gibi duruyoruz birden. Kıyıya çekilmiş, yer yer boyaları dökülmüş bir kayık. Kenarında sanki bitmek üzere olan bir kalemle yazılmış gibi silik, büyük harflerle adı yazıyor: HAYAL. Birden dönüp bana, ‘ne gerek var ki’ diyor; döndüğün yer yine kara olacaksa hiç bilmediğin bir denize açılmana ne gerek var. Bilmediğin fırtınalara tutulmana, olmadık sağanaklarda ıslanmana, sadece küçük ve geçici birkaç mutluluk için yabancısı olduğun topraklara girmeye, buna yeltenmeye ne gerek var. Hayaller çocuklar içindir, büyükler için değil...Söyleyebilecek o kadar çok şey varken konuşmak gelmiyor içimden, çünkü kelimelerimin yüreğine değmeyeceğini, kulaklarından bir ıslıkmışcasına geçip gideceğini biliyorum. Karşılıklı susmaya devam ediyoruz aynı zamanın içinde ve adımlarımız aynı sessizlikte birbirine eşlik etmeye devam ediyor.

...

Tuhaf diye düşünüyorum kendi kendime kaldığım an, üzerime yapışıp kalmış tüm bu sessizliğin ağırlığında, gerçekten tuhaf. Hayat içimde dalgalı deniz bugünlerde, suskunluğumsa sanki can simidim. Ve ben tüm bu kalabalığın içersinde boğulmadan yüzmeye çalışıyorum...




*İlk yayın tarihi: 08/02/10’-10/02/10’-12/02/10’
**Görsel:
Özge Baki

DENE/MEK

6.12.2011
Bazen bildiğin halde, artık karşındaki insanın, olayın, durumun, düşüncenin sana birşey katmayacağını aksine senden alıp götüreceğini, hiçbir şeyin değişmeyeceğini ve kaldığın yerden asla devam edilmeyeceğini, yine de denersin.

Bir ihtimal belki, diye denersin ya da kendi yanılma payını görmek, gerçeği tam anlamıyla hissetmek için denersin.

Kalan son parçayı da yok etmek için denersin, o’na dair, o olaya, duruma, düşünceye dair tek bir soru işareti bile kalmasın içinde, bir daha geri dönüşü/n olmasın diye...

Denersin, yine yanılırsın belki yine yenilirsin. Ama denersin. Aynı o bilindik sözdeki gibi; bu sefer -daha iyi- yenilirsin...



Görsel: Özge Baki

HAYAT...

2.12.2011
Hayat senin için ne demek? Sadece soluk almak mı? Birine bağlanmak mı? Bir ideal uğruna savaşmak mı?

Gerçek hayat sizlerin yaşadığı değil aslında biliyor musun? Gerçek hayat ‘sadece var olmak’tan başka hiçbir ideali bulunmayan bu narın yaşadığı ya da herhangi bir meyvenin, çiçeğin, ağacın, toprağın sürdürdüğü. Hayat insanlardan çok uzakta, hiçbirinin bilmediği, çözmeye çalışmadığı o gizemli dili konuşan başka canlıların dünyasına ait bir şey. İnsanlar devamlı ölümü yaşıyorlar. Birbirlerini öldürmeyi düşünerek ve ölümden deli gibi korkarak, hayatın farkına varmayarak. Çürüyen bedenlerinin, topraktan başka bir canlı olarak çıkacak olmasındaki harikuladeliği kavrayamıyorlar. Kendilerine yalan cennetler, yalan cehennemler uyduruyorlar. Sahip oldukları hiçbir şeyi yitirmek istemiyorlar. Oysa yitirmek ilerlemektir.


ŞAHBAZ’IN HARİKULADE YILI 1979
MİNE SÖĞÜT



*Görsel: Özge Baki