Pages

KENDİM/L/E KONUŞMALAR-III

30.12.2009
Gördüm. Duydum. Hissettim. Okudum. Yazdım. Düşündüm. Sordum. Cevap verdim. Dinledim. Sessiz kaldım. Anladım. Anlattım. Merak ettim. Edildim. Tanıdım. Tanındım. Sandım. Kandım. Güvendim.Yanıldım. Yandım. Kırdım. Kırıldım. Acıdım. Acıttım. Şaşırdım. Üzüldüm. Ağladım. Güldüm. Heyecanlandım. Diledim. Sevdim. Sevildim. Sevindim. Düşledim. Gerçek yaptım. Başladım. Bitirdim. Gittim. Geldim. Arada kaldım. Düştüm. Kalktım. Canım yandı. Can yaktım. Ekledim. Çıkardım. Eksildim. Çoğaldım. Büyüdüm. Öğrendim...

Şimdi dönüp de baktığımda ardımda bıraktığım zamana farkındayım ki; YAŞADIM.

Düş gibi ama gerçek daha nice seneler yaşamak, yaşatmak dileğiyle.
Bana, size, hepimize iyi seneler...


Görsel: Deviantart

VEDA

25.12.2009

sen;
kalabalığım, tekbaşınalığım, sonsuz çelişkim
yeniyetme asiliğim, kadın endişem, çocuk yanım, adam yüreğim
yakınken uzak, uzakken yakın olduğum
bitmemiş sevdam, yarım kalan düşlerim
hoşçakal

gitmenin
ve kal demenin zorluğu
bu kadar yalın, bu kadar acı, bu kadar kararsız
şaka mı yoksa gerçek mi?
bu kadar olması gereken,
olmasaydı keşke dedirten...

haksız bir zaman paylaşımı bu;
geç kalmanın pişmanlığı
ya da erken tanışıklığın acemiliğine dair
fahişe ruhlarımızın bile elini süremediği
-yaşanmışlık sayılan- ne varsa
zaman kirletti.

hoşçakal sevgili
dost
arkadaş
adam
en doğru yanlışım
hoşçakal

bitti.
ve zaman tamamlandı kendince
ellerimde koyu bir hüznün sıcaklığı
yarım kalan biziz şimdi...



Görsel: Deviantart

TRAFİK CANAVARI OLMAK

23.12.2009
Dün akşam İstanbul TEM Otoyolu’nun Anadolu-Avrupa yönünde 2 tır, bir kamyon ve bir otomobilin birbirine girerek zincirleme kaza yapmasına, hurda haline gelen kamyonun içindeki 2 kişinin yaralanmasına, o yöndeki trafiğin uzun saatler boyunca felç olmasına neden olduğu ileri sürülen, kimliği açıklanmayan, ifadesi alınmak üzere polis tarafından götürülen sevgili ticari araç sürücüsü;

Evet dün akşam belki aceleniz vardı, belki geç kalmıştınız, belki kendi canınızın hiçbir kıymeti yok siz zaten çok önceden gözden çıkarmıştınız, belki siz ani şerit değişikliği yaparken! kendi dikkatinize, hızınıza, akrobatik hareketlerinize güveniyordunuz. Hayatın pek çok alanında kendi bencilliğinize devam edebilirsiniz ve belki sizi sırf bu yüzden el üstünde tutanlar, sizi karşılıksız seviyor olanlar bile vardır. Burası beni ilgilendirmez. Ama kim olursanız olun, trafikte seyir halindeyken bu şekilde bencil olmaya, hiç kimsenin hayatını bu şekilde riske atmaya, hiç kimseye maddi sıkıntılar yaşatmaya, hiç kimsenin zamanını bu şekilde çalmaya hakkınız yok. Hiçbir zaman da olamaz. Bunu lütfen aklınızdan çıkarmayınız. Yok beceremiyorsanız da lütfen bir daha trafiğe çıkmayınız...

Bu arada sadece dün akşam için değil her gün “emniyet şeridini” normal bir şerit haline getiren, bununla yetinmeyip kendisine yol vermeyeni korna, sinyal ve hatta camdan çeşitli içeriklerde seslenişlerle taciz eden, hatta bir seferinde bir ambulansın emniyet şeridi üzerinde ilerleyemediği için normal şeritten gitmesine neden olan özel araçlar, en çok da ticari araçlar ve servis araçları;

Emniyet şeridinin asıl kullanıcıları siz misiniz? Hepimiz aynı yere, aynı koşullarda gitmiyor muyuz? Sizin zamanınız değerliyken biz o saatlerde o yol üzerinde keyiften gezi turu mu yapıyoruz? Siz çok akıllısınız da biz -olması gerekeni yaptığımız için- salak mıyız?

İnsan hayatını önemsememek, yok sayma noktasına gelmek en büyük bencillik değil midir? Galiba biz işte sırf bu bencillik yüzünden olduğumuz yerde kalıp hiçbir yere varamıyoruz.


*22/12/09 tarihinde İstanbul TEM Otoyolu’ nda yaşanan kazaya bir ticari araç sürücüsünün ani şerit değiştirmesinin neden olduğu öne sürülmüştür. Bu durum henüz kesinlik kazanmamış bile olsa hafta içi her gün sabah-akşam içinde bulunduğum İstanbul trafiğinde benzer trafik kuralı ihlallerine, sürücü hatalarına bizzat şahit olduğumdan dolayı bu yazı kişisel olarak görülse bile genele ithaf edilmiştir.

SEÇENEK

22.12.2009
“Seçenek çok mu?” diye sordu adam.
“Seçenek yok” diye cevapladı kadın.
Sustular...
...

Uzaklara bakıyordu adam. Oysa o kadar yakındı ki kadına, elini atsa omzuna dokunacak, yüzünü okşayacak, hatta istese biraz daha yakınlaşıp yanağına ufacık bir öpücük konduracak kadar...Tek bir hareketi yetecekti aslında, elini uzattığında geçmişin hatırlanacağını, yanağına dokunduğunda şimdinin yaşanacağını, tek bir öpücükle geleceğin yeniden var edileceğini biliyordu. Ama adam baktığı yerde kalmayı tercih etti, belirsiz bir ses tonuyla kadının sorularını cevaplamayı, cevapsız kaldığı anlarda kestirip atmayı, soruların cevaplarla çoğaltıldığı böylesi zamanlarda, sessizliğe sığınmayı tercih ettiği gibi...

Oysa seviyordu adam, hem de gerçekten seviyordu. Ama bildiği gibi...
...

Yakınları özlüyordu kadın. Oysa yanındaydı sevdiği adam, hemen yanıbaşında, tek bir sözün ağırlığında, bir gülüşün hayata yeniden bağlayan tınısında. Yüreğe değen tek bir dokunuşta saklıydı iyi-kötü tüm zamanlar ve eğer isterse her şey siliniverirdi bir çırpıda bunu biliyordu. Ama olmayan bir şey vardı işte, eksik kalan birkaç cümle, havada asılı nereden geldiği belli olmayan bir hüzün, bu yakınlığın arasında hiç kapan(a)mayan bir uzaklık...Bu yüzden belki de bu kadar çok canı yanıyordu. Kelimelerde kalsın istemiyordu hiçbir şey ama onun içindeki aşk, artık hiçbir dokunuşa yakışmıyordu.

Oysa biliyordu kadın hem de gerçekten biliyordu. Ama sevdiği gibi...
...

Sonra zaman geldi tüm ağırlığıyla bir nokta koydu bu suskunluğun sonuna. Hayat devam etti kaldığı yerden, onlar da öyle... Az öncesi hiç yaşanmamış gibi kalktılar oturdukları banktan, el ele tutuşup sessizce uzaklaştılar aynı yolun üzerinden aynı adımlarla.

Ama aşk durdu.


Görsel: Deviantart

BİR ÇOCUĞUN RÜYASI İÇİN ŞİİR

18.12.2009

Bir çocuğun rüyasında her zaman
Kaybolmuş bir sevgili vardır
Onu eskiciler çalmıştır
Bir akşamüstü hiç umulmadan

Kırların serinliği gelir
Konar bir çocuğun alnına
Onun için uyurken alınları
Beyaz ve gergindir çocukların

Senin de çocukluğun akrabadır
Yaz bahçeleriyle, elmalarla
Tozlar kalkmıştır bir akşamüstü
Mezarlığın ordaki bayırdan

Kaybolmuş bir sevgi her zaman
Kaybolmuş bir bilyaya benzer
Anımsanır ışıltısı
Belli belirsiz gözyaşlarıyla

Bir çocuğun rüyasında bazen
Bulunur kaybolmuş bir bilya
Kiraz ağaçları sallanır
Güvercinler uçuşur havada


ATAOL BEHRAMOĞLU

*Bir çocuğun gülüşünde yer almak isterseniz lütfen buraya bir göz atın.
**Görsel: Buradan alınmıştır.

UYAN/MAK

16.12.2009

Sen eski düşlerinde
Uyuyorken hala
Ben yeni yeni
Sana uyanıyordum
Kayıptı söz...

Bulduğumuzda
Sen uyandın
Ben yoruldum.



Görsel: Tuğba Ilgaz

KURULU SAAT

14.12.2009
Bir yelkovanın telaşında akıp gidiyor yaşam. Aynada kendi suretim. Suretimde başka başka hayatlar. Eski bir fotoğrafa bakar gibi bakıyorum kendime şu an durduğum yerden. Tarihim yok. Kimliğim belirsiz. Bilinmeyen bir zamanda sıkışıp kalmışlığım. İçimde yer etmiş bir sıkıntının izlerinde her seferinde önce kendimi bulup, sonra yeniden kaybediyorum.

Bir akrebin zehirinde eksilip gidiyor yaşam. Her gün başka bir parçamı bırakıyorum ardımda. İçimde kalanlar, düşlerimdeki zamanlar, çalamadığım kapılar üşüşüyor belleğime. Üzerimdeki açıkları kapatıyorum son bir telaş. Dikiyorum yaralarımı. Ruhumdaki deliklere gücüm yetmiyor. İçimdeki boşluk anlaşılmasın diye her seferinde en güzel elbiselerimi giyip, en renkli makyajımı yapıyorum.

Ben zaman yoksunu kurulmuş saat. Bir yanılsamanın içersinde, tanımı olmayan bir öfkeyi taşıyorum. Her seferinde yineleyip kendimi iklimsiz mevsimleri yaşıyorum sil baştan. Yüreğimin sarkacı aklımın çıkmazlarında...Her salınışında kendi kendimin önce celladı, sonra kurbanı oluyorum.

*İlk yayın tarihi: 02/12/08


Görsel: Deviantart

İYİ Kİ...

10.12.2009

Aldığın her nefesin tadını çıkar. Hayatın aslı sende. Senin içinde. Unutma hayatın aslı sensin. Bir beklentin varsa eğer hayattan, önce kendine hak ettiğin değeri vermelisin.

Kaçırma gözlerini hayattan. Hep hayatın içinde olsun bakışların. Hep kendi içinde. Baktığın kadar varsın bu hayatta. Hatta sadece bakmakla da yetinme. Görmen de lazım. Görüp de bilmen, bilip de sevmen lazım. Hayatı kendi içinde, kendini hayatın içinde...

Bir nefeslik molaları çok görme kendine. Arada bir karanlıkta kalsa da bir yanın, sakın pes etme. Çekil kendi kabuğuna bir süre. Sadece içine bak. Kendi aydınlığın senin içinde. Ara ve bul. Gerçeğin düşlerle bölünmesine, düşlerin gerçeğin altında ezilmesine izin verme.

Ve unutma sakın; hepimiz aynıyız en başından beri. Başladığımız yol da aynı, yolun sonunda varacağımız kapı da. Seni farklı kılan bu yolu nasıl geçtiğin, nasıl ilerlediğin sadece. Bu hayatta sen, gerçeğinle varsın. Ama düşlerin kadar, düşlerinle yaşarsın.


İyi ki doğdun kardeşim
İyi ki varsın...


***Yolculuk adlı yazımdan alıntıdır.

KORK/MAK

8.12.2009
Bir kere yerleşirse içine
Kötü bir tohum gibi
Karanlıkta boy verip
Karanlıkla büyürse
Bir kere aldanmışsa eğer yürek
Ve şaşmışsa akıl kendinden öte
Kesildiysen eğer kan kırmızı
Aşkla, zamanla, sözle
Bilirsin işte
O korku senden de öte
İçinde bir yerlerde
Hep vardır.
Ve sonrasında
Ne kadar savaşsan da kendinle
Geçmişin karanlığından
Kendini çekip kurtarmak
Ve yeniden uzanmak aydınlığa
Hep çok zor, çok uzaktır...

O yüzden
Hoşgör sen beni sevgili
Kendimle yüzleşmelerimi
Karanlıktan kurtardığım nefesimle
Aydınlığa iç çekmelerimi
Sevemeden sevilmelerimi
Kendinden ayrı tut
Ve zamana yağdır

Ve sen sadece ol lütfen
Masallar anlatıp da yüreğime
Bir düşün kollarıyla sar beni önce
Ve sonra uyandırıp da senli gerçeğe
İçimde yer eden o korkuyu
Varlığınla kaldır...


Görsel: Deviantart

BİR ÇOCUĞUN GÜLÜŞÜNDE YER ALMAK İSTER MİSİNİZ?

4.12.2009
Bu yılbaşı siz de çocuk gülücüklerinde yankılanabilirsiniz. Birmilyonkalem sitesi olarak Adıyaman’daki çocuklarımızla birlikte yeni yılı karşılamak istiyoruz. Siz de bu kutlamaya katılmak ister misiniz?

Nasıl mı?

Adıyaman 80.Yıl Rehabilitasyon Merkezi'nde kalan yaşları 8 ile 17 arasındaki zihinsel engelli 30 erkek çocuğumuz için giysi* (gömlek, kazak, pantolon, çorap, ayakkabı vb) armağan edebilirsiniz. Adıyaman Sevgi Çocuk Yuvası’nda yaşayan yavrularımız için oyuncak* (grup oyuncakları, bebek, araba vb) ve giysi* (elbise, gömlek, kazak, pantolon, çorap, ayakkabı vb.) gönderebilirsiniz. Yuvada 7–10 yaş arasında 13 kız, 7 erkek; 11–15 yaşları arasında da 7 kız, 2 erkek çocuğumuz yaşamaktadır.

Yolladığımız armağanların çocuklarımıza ulaşmasını aynı zamanda Adıyaman'da yaşayan Birmilyonkalem yazarımız Gazeteci Sn. Naif Karabatak ve Sosyal Hizmetler İl Müdürü Sn. Murat Demirkol sağlayacaktır. Bu kampanyada ortak amacımız çocuklarımızı sevindirmek, onların yüzlerindeki tebessümde pay sahibi olabilmektir.

Yuvada kalan çocuklarımızdan birisine armağan gitmezse ya da hediyeler arasında denge olmazsa yavrularımız incinebilir. Bu yüzden sizlerden ricamız yolladığınız armağanları birmilyonkalem@gmail.com adresine bildirmeniz. Böylece 1MK editörleri ilgili güncellemeleri yapar, eksikleri belirler ve ilgili organizasyonları yapabilirler. Ayrıca dileyenler armağanlarını ISPANAK hediyelik eşya mağazasından seçerek LÖSEV’e de destek verebilirler.

Çok şey yapmak isterim, ama elinden ancak kampanyayı bir blog yazarı olarak desteklemek gelir derseniz: Kampanyamızı daha çok insana duyurmak amacıyla Birmilyonkalem (1MK)yazarlarımızdan PİNO tarafından çizilen logoyu sayfanıza ekleyerek okurlarınızı bu kampanyadan haberdar edebilirsiniz.

Bizim düşümüz, tüm dünyada çocukların daha mutlu olması...

2010 GÜLÜMSEYEN ÇOCUKLARIN YILI OLSUN!

Bu düşü paylaşmaya var mısınız?

1MilyonKalem AdınaA. Şebnem Soysal – Erkan Bal

ARMAĞANLARINIZI GÖNDERECEĞİNİZ ADRESLER:

ADIYAMANDA BİR ÇOCUĞUM VAR YILBAŞI ARMAĞAN KAMPANYASI
Sosyal Hizmet İl Müdürü Murat Demirkol
Adıyaman Sevgi Çocuk Yuvası
Karapınar Mahallesi
Adıyaman


ADIYAMANDA BİR ÇOCUĞUM VAR YILBAŞI ARMAĞAN KAMPANYASI
Sosyal Hizmet İl Müdürü Murat Demirkol
Adıyaman 80.Yıl Rehabilitasyon Merkezi
Adıyaman

*Kullanılmış giysi ve oyuncaklar bu kampanya dâhilinde değildir.

**Logo: Pino

DESTEK OLMAYA ENGELİNİZ VAR MI?

3.12.2009
Bugün Dünya Engelliler Günü! Ancak, Engelleri Kaldır Ekibi olarak, biz bu günü kutlamıyoruz! Türkiye’deki 8,5 milyon engellinin bir gün ile görünür ve duyulur kılınmaya çalışılmasına karşıyız ve düzen değişmediği sürece duruşumuzdan taviz vermeyeceğiz! İnsan olmanın getirdiği temel insan haklarına kâğıt üzerinde sahip olan neredeyse her 10 kişiden birini sadece bugün mü el üstünde tutacağız? Teselli olma bilinciyle hareket etmeyi daha ne kadar sürdüreceğiz? Toplumda öteki olarak görülen ve konumlandırılan engellileri, bugün de mi “özürlü” olarak tanımlayacağız?

Zihinlerdeki engelleri kaldırmadığımız müddetçe aynı yaşam alanını paylaştığımız 8,5 milyon kişinin yaşamı için engel teşkil etmeye devam edeceğiz! 80 milyon kişinin engel oluşturduğu bir toplumda yaşadığınızı düşünün…

Eğer engellileri sadece bir gün ile hatırlamaya ben de karşıyım diyorsanız; Engelleri Kaldır Hareketi’nin, tüm Türkiye'de Facebook fan sayfasında “Dünya Engelliler Günü” için başlattığı kampanyaya destek olmak amacıyla, öncelikle "insan" olduğumuzu bize hatırlatan, bu değerin her şeyin üstünde “en yüce” değer olduğuna ve her şeyin bu değerle başladığına vurgu yapan “önce insan” afişimizi, Facebook profil fotoğrafınız yapabilir ve arkadaş listenizle paylaşabilirsiniz.


***Destek olmak için lütfen bu sayfayı ziyaret edin...


ENGELLERİ KALDIR HAREKETİ

DÜŞ/TÜĞÜMÜZ YER

2.12.2009
Düş bitti mi sahiden zamanın tam ortasında? Hayatın tam da ortasında kendimize dair hayal ettiğimiz iyi kötü ne varsa, gerçeğin acımasız telaşı ve sivriliğinde kesilip de sona mı erdi sahi? Bir soruda mı kaldık aralarda bir yerlerde cevabı yanlışlara kurban edilen? Herkes geçip giderken yanıbaşımızdan, kimi zaman biz bile terk ederken adı yasaklanmış bir geçmişi, günün geceye döndüğü, iklimin değiştiği, dünyanın gitgide çirkinleştiği, şimdi’nin gölgesinde kendimizden bile sakladığımız, saklandığımız zamanlarda hep yetim, hep yarım, hep eksik mi bırakıldık? İnsan olmak düşmektir. Kalkmaktır da, demiş ya hani yazarın biri. Yoksa biz elden ayaktan, gözden, gönülden, kendimizden, içimizden düşüp de çoğu zaman düştüğümüz yerde, düşlerimizden mi kaldık?

Alışmayacağız güzel dostum, alıştırmayacağız da kendimizi...Alışmak vazgeçmektir en çok, dünyadan, hayattan, kendinden geçmektir, en büyük ihaneti kendine etmektir de, gizlenip de hayatın olmadık kuytularına, yaşıyorum yalanının en dibine çöreklenmektir. Varsın düşsün süngüleri düşlerimizin, o yüzümüze gözümüze bulaştırdığımız hayatın içinde, o gerçeğin en keskin yanında bile varız biz. Olmalıyız. Gerçeğin en olmadık yerlerinde kendimize dair, her daim yeni, yepyeni düşler kurmalıyız...

İki ucu var bu hayatın aslında herkes kadar sen de biliyorsun bunu. Bir tarafı aydınlığa, bi tarafı karanlığa bakar. Bir de arada duranlar vardır. Gidip gidip gelenler. Aydınlıkta karanlığı kurcalayıp, karanlıkta ışığı özleyenler...Peki ya gerçeği nerede, hangi zamanda yitirdik biz sevgili dostum? Yitirdik de böyle amansız düşlere daldık...Zamansız düşlerde esir kaldık. Söylesene bana şimdi bir diğer ucunda olduğun kanadın üzerinden, hayatın tam da bitti dediğin orta yerinden, herşeye inat hala avuç içlerinde sakladığın düşlerin en eskisinden, diğer yanı olduğun o gülümsemeden ses verip de sesime, söylesene bana şimdi sen nerede, hangi zamanda ve nasılsın? Hangi gerçeğin kanatıp da yaraladığı sol yanını hangi düşün eli hafifliğiyle onarmaktasın?


UNUTMA MEKTUPLARI-II
NİSAN 09’


Görsel: Deviantart

YAŞARKEN...

25.11.2009
Bir eli aklında yaşamalı insan...Hani bazen yüreğinin yetmediği yerlerde, dilinin dönmediği, kelimelerin bilinmediği, sözün bittiği anlarda mesela, nefessiz kaldığında, kaskatı donduğunda acıdan veya hayat durdu sandığında, terkedilmiş ve unutulmuş olduğunda, anlamaya çalışıp ta sadece kendini kandırdığında, cenneti cehennem, cehennemi kül olduğunda, işte böyle zamanlarda eliyle değip de aklına, hayatı boğan o düğümleri birer birer gevşetmeli tekrar...

Gevşetmeli ki; şöyle bir silkelenip kendine gelsin. Boğulup kalmasın akıl. Gelip geçicidir bu delilik hali desin kendi kendine. Dindirsin içindeki kendini bilmez öfkeyi, bu densiz kızgınlığı. Zamana yenilmesin.

Bir eli yüreğinde yaşamalı insan...Hani aklının almadığı zamanlarda, gözün kör, dilin lal, kulağın sağır olduğu, yapmadığın, söylemediğin, aklına bile getirmediklerin sunulduğunda sana, seyrederken gözünün önünden akıp giden ve dokunamadığın zamanı telaşla, sana sadece sessiz hafler bırakıldığında, bir hiç uğruna yitip giderken herşey ve sen sadece hayretler içinde bakakaldığında, hani pamuk ipliğine bağlıyken iyiye, güzele, doğruya dair tüm umudun, işte böyle zamanlarda eliyle değip de yüreğine, hayatla arasındaki incelen o bağı kalınlaştırmalı tekrar.

Kalınlaştırmalı ki, şöyle bir silkelenip kendine gelsin. Soluklanıp durulsun yürek. Geçsin bu küskünlük zamanları, bu kırgınlık halleri. Alacağı ve vereceği her nefes için yenilensin. Sesi kesilmesin...

Her nerede ve nasıl olursa olsun, bir eli aklında diğer eli yüreğinde yaşamalı insan. Ne aklının izinden şaşmalı sapsa bile zaman zaman yanlış yollara, ne de kulakları duymasa da bazen hayatın nabzını ta derinden, yüreğinin sesinden vazgeçmeli...


*İlk yayın tarihi: 16/09/08


Görsel: Deviantart

GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN (MU?)

24.11.2009
"Okullarda öğretim vazifesinin güvenilebilir ellere teslimini ülke çocuğunun o görevi kendine hem bir meslek hem bir ülkü sayacak üstün ve saygıdeğer öğretmenler tarafından yetiştirilmesini sağlamak için öğretmenlik diğer serbest ve yüksek meslekler gibi aşama aşama ilerlemeye ve her halde zenginlik sağlamaya uygun bir meslek haline getirilmelidir. Dünyanın her tarafında öğretmenler insan toplumunun en özverili ve saygıdeğer unsurlarıdır."

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK (1923/ANKARA)


Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü OECD’nin her yıl olduğu gibi bu yılda hazırladığı “Bir Bakışta Eğitim” raporunun sonuçlarına göre OECD’ye üye 11 ülke arasında Türkiye’deki öğretmenler;

1) Daha fazla çalışmaktalar;

*Zorunlu çalışma saati ortalamasının 1652 olduğu OECD’ye üye ülkeler arasında Türkiye'de bu saat 1832'ye çıkıyor. Çalışma saatleri İskoçya'da 1365, İspanya'da 1425 ve Portekiz'de ise 1432.

2) Daha çok öğrencinin sorumluluğunu üstlenmek zorundalar;

*Okul öncesi eğitim kurumlarında çalışan bir öğretmene İspanya’da 14, Portekiz’de 16, Yunanistan’da 12, Macaristan’da 11, Çek Cumhuriyeti’nde 14, İsveç’te 13 öğrenci düşerken bu sayı Türkiye’de 26’dır. OECD ortalaması ise 15’tir.

İlköğretimde görevli bir öğretmene düşen ortalama öğrenci sayısı Portekiz’de 12, Yunanistan ve Macaristan’da 10, Çek Cumhuriyeti’nde 19, İsveç’te 13 iken, bu sayı Türkiye’de 26’dır. OECD ortalaması ise 16’dır.

Ortaöğretim kurumlarında çalışan öğretmen başına düşen öğrenci sayısı Portekiz ve Yunanistan’da 8, Avusturya ve Macaristan’da 11, Fransa’da 12, OECD ortalaması düzeyinde 13 olarak gerçekleşmekteyken bu sayı Türkiye’de 17’dir.

3) Daha düşük ücret almaktalar;

*Türkiye'de ilköğretime veya liseye yeni başlamış bir öğretmen yılda toplam 14 bin 63 dolar, en üst derece öğretmen 17 bin 515 dolar alırken, bu ücretler OECD ortalamasında 28 bin dolar ile 54 bin dolar arasında değişiyor.

Raporda öğretmenlerin göreve başladıkları tarihten görevde en üst kademeye ulaştıkları tarihe kadar maaşlarında yaşanan artış oranlarına da yer veriliyor. Buna göre, ilköğretimde bir öğretmenin göreve başlayıp meslekte en üst kademeye ulaştığında başlangıçtaki maaşına göre artış Almanya'da yüzde 33, İrlanda'da yüzde 88, Portekiz'de yüzde 157, OECD ortalamasında yüzde 71 iken, Türkiye'de ise bu oran yüzde 25.

4) Geçimlerini sağlamak için daha fazla yıpranmaktalar...

OECD 2009 BİR BAKIŞTA EĞİTİM RAPORU


HER ŞEYE RAĞMEN GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN...


Görsel: Deviantart

YOK OLMUŞ BİR TARİHİN TOPLAMA KAMPINDAN

20.11.2009

Yığın yığın kırmızı tramvaylarıyla
Geçilmiş
Kaç sokağı hatırlatır sevgili?
Bir türlü elimi süremediğim
Eskimiş küçük oyunu
Toprak parçasının
Yoğruldu
Yontuldu
Yıkanıp paklandı sonra
İhtilallerden çıkmış gibiydi
Kapının eşiğindeki hali
Tüm meleklere papucunu ters giydirirdi
Ana kucağına bırakırcasına
Mevsimlerin kış ertesine gelen baharını
Ve sarışınlığını sevmek

Yığın yığın kırmızı tramvaylarıyla
Geçilmiş
Kaç sokağı hatırladın sevgili?
Sevdan avucuma koyduğun kadar
Rüzgara dokunuyorum da
Hep tuzlu geliyor sesin
Karıncalaştıkça kendini yoğuran zaman
Yüklense de ikinci tekili
Payımıza işleyen yalnızlık
Yalından türememiş mi?

Yığın yığın kırmızı tramvaylarıyla
Terkedilmiş
İstediğin sokağı hatırla
Kalmak adına
Birşeyler yazmak
Dokunsa da bazen insana
Biliyoruz ya;
“Aşk topuğundan nasırını eksik etmiyor”


ÖZLEM ÇAKAR (PAPİRÜS)



Görsel: Deviantart

KAN/MAK

18.11.2009

Gittiğin yer
Uzak mı gerçekten?
Döndüğün zaman
Bir adı/n olacak mı?
Beklemenin
Bir tanımı var mı oralarda?
Özlemenin
Başka bir anlamı var mı?

Herkes kendi dilinde mi konuşur
Kendine göre mi yaşar
Aşk başkalaşır mı
Farklı kollarda
Yaşamın telaşında
Kaybedip de kendini
Hiç bilmediği/n yollarda
Eksilir de kalır mı?

...

Gittiğin yer
Uzaksa gerçekten
Döndüğün bir zaman
Ve bir adı/n olmayacaksa
Sen orada kal.
Olduğun gibi...
Ben burada
Sadece kendimi kandırayım.

Kendini kaybetmek
Kendinden kaybetmek gibi
Gözükse de çoğu zaman
Aşk; kendinden öte olmak değil midir aslında
Ben de kalanlardan yana
Sorup da içime
Kendimle çoğalıp
Kendime dair anlatayım...


Görsel: Deviantart

OKUDUKLARIM...

16.11.2009
Sevgili Öykü’den gördüm ve işin içersinde kitap olunca yazmadan geçemedim. İşte kitaplı mim...

1-Şu an okumakta olduğunuz kitap ve kısaca konusu;
Mine Söğüt-Beş Sevim Apartmanı (Rüya Tabirli CinPeri Yalanları)

Kitabın arka kapağında;

“Pürtelaş Sokağı'nda kediler bir gün canhıraş feryatlarla ortalığı inlettiler. Pürtelaş Sokağı'ndaki Beş Sevim Apartmanı'nda tuhaf şeyler oluyordu. Beş pencereli, beş odalı, beş acayip insanın oturduğu Beş Sevim Apartmanı'nda perdelerin arkasında tuhaf şeyler olup bitiyordu. Cinler âleminden gelenler, periler aleminden gelenler, cinperi âleminden gelenler, orada beş garip hikâye yazdılar... yazdılar... yazdılar...

Pardon, altı hikâye yazdılar. Bir de Doktor Samimi ve onun günlüğü var.

Mine Söğüt ilk romanı Beş Sevim Apartmanı ile okuyanı cinperi âlemine götürüyor, uzun bir masal dinletir gibi, anlatır gibi, gösterir gibi.”

yazıyor kitapla ilgili olarak. Mine Söğüt’le söyleşi yapan Sema Aslan’ın “Cinlerle periler kulağınıza ne fısıldadı da ilk roman çıktı?” sorusuna yazarın verdiği yanıt ise;

“Bir bilsem! Ben, şunu yazacağım diye masaya oturmadım. Neden cinler periler, ben de bilmiyorum, aslında “gerçeküstü” dünyalara hiç ilgim yok. Evet, kitapta cin peri unsuru çok öne çıkıyor, çok parlak bir motif ama aslında bu bir cin peri kitabı değil. Tam tersine ayakları yere basan bir kitap; cin peri çok önde de dursa aslında arka bir fon. Kitapta daha çok “gerçek” hikâyeler; gerçek insanların yaşadıkları var. Cin peri gerçekle paralel giden bir rol üstleniyor. Gerçek hayatta, gündelik yaşamdaki sorunlar, sevgisizlik, fakirlik, ruhsal problemler için cin peri nasıl bir kılıfsa, bu kitapta da öyle.”

şeklinde. Bana sorarsanız kitabın ilk sayfasındaki hemen başlangıç kısmı özetliyor aslında tam anlamıyla konuyu;

“Pencerelerin öyküleri yaşamın tüm sırlarını içinde saklar. İddiasız, mütevazi ama derin anlamlar taşıyan ve kurgusuz gelişen hayatlar, sayısız pencerede bir hayal gibi oynar biter. Kiminin zaman zaman da olsa seyircisi vardır, ama çoğu bomboş bir salona açar perdelerini. Tek kişilik oyunlarla ya da kalabalık kadrolarla. Dramlar, eğlenceler, aşklar, kavgalar, damların, gökyüzünün, karşı duvarın ya da pencerenin kendilerini seyredip seyretmediğine zerre kadar aldırmadan fütursuzca sahne alır pencerelerde.

Genelde her pencereden birbirine benzer görüntüler sızar dışarıya. Ama genelde. Özeldeyse süprizlere açık olmak gerekir. Pencereler kimi zaman bakmasını bilene ya da aklını çeldiği gözlere inanılmaz şeyler gösterir.”

2-En son aldığınız kitap;
Mine Söğüt-Şahbaz’ın Harikulade Yılı 1979. Anlaşılacağı üzere bu aralar fena halde Mine Söğüt’e takmış durumdayım.

3-Şimdiye kadar aldığınız kitaplar içinde en sevdiğiniz;
Saymakla bitmez aslında. Ama illaki bir isim vermem gerekiyorsa Paul Auster ve Aslı Erdoğan’ın tüm kitapları diyebilirim.

4-Bir türlü bitiremediğiniz bitirseniz de sizi illallah ettiren kitaplar;
Bitiremediğim daha doğrusu beni zorlasa da bitirmediğim kitap yok. Hatta aynı şey filmler içinde geçerli. Ne kadar zorlanırsam zorlanayım, beğenmesem, hiçbir şekilde bana hitap etmese dahi mutlaka beni şaşırtacak, kendime katacak bir şey olabilir düşüncesiyle elimdekini bitiriyorum. Son dönemlerde bu anlamda beni zorlayan kitap ise Selim İleri’nin Ölüm İlişkileri oldu.

5-Elinizdeki kitap bitince okumayı düşündüğünüz kitap;
Faruk Ulay-Tuhaf İnsanlar Zamanı

Son olarak bu mimi yazmak isteyen herkese yolluyorum.


Görsel: Deviantart

GÜN SONU RAPORU

13.11.2009
“Gün sonu alıyorum” dedim. “Ne alıyorsun diye şaşkın bir sesle sordu, anlamadı tabi haklı olarak. Telefonun çalıyor, açıyorsun ve “efendim” diyorsun. Arayan kişi sana selamsız sabahsız, açıklamasız “gün sonu alıyorum” diyor birden. Aslında arayan kişi sana demiyor onu, o sırada kendisine ne yaptığını soran Meltem’e (iş arkadaşı) söylüyor. Fakat bir yandan seni arıyorken -telefonu bu kadar çabuk açacağını beklemiyor elbet- bir yandan da arkadaşına laf yetiştiriyor. Derken sen aniden açıyorsun telefonu ve karşından bir ses “gün sonu alıyorum” diyor sana. Ben olsam ben de şaşırırım tabi...

Neyse, “gün sonu alıyorum” dedim ben tekrar ona. Ve küçük bir açıklamayı hakettiğini düşünerek, küçük de bir açıklama yaptım. Yani işin en basit anlatımıyla “çeşitli bankalara ait pos makinalarından gün boyunca yaptığım bütün işlemleri ayrıntılarıyla gösteren işlem raporlarını alıyorum” dedim. Kırk yıldır tanışıyor değildik hatta yıl bile uygun bir zaman kavramı değildi tanışıklığımıza dair, ama biz kırk yıldır tanışıyormuş gibi, gerçekten günün sonunu getiren bir konuşma, gülüşme ve vedalaşma aşamalarını gerçekleştirip anlamsız başlayan ama anlamlı biten (en azından benim için) telefon konuşmamıza son noktayı koyduk. Yerimden kalktığımda en azından kırk yıldır tanıştığım çoğu insandan beni daha fazla anladığına emindim.

Elimde evraklarım muhasebenin yolunu tutmuşken bir yandan da kendi kendime konuşuyordum çoğu zaman yaptığım gibi. Kendi gün sonumu da alsam nasıl olur acaba diye düşünmeye başladım birden. Bedensel ve zihinsel faaliyetlerim için her gün “gün sonu” yapsam mesela. Duygusal, zihinsel, fiziksel raporlarımı sırasıyla akıl ve yüreğimden alsam. Sonra vicdanıma sunsam, “al işte bugünde böyle geçti bak bakalım ne var ne yok” diye. Eksik mi kalmışım çoğu zaman olduğu gibi yoksa fazlalığım var mı bir sonraki güne kalan? Ya da ucu ucuna eşitlemiş miyim bugünümü, ne karda ne zararda, ortalarda bir yerlerde yaşayıp gitmiş, tüketmiş miyim? Yarına ne bırakmışım, ne taşımışım bugünden? Yarından yana neye ümitlenmişim, heveslenmişim? Bak bakalım ne katmışım kendi ellerimle kendi yaşamıma, ve neleri atmış, azaltmışım kendimden? Hadi kendime olmadı diyelim, bir başka yaşama bir yararım dokunmuş mu acaba, kendim için olmasa bile bir başkası için iyi bir şey yapmış mıyım? Yoksa suya sabuna dokunmadan bir günü daha yırtıp atmış mıyım ömür denen bu sayfaları hızla tükenen takvimden?

Tüm bu ve benzeri soruların cevaplarından oluşan uzun bir rapor sunsa bana vicdanım. Sonra ben o raporu okuyup, üzerinde iyi kötü düşünüp, artık “dün” olan bugünden alacağımı alıp, yarına doğru devam etsem. “Gün başı” yapsam yeni bir gün için mesela. Sil baştan, yine, yeni ve yeniden başlasam....Olur mu acaba? Neden olmasın ki...Gerçi bu soruların çoğunu zaten gün içinde sormuyor muyuz kendi kendimize? Ya da geceleri tekbaşınalığımızı bu cevabı çoğu zaman bilinmeyen, bilinse bile nedense tam olarak verilemeyen sorularla boğup durmuyor muyuz? Sonra da sırf bu soruların ağırlığından kurtulmak için belki de, uykunun o sıcacık kollarına sığınıp da kaçmıyor muyuz kendimizden? Belki de bu cevapları erteleyerek aslında bütün bir yaşamımızı ertelemiş olmuyor muyuz? Ve her seferinde biraz daha eksik yaşamıyor muyuz hayatı olması gerektiğinden?

Telaşla çıktım muhasebeden. Yok yok vazgeçtim ben bu işten diye söylendim kendi kendime. Ucu bucağı gözükmeyen upuzun bir raporu düşünmesi bile yormuştu beni. Yok yok böylesi daha iyi. Ben kendi kendime hallederim duygularımı, düşüncelerimi, yaptıklarımı, yapacaklarımı, kendime dair ne varsa hepsini...İşleme, rapora, işin içine rakamların girmesine ne gerek var. Hem ben oldum olası matematiği de hiç sevmem...Bırakmalı, akıp gitmeli hayat bir su gibi ellerimden. Ben avucumda kalan su damlalarının değerini, o serinliği hissedeyim yeter...

“Ne oldu ne bu suratının hali” diye sordu Meltem. Topladım pılımı pırtımı, “yok birşey” dedim, “işim bitti, çıkıyorum ben. Gün sonlarını muhasebeye teslim ettim.”


*İlk yayın tarihi: 07/11/08

Görsel: Deviantart

YAŞAM/AK

11.11.2009

Nasıl bir yaşamak hevesiyse bu bende ki;
Duru, telaşsız ve bir o kadar yalın,
Başladığım yerin hiçbir önemi kalmıyor bir anda
Biliyorum çünkü;
Ne zaman seni düşünsem
Hep başka bir yerinden çıkıyorum hayatın...


Görsel: Deviantart

YORULMADIK

10.11.2009

Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman dahi durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan, her mahlûk için tabii bir halettir, fakat insanda yorgunluğu yenebilecek mânevi bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları dinlendirmeden yürütür.

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK


YORULMADIK ATAM
YORULMAYACAĞIZ

***Görseller buradan alınmıştır.





GİDEN'E...

9.11.2009
Sen masanın bir tarafındasın şimdi, ben diğer tarafında. Aramızda, masanın üzerinde iki bardak bira, bir tabak karışık kroket, bir sürü kelime ve bir de akıp giden koca bir deniz var. Dalga seslerine kulak kabartıp da maviliklerine bulandığımız. Benzer fırtınaların sığınakları saklı yüreklerimizde. O yüzden belki de zamana endekslenmeyen, acelesi olmayan, telaşsız bütün anlatımlarımız. Kendimizi dinlendirdiğimiz küçük kayıklarımız aynı denizin ortasında karşılaşıyor.

Sen denizin bir kıyısındasın şimdi, ben diğer kıyısında. Görebildiğim, sesini duyabildiğim kadar yakın hissediyorum seni kendime. Hep öyle hissettim zaten. Bu yüzden belki de hiç susmadan masanın üzerine kelimeleri hızla yığışım. Sense alışkanlıktan belki de benim karman çorman sunduğum kelimeleri alıp da masadan, derleyip düzeltmeye çalışıyorsun büyük bir dikkatle. Sessizliğini fırtına sonrası dinginliğe benzetiyorum. Demir alma zamanı gelmiş olan bir geminin kendinden emin, kalkış saatini beklemesi gibi bakıyorsun bana. Gözlerinden deniz yansıyor.

Sen yolun bir tarafındasın şimdi, ben diğer tarafında. Giden kısmına yazılacak olan adından bahsetmiyoruz. Üzülmüyorum istediğini bildiğim için. Uzak diye bir yerin olduğuna asla inanmadım.Ve biliyorum ki sesim sana ulaşacak her zaman, bu zamana kadar ulaştığı gibi. Ben ses verdiğim, sen dinlediğin sürece. Masada kalan kelimelerini, havada asılı sesini alıp, özenle katlayıp, yüreğime yerleştiriyorum. Daha şimdiden sana uzanan koca bir yol oluyor.

Sen hayatın bir tarafındasın şimdi, ben diğer tarafında. Aramızda, birazdan kalkıp gideceğimiz ve belki de bir daha tekrar gelmeyeceğimiz masanın üzerinde, yarıyı çoktan bulmuş iki bira, içindeki karışık kroketleri bitmiş boş bir tabak, kimi karışık kimi düzgün bir sürü kelime, akıp giden koca bir deniz ve bir de o denizde tutunmaya çalışan benzer iki yürek var.

Yüreklerimizi alıp masadan kalkıyoruz. Ellerimde denizin kokusu kalıyor...

*Yolun açık olsun ve bir yanın hep denizle olsun güzel adam. Sevgi ve maviyle...


Görsel: Deviantart

VAZGEÇİLMEYEN

4.11.2009
Hiç vazgeçmedin benden. Ben senden ne çok geçtim oysa...

Yaşadığım hayalkırıklıklarının acısını senden çıkarıp adını kaç kez sildim belleğimden. Kendi hatalarımı kabul etmeyip, herşeyi senden bildim. Her gideni bahane edip kimbilir kaç kez küfür ettim varlığına. Yok saydım, görmezden geldim, kabul etmedim, yalan dedim, elimin tersiyle ittim seni. Senden gelen hiçbir şeyi üzerime alınmadım. Neye niyet neye kısmet diye geçiştirdim sana dair halleri. İnanmadığım bir masal oldun çoğu zaman, yadsıdığım bir gerçek...Ben senden geçtim ama sen benden hiç vazgeçmedin.

Bugünlerde yine benimlesin biliyorum. İnce hesaplar peşindesin. Attığım her adımın izinde...Zaman zaman sadece benim duyabildiğim ayak seslerin çalınıyor kulağıma. Ensemde içimi ürperten nefesini hissediyorum olur olmaz yerlerde. Ardıma dönüp baktığımda peşimsıra gelen gölgeni farkediyorum. Sağımda, solumda, geçtiğim sokaklarda, bir toplantının tam ortasında, bir hüznün saklı yaşında, bir sevincin kahkahasında, okuduğum kitabın satırlarında, seyrettiğim filmin olmadık bir sahnesinde, bir günün tükenişinde, yeni bir sabahın telaşında, uyurken gerçeğim, uyanıkken düşümde...Ne kadar inkar etmeye çalışırsam çalışayım yavaş yavaş gözlerimde, kulaklarımda, ellerimde, içimde...

Bir ışık yansıması var belli belirsiz okuduğum satırların üzerinde. İşte yine buralardasın. Ne kadar saklamaya çalışırsan çalış belli ediyorsun kendini. Gölgen okuduğum sayfanın üzerinde geziniyor, tek bir satırın üzerine düşüveriyor sessizce...

*İnsanlar yarım yürektir. Bulabilirsen diğer yanını hemen tamamla...

Gülümsüyorum.

Şimdi değil biliyorum. Henüz erken. Aklım kendi sınırlarını aşmaya, yüreğim taşkınlıklar yapmaya hazır değil şu anda. Kendi kendimin peşindeyim daha ben. Kaybettiğim zamanların telaşında kendimi telafi etmelerdeyim. Yol yorgunu hala bedenim. Yüreğim hala toparlanmalarda...

Ama bilirsin beni. Ne kadar kızsam etsem de adımlarım elbet çıkar yine senin olduğun yollara. Yeniden mutlaka seninle anılır, sana dair yazılır adım. Şimdi değil belki. Ama aklımın takvimi yüreğimin mevsimine uyduğu bir gün mutlaka...

*Adı hatırlanmayan bir film repliğinden alıntıdır.


Görsel: Deviantart

ALTINA İMZAMI ATARIM

3.11.2009
Bazen söylemek yetmez. İyiye, doğruya, güzele dair hissetmek de öyle. Birşeyler yapmak gerekir. Aklındaki ve yüreğindekileri sunmak mesela. Tek bir ses olup çoğalmak adına kendin gibi seslerle birleşmek hatta. Sonra tüm farkındalığını göz önüne sunmak. Buradayım demek gerekir, her zaman da burada olacağım, var olacağım, var edeceğim demek...Gururla, minnetle, inançla, saygıyla, coşkuyla...

Çok şey değildir bunu yapmak, yapabilmek. Hatta hiçbir şey değildir. Aldığın nefesin, bastığın toprağın, şu an var olduğun, yaşadığın hayatın uğruna verilen nefesleri, canları, toprağın bir zamanlar yoğrulduğu kanları düşününce hem de hiçbir şey. Şimdiye kadar susmuş olabilirsin pek çoğumuz gibi. Peki ya bundan sonra? O nedenle en azından şimdi bir yerlerden başla. Sadece tek bir imzayla...

Ülkemizin birlik ve beraberliğini korumak, kardeşlik duygularını pekiştirmek adına Atamızın ölüm yıldönümü olan 10 Kasım'da Anıtkabir'de ulu öndere sunulmak üzere Birmilyonkalem.com (1MK) sitesi imza kampanyası başlattı.

Atamızın veciz sözlerinden "Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." sözünün altına imzamızı atıyoruz.

Ben de bu kampanyada yer almak istiyorum diyorsanız rotanız: ALTINA İMZAMI ATARIM

DÜŞ

31.10.2009

Adım atamadığım yolculuğumda
Uçurtmam cambaz bedenlere takıldı
Oysa serçecik kanadında
Kentler kıtalar aşacaktım

Yeryüzünün aynası yok
Sessizliğimin sesini de yitirdim.

N.KARABULUT


Görsel: Deviantart

KUTLU OLSUN

28.10.2009

Cumhuriyetimiz öyle zannolunduğu gibi zayıf değildir. Cumhuriyet bedava da kazanılmış değildir. Bunu elde etmek için kan döktük. Her tarafta kırmızı kanımızı akıttık. İcabında müesseselerimizi müdafaa için lâzım olanı yapmağa hazırız
Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman dahi durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan, her mahlûk için tabii bir halettir, fakat insanda yorgunluğu yenebilecek mânevi bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları dinlendirmeden yürütür.
Bugün hepimize düşen ortak görev; ulusal değerlere, bilince, Cumhuriyet'e sahip çıkmak, Çanakkale'yi, Kurtuluş Savaşı'nı kazanan ruhu korumak ve bu bilinci gelecek kuşaklara aktarmaktır. Türk Ulusu dili, kültürü, tarihi ve saygın kimliğiyle aydınlık yarınlara el ele güçlü biçimde yürüyecektir.
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

KİMSESİZ/LİK

26.10.2009
Ne kadar zamandır buradayım bilmiyorum. Kırmızı saçlı bir kadın tarafından yerden alınarak posta kutusuna bırakılıp da, arada sırada apartmanda yaşadığını düşündüğüm insanların özellikle de çocukların ellerinde ve meraklı gözlerinde yer edinip gerisin geri tekrar posta kutusuna bırakılıyor olmamın üzerinden kimbilir kaç zaman geçti.

Benim için zaman kavramı köye yollanacak paranın denkleştirilebildiği, sevgiliye kavuşulacak günlerin kenarları yırtık bir takvim yaprağında birer birer işaretlendiği, iş bulunan günlerin bir sonraki güne kadar sürecek olan geçici keyfinin yaşandığı anlardan ibaret oldu hep. Genelde pantalon, arada sırada gömlek ceplerinde benimle beraber hep bir umut taşındı, hep bir iyi gün telaşı, hep bir neye niyet neye kısmet halleri...

Nasıl buraya düştüm, düşürüldüm bilmiyorum. Yaşama telaşına mı yenik düştüm acaba, kötü bir habere mi denk geldi bu unutkanlık, yoksa bir heyecan sonrasında mı buldum kendimi bir apartmanın giriş kapısında kimbilir...Oysa bu her taşı altın sayılan koca şehire geldi geleli hep yanında oldum, her fırsatta gösterildim, bir sürü güvensiz, düşman gözün önüne sürüldüm çoğu zaman gereksiz olduğu halde. Ne çok dile gelmek istedim böylesi zamanlarda bu koskoca bedene ait aklın izini, yüreğin sesini gösterebilmek, duyurabilmek için...

Şimdi ise bir apartmanın posta kutusunda belki de beni kaybettiğinin farkında bile olmayan sahibim tarafından alınmayı bekliyorum. Umarım diyorum içten içe; kaybettiği umutları, yaşama sevinci, hayatı, kendi değildir de sadece benimdir.

Ben bir kimliğim. Yaklaşık 1 senedir şehri İstanbul’da yaşamaya, ve yaşatmaya çalışan kendi halindeki N.Ö ye ait.

Sahibimi kaybettim
Hükümsüzüm.


*Apartman girişinde bulduğum, uzun bir süre posta kutusunda bekleyen ve sonra geldiği gibi ortadan kaybolan bir kimliğe dair...



Görsel: Deviantart

BEKRİYA'DAN MİM YAĞMURU

23.10.2009
Elde birikmiş yazılmayı bekleyen onca mim varken, daha ilk yolladığını henüz yazamamışken Bekriya Hanım yetinmemiş bir tane daha yollamış bana. Bari ikisini birarada çıkaralım elden diyerek bol sorulu ve bol cevaplı 2 adet mimi sunuyorum ortaya. İşte ilk mimimiz;

*Niçin blog yazarısınız?
“Peki neden kendi kendime yazma eylemini blog ortamına taşıyıp da, bir zamanlar en fazla yakın çevremden birkaç kişiye görme hakkı tanıdığım yazılarımı herkese sunup bir nevi görücüye çıkarmış oldum? Bir kitapta okumuştum; geçmişine dair kapatamadığı yaraları olan birine bir diğeri anlat, diyordu. Sadece anlat. Çünkü ancak bu şekilde rahatlayabilirsin. Bu şekilde tam olarak bitiremesen, izlerini silemesen bile en azından hafifletip, azaltıp geride bırakabilir, yaşadığın olumsuzlukların senin önünü kesmesine engel olabilirsin. Anlatarak tüketebilirsin, diyordu. İşte yazarak başladığım anlatma çabamı daha fazla kişiye duyurma nedenim biraz da bu belki de...” diye yazmışım bir zamanlar. Sanırım bu soruya verebileceğim en iyi cevap da bu...

*Son zamanlarda hiç vakit ayıramadığınız bir uğraşı:
Hem iş hem de ruh yoğunluğundan dolayı kendimi verip de film seyredemiyorum.

*Şu an için imkanınız olsa gerçekleştireceğiniz hayaliniz nedir?
Şehr-i İstanbul’dan koşarak kaçmak...

*Hayatınızda iyi ki yapmışım dediğiniz üç şey nedir?
1-
Her ne kadar benimki daha çok mecburiyetten de olsa iyi ki çalışmaya erken yaşta başlamışım.
2-İyi ki hayatımda bu kadar çok ve güzel insan biriktirmişim.
3-İyi ki medya dünyasının bana çok da uygun olmadığının farkına erken varmışım.

*Mutfakta en sevdiğiniz uğraş?
Yemek yemek...

*En sevdiğiniz üç yemek?
1-
Pırasa
2- Sarma
3- Annemin eli değmiş her yemek (desem de kabak, kereviz olmasa da olur tabi)

*Giyim konusunda abarttığınız eşya?
Giyim değil de takı konusunda yüzük olayını abartmış durumdayım sanırım.

*Çocuklarınıza nasıl hitap edersiniz?
Olursa/olunca söylerim.

*Sizi anlatan bir resim?
Sanırım yok. Olabileceğini de sanmıyorum zira türümün son örneklerindenim...

Evet ilk mim soruları bu şekilde. Şimdi gelelim diğer mim sorularına;

*En sevdiğiniz 3 çiçek ismi:
Papatya, sarmaşık, ortanca

*Gerçekleşmesini istediğiniz 3 hayaliniz:
Şehr-i İstanbul’dan ayrılıp arkası yeşil önü mavi bir sahil kasabasına yerleşmek ve İstanbul’a arada sırada sadece turist olarak gelmek, orada kafamı gömüp kitap okumaktan iş yapamayacağımı bile bile bir kitapçı dükkanı açmak ve...Devamı da bana kalsın artık...

*En sevdiğiniz ve sevmediğiniz 3 huyunuz:
Sevdiklerim:
1-Girdiğim her ortama çok çabuk uyum sağlayabilme özelliğim
2-Elimden geldiğimce adil olmaya gayret etmem
3-Çabuk sinirlenmeme rağmen yine aynı hızla sakinleşmem

Sevmediklerim:
1-Kararsızlığım
2-Çabuk ve ani sinirlenmem
3-Hayır diyememem

*Gıcık olduğunuz 3 hareket:
1-
Her türlü saygısızlık
2-Bekletilmek
3-Yargısız infaz yapılması

*Bu benim bugüne kadar olan en kara günümdü. Dünya başıma yıkıldı ve bir daha ayağa kalkamam diye düşündüğünüz olay:
Düşününce öyle çok ki. Ama insan her seferinde çok daha kötüsünü de yaşayabileceğini, ve her seferinde tekrar ayağa kalkabileceğini öğreniyor her gün biraz daha. O yüzden yaşadıklarımı “bu en kötüsüydü” diyerek hem kendiminkilerle hem de başkalarının yaşadıklarıyla karşılaştırıp sınıflandırmaktan her zaman çekindim ve çekinirim.

Yine benim sayemde zaman aşımına uğramış olan bu mim sorularını, isteyen istediğini alıp cevaplasın diyerek ortaya bırakıyorum. Hayırlı uğurlu olsun...


Görsel:Deviantart

UZUN SAÇLI ADAMA NOTLAR-I

21.10.2009
Adını biliyordum. Çok iyi gitar çaldığını, iyi şarkı söylediğini, flamenkoya aşık olduğunu bildiğim gibi...Uzun saçlıydı ve benim onu tanıdığım gün gitar çalıp Doğan Canku’dan Sonsuza Dek’i söylüyordu...

Adını biliyordum. Yüzünün o en tanıdık, en yalın haliydi benim ona karşı olan savunmasızlığım, karşı koyamayışım...O kocaman bedeninde küçücük bir çocuk yüreği taşıyordu. Uzun saçlıydı ve benim onu sevdiğimi anladığım gün gitar çalıp Doğan Canku’dan Sonsuza Dek’i söylüyordu...

Adını biliyordum. Ama adına yazdığım öyküler yoktu, şiirlerde...yaşanmışlık sayılabilecek ne varsa, bölük pörçük ama an ve an, küçücük gerçeklikler vardı elimde sadece. Bir de gerçekliklerin yetmediği zamanlarda ona dair kurduğum düşler...Uzun saçlıydı ve benim onu düşlerime ortak ettiğim gün gitar çalıp Doğan Canku’dan Sonsuza Dek’i söylüyordu...

Adını biliyordum. Adıma dair duyduğu çelişkileri, bana “nereden girdin hayatıma” diye sorarken yaşadığı o kararlı kararsızlığı, bana “ben” olduğum için dokunan ellerinin taşıdığı o hüzünlü pişmanlığı...Uzun saçlıydı ve benim onun başka düşlerin ortağı olduğunu öğrendiğim gün gitar çalıp Doğan Canku’dan Sonsuza Dek’i söylüyordu.

Adını biliyordum. Ama mektubun sonuna yazmadım. “Eğer bir gün bu şehre dönecek olursan aynı çocuk yürekle, yüzünün aynı tanıdık ve yalın haliyle, ve bana “ben” olduğum için dokunan ellerinle, ve eğer ben hala bu şehirde ve yaşıyor olursam hayata dair kurduğum bir yığın mavi düşle, yine birbirimizin düşlerinden çalar mıyız dersin?” diye bitirdim mektubu. Ve sahneden iner inmez gözlerinin beni arayacağında emin bakacağı ilk yere bıraktım. Uzun saçlıydı ve benim onu orada, o dört duvar arasında, ortağı olduğu düşlerin içinde, ait olduğu yaşamın kıyısında, var olduğu ve olacağı her yerde ama benden bir parçayla bıraktığım gün, o hala gitar çalıp Doğan Canku’dan Sonsuza Dek’i söylüyordu. Bense onu hala seviyordum.

Sokaklar geçiyorum sızım hüznüm gölgem benim
Caddeler aşıyorum gözyaşlarım en sessizliğim
Asılsız çarelerle yürüyorum işte böyle
Zamanı geriye çeviririm diye

Acılar yaşıyorum kavuşmak bedeliyle
Bekliyor biliyorum az ötemde sessizce
Adımlarım yaklaştı görüyorum orda işte
Kayboluverdi yine sokaklar arasında

Elbet birgün yollar çaresizce tükenip son bulacak
Zaman işte yeniden başlamış olacak
İnanırım kalbim onunla sonsuza dek yaşayacak
Kaybolup gidecek maziyle birlikte...

*Doğan Canku'dan Sonsuza Dek'i buradan ya da buradan dinleyebilirsiniz.


Görsel: Deviantart

TURUNCU HAYAT

15.10.2009
Gri;
Siyah ve beyazın anlamının yittiği renk
Ve tüm diğer renkleri yutuveren bir sis.

Velhasıl; şu yeryüzü dedikleri gri mi ne
Güneşin tüm renklerine göz koymuş bir de
Önce bulutları ele geçirmiş,
Bulutlar ki beyaz olmalı
Gökyüzü mavi
Güneş turuncu
Yeryüzü turuncuyu giymeliydi üzerine
Ne olduysa oldu
O griyi seçti.

Velhasıl; şu yeryüzü dedikleri hep kural hep kanun…
Tek adımda biten bir yol.
Maskeler büyüyor topraktan
Düşlerim ve gördüklerim, yaşadıklarımdan fazla bu yüzden

Bir de şu yerçekimi yok mu?
Ne kadar yücelmek istersen iste
Bırakmak istemez seni
Gerisi teslimiyet…
Bir kabulle başlarsın, sonrası kural, kanun olur…
İsim olur, cisme bürünür…
Her kafadan bir ses çıkar da
Yargı olur, suç olur…
Tüm bunların karşısında insan mağdur olur...
Hep bir sevdaya teslim olacakken;
Düşünce olur, korku olur…
Bir rüzgar gibi savurur geçer hayat her birimizi…
İnsan ürperdiğiyle kalır…

Sabırla beklemeyi hep aynı duruş sanmak bundan mı?
Hep birbirimizi ararken kendimize çarpışımız?
Her seferinde bulduğumuzun kendimizden bir parça olduğunu görüşümüz?

Ve ben
Yeryüzü gri olalı beri
Yeryüzüne uzak oldum,
Gökyüzüne bakar oldum

Yorgundu kollarım…
Bir uzatsam ellerimi koparacaktım mutluluğu belki dalından…

Ama ben
Düş-erim bir gün diye tedirgin
Tırmanmadım gökyüzüne
Daha da sert basıyordu ayaklarım...
Ya bir kez yerden kesilirse?
Basamazsam bir daha toprağa eskisi gibi?
Bu yüzden yerçekimine teslim edilirdi ya bedenler
Hem griye ortak hem şikâyetçi diller
Bir de bastığı yer kendiliğinden yeşillensin isterdi ayaklar…
Kollar ise uçmaya gıpta ederdi…

Yükselmeli
Bulutları da aşmalı bulutları da
Ta ki maviyi, güneşin turuncu yüzünü görene dek
Bir kez bakınca semadan yüreklere...
Yerçekimine rağmen…
İnemez insan, direnir çırpınır…
Dönüp de yürüse yollarda herkes gibi;
Ayaklarına dolanır yeryüzü, sahnelenen her bir oyun…

Gökyüzü aşk, mutluluk ve isyan
Yeryüzü gökyüzünü griye boyarken,
O mavisini verir denizlere
Güneş turuncularını saçar dört bir yana

Ey gök!
Yeryüzüne mutluluğu uzatan gök…
Sar dünyayı
Ve söyle
Güzelin sadece güzel olması yeter mi?
O güzellikle ne yapacağın değil midir mühim olan?
Okumayı sökmüş olunca okumuş olmuyorsun ya...
Her şey yazıldığı gibi okunsaydı herkes alim olurdu...

Ey şekli gözüme,
Sesi kulağıma,
Adı aklıma kazınan dünya...
Gözlerim bir yerden seviyor seni...
Dilim yakalıyor sesini.
Elim duyuyor buralardan geçtiğini...
Ne yazık geç kaldın ya da erken geldim ben.
Sanma ki umurumda değilsin...
Seni yerde ararken gökte buldum ben.
İşte o vakit ki bir ışık gördüm ve göğe yükseldim.
Öldüm, düş-tüğümde toprağa, sen çoktan gitmiştin...
Sisler ardında kalmıştın.
Gözlerin bakar ama sevmez olmuş.
Ellerin dokunur ama duymaz olmuş.
Kulakların işitir ama görmez olmuş.
O görkemli gölgene sığınıp da unutmuşsun meğer beni...

Seni bilmem dünya
Böyle girdi gökyüzü yeryüzüyle benim arama
Mavilerin içinde kaldım bir süre.
Tüm renklerimi gökyüzünden aldım
Güneşe dayadım sırtımı
Turuncu bir hayat yaşıyorum.

Yazan: MASALCI (Bugünü Yaşama Arzu'su)

*Can dostuma, masalcıma, Arzu'ma bana bu harika yazısını blogumda yayınlama izni verdiği için bir kez daha çok ama çok teşekkürler...


Görsel: Deviantart

YALNIZLIĞA DAİR...

13.10.2009
Bir yara gibi...
Hani içinde bir yerde, senin bile farkında ol/a/madığın, gözle görülmeyen bir yanında mesela, artık senin ayrılmaz bir parçanmış; elin, gözün, kulağınmış gibi taşıdığın, her canın sıkıldığında, acıdığında veya acıttığında başkalarını istemeden, bir günün bir diğerine uymadığında mesela, kendini bilmediğin huysuz ve umarsız zamanlarında, içindeki boşluklar üşüdüğünde, şimdiye kadar kaç kişiyi üşüttüğünü düşündüğünde, başkalarına az kendine fazla geldiğinde, ya da tam tersini hissettiğinde, yakalayamadığında akıp giden zamanı, tutamadığında her istediğinde istediğin yerinden hayatı, kendini hep geç kalmış hissettiğinde, ama yetişmek için artık çabalamadığını farkettiğinde, sürekli anlaşılmadığından şikayet ettiğinde, ama sen anlatabildin mi bilmediğinde, gün bitişlerinde, mevsim geçişlerinde, her sene sana bir yaş daha eklendiğinde, bir sevgiliden ayrıldığında, bir başkasına sil baştan aşık olduğunda, bir dosta kırıldığında, ailene gücendiğinde, kimi zaman hiç sebebsiz, kimi zamansa sebebini bile bilmediğinde, el yordamıyla çabucak bulup da yerini, bir anda gün yüzüne çıkardığın, tatlı-sert kaşıyarak, canını acıtarak hatta tekrar tekrar kanattığın, ve o kan dinip o sızı geçene kadar, hani tekrar kabuk bağlayıp da içindeki o vazgeçilmez ama bir o kadar da farkedilmez yerini alana, sen kendi içinden çıkıp da tekrar yaşamla bağını kurana kadar, hem kendi hayatına hem de başka hayatlara kan kırmızı bir izle bulaştırdığın bir yara gibi yalnızlığın...

Bilirsin işte...
Boş verilmiş bir yalnızlıktır aslında seninkisi...
Ama boş değil...

*İlk yayın tarihi: 07/10/08
**Yazıyı çok sevdiği için "Kardeşim Efsa'ya" diye bir not eklemişim altına o tarihte. Şimdi de altını çizerek yine prensesime diyorum...


Görsel: Deviantart

ÖDÜLCÜ GELDİ HANIMMM

12.10.2009
Beni mimleyenler ya da bana ödül gönderenler bilir. Bu konularda ne zamanlamaya, ne de kurallara uygun yazabilmekteyim. Hatta bazen öylesine geç kalmış oluyorum ki mim yollayan arkadaş beni mimlediğini bile unutmuş oluyor. İşte yine üzerinden uzun bir zaman geçmiş olan ödülümle karşınızdayım. Ve bu gecikmeli teşekkür ve ödül dağıtımı içinde özürlerimi sunmaktayım. Affola...

Sevgili İ.x.İ.r, morkedi, özlem arkadaşlarım layık görmüşlerdi beni bu ödüle. Öncelikle çok teşekkür ediyorum onlara. Ödülün kuralları gereği kendi hakkımda 7 ilginç şey söylemem gerekiyor. Ve sonra da bu ödülü 7 kişiye daha iletmem.

*Tek sayılardan pek hazzetmiyorum. Mümkünse etrafımdaki herşey çift sayı olsun, çift sayıdan oluşsun. Hatta bloguma yapılan yorumları bile toplam yorum sayısının “çift” olmasını hesap ederek cevaplıyorum. Bazen sırf bu yüzden aman bir yorum daha gelse de sayı çift olsa şeklinde beklediğim bile oluyor.

*Fena halde kan tutmasına rağmen nerede CSI, Criminal Minds vb ölüm, cinayet, seri katil içerikli film ve dizi varsa orada ben varım. Bir kez daha dünyaya gelecek olursam kan tutsun tutmasın profil uzmanı olmak istiyorum...

*Ruh, cin, hayalet vb varlıklardan insanlardan korktuğum kadar korkmuyorum. Hani karşıma bir hayalet çıksa mesela eğer o an kalpten gitmezsem zaten yapabileceğim çok fazla birşey olmadığını biliyorum. Ama insan; belki de melek ve şeytanı aynı anda içinde barındırabildiğinden hiç ummadığın bir anda hatta en sevdiğim benzetmeyle “tel koptuğunda” iyi-kötü herşeyi yapabilecek olan tek varlık...

*Beyaz rengi çok severim. Başkalarının üzerinde gördüğümde çok yakıştırır hatta etrafımdakilere şiddetle beyaz giymelerini öneririm. Ama ben giymem. Okul gömleği gibi mecburi durumların ardından uzun hem de çok uzun bir zamandır iç çamaşırı dahil olmak üzere dolabımda beyaz renkte bir kıyafet bulunmamaktadır. Olur ya kazara yarın bir gün evlenirsem muhtemelen giyeceğim gelinlik de beyaz olmayacak (annem duymasın)

*Çok konuşuyorum. Çok konuşuyorum derken etrafımdakilerle değil sadece kendi kendime de çok konuşuyorum. Üstelik bunu yaparken zaman ve mekan kavramlarının hiçbir önemi kalmıyor. Bazen nerede olduğumu falan unutup uzun uzun kendimle tartıştığım ve sonra üzerimdeki tuhaf bakışların ağırlığıyla kendime geldiğim oluyor.

*Fazla düzenliyim hem de haddinden fazla. İş yerinde her türlü dosyam, evde kıyafetlerim, kitaplarım ve daha bir sürü şey...Evet elimi attığımda aradığıma anında ulaşıyor olmam özellikle iş yerinde büyük bir kolaylık benim için. Ama birşeyi ararken hiç aklında olmadığı ve aranmadığı halde karşına çıkan başka şeylerin varlığını kaçırıyor olma hissi de içten içe rahatsız ediyor beni. Sanırım dışımdaki bu aşırı düzen hali içimdeki düzensizliğin bir çeşit tepkisi...

*Hala ehliyetim yok. Sadece ehliyetim değil, arabalara ilgim, haklarında bilgim de yok. Ve sanırım olmayacak da. Bu konunun İstanbul’da yaşıyor olmamla ve hatta sabah ve akşam iki yaka arasında trafikle boğuşuyor olmamla bir ilgisi var mı yoksa doğuştan mı böyleyim bilmiyorum.

*Yolun yarısı dememe kaldı 3 senem hala bu yaşıma kadar ince topuklu ayakkabı giymedim. Bundan sonra giyer miyim hiç sanmıyorum.

İlginç mi, tuhaf mı yoksa gayet normal ve sıradan şeyler mi bilemedim ama hakkımda 8 bilgiyi yazmış bulunmaktayım. Bu arada 7 değil 8 dikkatinizi çekerim. Gelelim ödüllere...Her zaman yaptığım gibi ben bu ödülü UMUR başlığı altında sayfamda yer alan bütün arkadaşlarıma yolluyorum...

GÜN/DÖRT

8.10.2009
Giriş; Gerçek bir prenses o. Sadece dış güzelliğine dair değil bu söylediğim; yüzünden önce ve öte yüreğini gördüm, yüreğini bildim ben onun. Bu yüzden en çok yüreğinden yanadır söylediklerim...

Kimi zaman içinde bir yerlerde hala eski bir masalın acıtan ayak seslerini duyuyor ve böylesi anlarda masallardan değil de en çok kendinden yana şüpheye düşüyor biliyorum. Kimi zamansa yolu kahramanlarını, kahramanlıklarını çoktan kaybetmiş başka masallara düşüp de büyük bir hayalkırıklığı ve şaşkınlıkla tekrar gerisin geri döndüğünde yaşıyor aynı çelişkiyi. Oysa yüzüne baktığınız an, o naifliği, kırılganlığı, o içten gelen ve geldiği gibi yüzüne yansıyan güzelliği gördüğünüz an, çok değil sadece birkaç dakika bile konuştuğunuz an anlıyorsunuz ne demek istediğimi. Öyle güzel, öyle iyi, öyle temiz, öyle değerli ki...

Dedim ya gerçek bir prenses o. Bu hayatı bir masal güzelliğinde yaşayıp, yaşatmak isteyen bir prenses. Ve dilerim en kısa sürede istediği gibi bir masalın baş kahramanı olur ve anlatır bize hak ettiği ve yaşadığı tüm güzellikleri...

Gelişme; Uzaklığın varlığına hiçbir zaman inanmadım. Evet uzak zordur, kimi zaman şüpheli, kimi zaman şaşırtıcı, ve çoğu zaman yorucudur. Ama uzağı yakın yapan yine sensindir, o yol önce senin yüreğinden geçer, işte ben her zaman buna inandım.

Aynı inandığım gibi; uzak çoktan yakın olmuştu onunla aramızda. Uzun zaman önce biz yürekten gidip gelmeye başlamıştık zaten birbirimize; içinden yürek geçen, yüreğin içinden geçtiği yollarda neler neler paylaşmış, kimbilir kaç kez ağlayıp kaç kez gülmüştük birlikte. Biz birbirimizi daha en baştan yürekten görüp, bilip öyle sevmiştik.

Ve bugün nihayet yüreklerimiz ilk defa yüzyüze geldi. Karşımdaki yürek olduğu gibi, aynı bildiğim, düşündüğüm, inandığım gibi. Ben gibi, benim gibi. Bu yüzden belki de yeni, şaşkın, heyecanlı, çekingen değil de çok uzun zamana yayılmış, hep varmış gibi, sakin, telaşsız ve içten anlattıkları, anlattıklarım...

Yüreği kendi gibi güzel insan, can insan. Uzağı yakın edip her daim yüreğiyle yanımda olan insan. Ne mutlu bana ki bundan sonrasında da hep benimle, hep yanımda, yakınımda olacaksın.

Sonuç; Soru çok. İstemediğimiz kadar hem de. Peki ya cevaplar? Ne kadarı gerçekten yanıtlayıp da rahatlatır içimizi, hangileri sadece kendimizde saklı, kaç tanesi bir kandırmacadan ibaret bilmiyorum. Kim gerçekten bilebilir ki?

O yüzden öncesini bir kenara bıraktım ben daha en baştan. Sonrasındaysa şimdilik gözüm, henüz söyleyebilecek bir sözüm yok. Tek bildiğim; var olacaksak, varsak eğer “şimdi”den başlamalı. Ve sonrası gelecekse de yolu önce “şimdi”den geçmeli...Şu an sadece “şimdi” olmalı...

İşte sen benim için bugün olduğu gibi “şimdi”den başlıyorsun her seferinde. Dile dökemediklerini gözlerinde okuduğum, hiç beklemediğim bir anda dudaklarıma kocaman bir öpücük kondurduğun, yüzünde o anın keyfini en sakınmasız haliyle yansıtan sıcacık tebessümünü gördüğüm, elimi tutup da bırakmadığın “şimdi”lerde varım ben senin için. Varsın sen benim için.

Ve bugün bir kez daha anladım ki içinde seninle olduğum hayat benim için öncesiz ve sonrasız. Sadece “şimdi”lerde akıyor...

***3 Ekim'e; günüme keyif katan 3 güzel insana dair...



Görsel: Deviantart

ADAM/AK

6.10.2009
Adımı sorma
Biliyorsan söyleme
Söylediysem duyma

Kim olduğuma
Nerede kaldığıma
Nereye vardığıma bakma
Boşver öncesinde akıp giden zamanı

Şu an olduğun yerden bak
Olduğum yerden gör beni
Sonra içine çevirip de gözlerini
Sor yüreğinin en el değmemiş yerine

Aşk de
Sevi de
Olmadı hiç söylenmemiş
Yeni bir kelime yarat
Başka bir anlam yükle

Bulunca
Sadece benim duyabileceğim bir şekilde
Fısıldayıp da kulağıma
Sen koy adımı


Görsel: Deviantart

İÇİMDEKİ KELİMELER

1.10.2009
Unutulmaktan korkarken, teker teker unutuyorum unutmamam gerekenleri. Gidenleri gelenleri, yalanları, gerçekleri, el değmemiş düşleri, uzak ve kırgın bir zamandan gelip de artık kendime bile yabancı gelen sesimi, ama en çok da kelimelerimi...

Sahi en çok kelimelerimi unutuyorum hayatın içinde ve aniden hiç bilmediğim bir dilde konuşuyor buluyorum kendimi başka başka öykülerde. Başka başka öykülerin geçici kahramanı oluyorum zamansız. Kendi öykümü soruyorum, içinde diyorlar. İçimi unutuyorum her seferinde oysa ben, unuttukça büyüyor boşluk, büyüdükçe eksiliyor yürek, eksildikçe uzaklaşıyor hayat...Gözümün önünden akıp gidiyor tek kelime bile edemeden, uzakken yakın, yakınken uzak olduğum zamanlar...

İşte bu yüzden, bazen içimdeki gölgelerin peşine düşüyorum yaşamın henüz gün değmemiş yüzünde... Kendimden bile sakladığım, kendimi sakladığım gölgeler...Hani bir tanesine bile ulaşırsam, kısacık bir anlığına bile değebilirsem olmayan yüzlerine, hiç konuş(a)masak bile eğer ellerine dokunabilirsem, işte tam da o an, sanki yerine ulaşırmış gibi geliyor bana, içimde sakladığım, söylenmiş ama unutulmuş tüm kelimeler...

Düş söz olur işte böyle zamanlarda dilimde.
Söz düş/l/er...


UNUT/MA MEKTUPLARI-I
EKİM 08'



Görsel: Deviantart

DÜŞ/MEK

29.09.2009

Farkında mısın;
İpin üzerinde bir cambaz gibi
Dengede durmaya çalışıyor
Bir gidip bir geliyor aşk...

Bırak aklından önce
Yüreğine düşsün...



Görsel: Deviantart

HAYAT, BEN VE 32.YAŞIM...

28.09.2009
Hayat tam orta yerinden kırıldım sana. Aklım bir yana düştü şimdi, yüreğim diğer yanda. Cebimde küstüklerim.

Kendi gözümün körü kendi sözümün yalancısı gibiyim. Nakaratı olmayan bir şarkı dilimde. Eksik yazılmış. Eksik bırakılmış. Kime söylesem anlamıyor. Ezberinde kalmıyor.

Hayat tam orta yerimden kırıldım sana. Ne sözünde durabildim bunca zaman. Ne de sözümü geçirebildim o umursamaz tavrına. İçimde söyleyemediklerim.

Bir dönmedolap gibi kah yukarıda, kah aşağıda geçip gidiyor günlerim. Üzerimde hep bir neye niyet neye kısmet halleri. Başı sonu belli olmayan yerlerinden yakalanıyorum ya çoğu zaman sana. Yırtık düşlerimin arasından hep gerçek sızıyor.

Hayat bilirim sağlaman yok senin. Bakma sen benim ağlayıp sızlanmalarıma. Alacağım yok hiçbir yürekten. Ben sevgimi kimseye borç niyetine vermedim. Ne yaparsam yapayım gözünün önünden ayırma sen beni. Aklımı yerinde tut. Elinde tut sen. Ben hep yaptığım gibi, yine yüreğimin sesindeyim. İzindeyim...

Bugün bir sayfayı daha çevirdim yüreğimden. Çevirip te ardımda bıraktım. 32. sayfadayım şimdi. Yazmaya kalem yeter mi? Görmeye göz, duymaya kulak, yaşamaya yürek değer mi bakalım. Değecek mi? Dolup da bitecek mi bu sayfada...Bitip de çevrilen diğer 31 sayfa gibi...

Hoş geldin 32 yaşım.Az önce kapıda giderken karşılaştığın 31 yıl evsahipliğimden pek hoşnut olmadı. Umarım sen memnun kalırsın. Buyur, şöyle baş köşeye oturmaz mısın?

*27 Eylül'e dair...



Görsel: Deviantart

MASAL

25.09.2009
Gece indi. Zifiri bir karanlık abandı şehrin üzerine. Tüm ağırlığıyla yüreğime. Saçlarımın rengine başka bir yaşamın kokusu bulaştı.

Bir yalanın ipleriyle örülmüş bu şehir. Bir yalanın iplikleri iğnelenmiş yüreğime. Söküldükçe tüm pislikleri çıkıyor gün yüzüne. Söküldükçe tüm yaşanmışlıklar gözlerime vuruyor. Söküle söküle “gerçek” bir sözün kalmıyor. Suskunluğun kaçışına yansıyor.

Haydarpaşa’dan kalkan son trene yetişiyorum nefes nefese. Bu şehir seninle uyuşmuyor artık. Adın bu şehre yakışmıyor. Bindirip de evine geri yolluyorum bu şehri yüreğimden. Koskoca bir boşluk kalıyor senden geriye. Sesim sokaklarda yankılanıyor. Yeni bir şehir kurmam lazım şimdi bu yürekte. Biliyorum.

Bir İstanbul masalı yaşadı gönlüm. İstanbul’u bir masal gibi yaşadı. Başka bir şehrin kahramanıydı özlenen. Yürekte beklenen. Masalların sonu güzel biter, bitmeli. Benim masalım sona ermedi ama. Bir kahramanın ayaklarına dolanıp kaldı. Bu kahraman benim masalıma yakışmadı.

İlişikteki hayat bana ait değildir. Ben hala rapunzelim. Kısa ve kızıl saçlı. Sözde kalan kahramanlıklara değil sadece yürekten yaşanan masallara inanırım...

Son...



Görsel: Deviantart

TANIMSIZ...

24.09.2009

Ölüm tanımı olmayan bir çiçeğin kokuları gibidir
Ve tanımı olmayan ölümlerle ölür insanlar...

TALİP IŞIK



Şairin dediği gibi oldu yine...
Ölüm üzerimizde, aklımızda
Ve en önemlisi yüreğimizde
Hiç gitmeyecek kokusunu bıraktı
Bir DOSTU aldı yanına ve gitti...

BAŞIMIZ SAĞOLSUN
MEKANI CENNET OLSUN...


Görsel: Deviantart

GEÇ KALMIŞ BİR ÖZÜR

23.09.2009
Bir insan geçmişine ait bir parçayı yok sayabilir mi? Yaşanmış bir zaman dilimi hiç yaşanmamışcasına silinebilir mi insanın belleğinden? Ve dünden bir parçası eksik olan biri bugünü tam olarak yaşayıp yarına varabilir mi?

Şu anda tam karşımda oturmuş bana bugününü anlatıyorken sen, ben gözlerim elindeki sigaranın dumanına aklımsa geçmişime takılı, belleğimdeki eksik kalan kısımları tamamlamaya çalışıyorum. Yaşandığı halde hatırlanmayan, yok sayılan zamanları...

Hatırlayıp da önüme sunduğun çoğu şey ne yazık ki yok belleğimde. Hiç yaşanmamışcasına silinip gitmiş. Ne kadar zorlasamda kendimi, büyük bir acının izleri dolaşıyor içimde sadece o günlere dair. Bir acının yüreğimi saklayıp, gözlerimi kör etmesi. Kabul edilmeyen bir zaman, hatırlanmak istenmeyen yüzler, gözardı edilen yaşanmışlıklar. Bu yüzden belki de hafızam bana o günlerden kör, sağır ve dilsiz...

Düşünüyorum da şimdi, bir yalanın uzantısına kurban edilmiş bir gerçektin aslında sen. Bilmediğin zamanların dışında bırakılan. Bilmediğin acıların habersiz takipçisi. Bir suskunluk zorunluluğu, söylenemeyenler, hep bir kırgınlık, bir erteleme, sonu getirilmemiş cümleler... Bilinçli değildi elbet, istenerek yapılmadı. Ama yanlıştı sonuçta. Bir haksızlığa karşı başka bir haksızlığı seçmekti benimkisi.

Çok zaman geçti üzerinden artık. Bıraktığımız yerde değiliz ikimizde. Zamanın derin izleri yansımış, yüzümüze, ellerimize, gözlerimize, yüreğimize...Ama geçen onca zamana, yol yorgunluğuna, hayal kırıklığına, birbirinden habersiz çekilen çektirilen acılara rağmen tüketilmemiş hayaller kalmış avuçlarımızda hala görüyorum. Ve seviniyorum bir yerinden yeniden yakalayabildik birbirimizin hayatını, yeniden bu hayatların bir parçası olabildik diye...

Şu anda tam karşımda oturmuş sana çok yakışan o gülüşünle geçmişin tozlu sayfaları arasında dolanıyorken sen, ve anıyorken yine o günleri, ben duyamayacağın bir fısıltıyla Tanrı’ya bir kez daha şükrediyorum; eskiye dair bir hayalkırıklığı olmama rağmen bir “gerçek” olarak bugününde tekrar yer almamı sağladığı için...

Bu sefer hiçbir yanlış, bir doğruyu (seni) götürmedi...


Görsel: Deviantart

AKLIMIN GİTMELERİ

18.09.2009
Hayat...

Bir kelimeyi söylesen diğerinde takılıp kalıyor dilin. Bir soruyu cevaplasan bir diğer soru beliriyor peşisıra. Bir düşten uyansan bir başkasına dalıyor aklın. Her yaşamın izinde bir başka yaşam gizli...

...

Aynı çıkmazlara açılıyor her seferinde kapın. Görmezden gelsen bile sen, bir kez daha göze alsan da sorgusuz sualsiz yaşamayı dudaklarının kenarında eğreti bir gülümseme, yine aynı noktaya varıyor adımların.Yaşam, yayılıp da taşarak yazgı olan bir karmaşaya dönüşüyor bir anda. Oysa biliyorsun. Sen ne kadar sussan da öznesi sen olan cümleler yazılmaya devam ediliyor. Sana uygun görülen yaşamlar var halihazırda. Hani diyor ya **hayat, birazda yalanlarla yetinme sanatıdır, diye bir kitapta...Hayat devam ediyor işte sana sormadan ve sen sadece kendine en uygun yalanı arıyorsun.

Aklının defterinde biriktiriyorsun dile dökemediğin her bir cümleyi. Ne varsa bir bir işleyip de belleğine kendi sığınağını yaratıyorsun kendi içinde. Zaman bir beşik gibi. Alıp da o sınırsız kollarına seni, sallayıp duruyor, uyutup bugününden kaçırıyor. Uyandığında gözlerini siyah beyaz bir geçmişe açıyorsun. Üzerinde bugününün kabullenemediğin izleri...Arada kalmışlığın, hep yarım kalan yaşanmışlığın, üzerinde yapışıp kalmış bir belirsizlik gölgesi...Düşün gerçeğe karıştığı bir zaman diliminde, kimliksiz bir geleceğe varmamak için sen, bugününden kaçıyorsun.

Hayat diyorsun, soranlara, iyi ama adil değil...Çocukluğuna kanıp da açıverdiğin bir kara kutu gibi. Biraz yalan, biraz gerçek. Kurallarını bir türlü öğrenemediğin bir oyun. Bir gün var, bir gün yok. Her eşikte bir acı daha katıyorsun kendine. Her acıda biraz daha büyüyorsun. Her büyümende biraz daha yalnız. Büyümenin yaşı yok öğreniyorsun. Yanıbaşında çocukluğunun masum izleri...Hiçbir şey göründüğü gibi değil, görmek istediğin gibidir aslında. Peki şöyle bir durup da düşünsen, sen ne kadar adilsin hayata karşı. Susuyorsun...

Ah küçüğüm ne farkeder ki hangi zaman, hangi yaşam, hangi mevsim, hangi saat...Her birimizin söylecek kelimeleri var birbirine, yaşamaktan, yaşatmaktan çok....Hem farkında mısın hep uzun cümleler yazılı ezberlerimizde. Oysa kısacık cümlelerde saklı, bitip tükeniveriyor bir çırpıda hayat...

*Sevgili Berfin, okur musun bilmem. Çok zaman geçti üzerinden. Ama senin yazdıklarının izleri ne aklımdan ne yüreğimden silinmedi. Verebileceğim cevabım yok. Olamaz da...Tek diyebileceğim yaşayıp, yaşatabileceğin kelimelerin olsun her zaman yüreğinde, aklında. Sözde kalmasın...

**Aslı Erdoğan

***İlk yayın tarihi: 02/09/08


Görsel: Deviantart

ALMAK MI ÇALMAK MI?

17.09.2009
İlk defa olmuyor bu ve eminim son da olmayacak. Ve eminim ki pek çoğunuzun başına gelmiştir de hatta belki de çoğunuz benim gibi ipin ucunu bırakmış, farkında bile değilsinizdir yazdıklarınızın başka bloglarda yayınlanmasına, forum sayfalarında yer almasına, toplu mail olarak dönüp dolaşmasına, hatta ve hatta cep telefonunda mesaj olarak kullanılmasına...

Birkaç kez başka sayfalarda yazılarıma denk geldiğimde teşekkür edip altlarına en azından ismimin yazılmasını rica ettim ve yapıldı da. Birkaç kez altında “alıntı” yazdığını gördüğüm ve yeterli bulduğum için ses etmedim. Bazılarına ise ne yorum bırakmak ne de uyarmak mümkün olmadı. Ama bugün Evren sayesinde gördüklerim ve devamında yapılanlar bu yazıyı istemeden ve hatta utanarak (asıl utanması gereken ben miyim bu da ayrı tabi) bu satırları yazdırdı bana.

Evet Evren dün akşam “bu yazılar sana ait değil mi” şeklinde bir blog sayfasına yönlendirdi beni. Ben bir iki yazı göreceğim sanırken bana ait pek çok yazının (en son Kasım 2008 tarihine kadar gidebildim) altında ismim veya alıntı olduğuna dair herhangi bir ibare olmadan, yazı isimlerinin yanısıra bazılarında içeriğin de değiştirilmiş (benim anneme yazdığım bir yazım babaya ithaf edilmiş mesela) olarak blogda yer aldığını gördüm. Yazılar yoruma kapalı olduğu gibi blogda kişiye ulaşabileceğim herhangi bir mail adresi de yoktu. Blog sahibinin ismine facebook’ta rastlayınca (hiç sevmediğim ve doğru dürüst kullanmadığım facebook bu sefer işime yaradı yani) oradan kendisine gerekli düzeltmeleri yapmasını rica eden bir mesaj yolladım ve ister istemez bir cevap bekledim. Cevap kısa bir süre sonra "bu blog sayfası sadece davetli okuyuculara açıktır” şeklinde bir uyarıyla geldi. İsmi yazılı olduğu için aynı kişiye ait olduğunu düşündüğüm bir başka blog sayfasında da yine bana ait bazı yazılara denk geldim ve henüz bu blog davetli hale gelmeden birkaç yorum bırakabildim.

Hiçbir şekilde yanlış anlaşılmak istemiyorum; sonuç olarak ben bir yazar ya da şair değilim, yazdıklarım da matah şeyler değil. Ama yazdıklarım bana ait, sadece benim kelimelerim. Başka sayfalarda beğenilip, yayınlanmaya değer görülmesi elbette ki çok hoş ve güzel birşey. Ama bahsi geçen blogların sahibi arkadaşın yaptığı gibi; Elif Şafak ve Can Yücel’e ait kelimeleri yayınlarken nasıl altlarına isimlerini yazıyorsa bende kendi kelimelerimin altında kendi ismimi, en azından “alıntı” olduğu ibaresini görmek isterim. Elif Şafak, Can Yücel değilim elbette olamam da ne haddime, ama en azından verdiğim emeğin karşılığı olarak bu kadar saygıyı da hak ettiğimi düşünmekteyim.

Dediğim gibi böyle bir yazıyı yazmak, blog linki vermek gibi bir isteğim ve düşüncem, yoktu. Ama yolladığım mesaja blogu davetli hale getirmek gibi bir cevap alınca, böylesi bir saygısızlık karşılığında yazmak istedim. Ne de olsa almak ve çalmak çok ama çok farklı şeyler öyle değil mi?

***ÖNEMLİ NOT: Yazıda bahsi geçen blogların adlarını sahibinden geç te olsa gelen özür ve düzeltme yapılacağı mailine istinaden -her ne kadar beni tatmin etmemiş olsa da- kaldırmış bulunmaktayım. Fakat yazımı sık yaşanan bu sorun konusunda hassasiyet gösterilmesi gerektiğini düşündüğüm için kaldırmıyorum.


Görsel: Deviantart