Pages

NELER OLMUŞ NELER...

27.09.2008
Bugün yani 27 Eylül

*1529’da: Kanuni Sultan Süleyman komutasındaki Osmanlı Ordusu Viyana’yı kuşatma altına aldı.

*1538’de: Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa, Cenevizli Amiral Andrea Doria komutasındaki Haçlı donanmasına karşı Preveze Deniz Zaferi’ni kazandı.

*1922’de: Yunan kralı 1.Konstantin, Anadolu yenilgisi sonrasında tahtını terketmek zorunda kaldı.

*1924’de: Türkiye-İspanya Dostluk Antlaşması Ankara’da imzalandı.

*1928’de: ABD Milliyetçi Çin hükümetinin varlığını tanıdı.

*1931’de: 1930’da Türkiye’nin de katılımıyla ilk kez resmi nitelik kazanan Balkan Oyunları’nın ikincisi başladı.

*1932’de: Mustafa Kemal General McArthur’u kabul etti.

*1939’da: Türk-Sovyet görüşmeleri Moskova’da Saraçoğlu-Molotof arasında başladı.

*1940’da: Japonya, Almanya ve İtalya’nın askeri paktına katıldı.

*1948’de: İstanbul Beşiktaş’taki Deniz Müzesi açıldı.

*1951’de: Milli Mücadele kahramanı Yörük Ali Efe Nazilli’nin Kavaklı Köyü’nde öldü.

*1959’da: Honshu tayfunu, Japonya’da 5000 kişinin ölümüne neden oldu.

*1961’de: Suriye’de askeri darbe oldu. Yeni hükümet Birleşik Arap Cumhuriyeti’nden ayrıldığını ve Türkiye’de Suriye’nin yeni hükümetini tanıdığını ilan etti.

*1970’de: Arap Zirvesi Mısır’da toplandı. Ürdün Kralı Hüseyin ile Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Lideri Yaser Arafat, ateşkes antlaşması imzaladı.

*1971’de: Türk-İran demiryolu hattı, Van feribot iskelesinde düzenlenen törenle açıldı.

*1973’de: Seçim gezisi için Isparta’ya gelen CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’e taş ve şişe atıldı.

*1976’de: Ankara’da “DGM’ye Hayır” mitingi düzenlendi.

*1990’da: Star Tv kuruldu.

*1995’de: Genelev sahibi vergi rekortmeni Matild Manukyan’ın otomobilinde bir patlama oldu. Manukyan ağır yaralandı, şoförü öldü.

*2000’de: Zorunlu Deprem Sigortası uygulaması başlatıldı.

*2000’de: Sydney Olimpiyat Oyunları’nda 85 kilo güreşçimiz Hamza Yerlikaya olimpiyat şampiyonu oldu.

*2000’de: İrlandalı yazar James Joyce’nin romanı Ulysses’den uyarlanan filme İrlanda’da getirilen yasak 33 yıl aradan sonra kalktı.

*2003’de: TÜBİTAK-BİLTEN tarafından teknoloji transferiyle üretilen Türkiye’nin ilk mini gözlem uydusu BİLSAT, Rusya’dan uzaya gönderildi.

*2003’de: Türkiye’nin ilk milli maratoncularından, Balkan ve Doğu Akdeniz kupalarında şampiyonlukları bulunan Şevki Koru, 94 yaşında öldü.

*2004’de: Sinema ve tiyatro sanatçısı Haluk Kurdoğlu vefat etti.

*Ayrıca 27 Eylül Dünya Turizm Günü ve 26 Eylül-1 Ekim tarihleri arası da İtfaiyecilik Haftası olarak kabul edilmiştir.

*Ha bu arada dünyanın seyrine pek bir katkım olmasa da bugün bir de ben doğmuşum…

Kaynaklar: http://www.tarihtebugun.org/
tr.wikipedia.org
www.herekeli.com

HAYALLERİM VE BEN

20.09.2008

“Meraklanma. Hepimiz aynı değil miyiz başından beri. Başladığımız yol da aynı, yolun sonunda varacağımız kapı da. Seni farklı kılan bu yolu nasıl geçtiğin, nasıl ilerlediğin sadece. Unutma bu hayatta sen, gerçeğinle varsın. Ama düşlerin kadar, düşlerinle yaşarsın.”



Yukarıdaki cümleler geçen sene temmuz ayında yazdığım bir yazıdan alıntı. Sevgili ilham perisi, beni “hayaller” konusunda mimlediğinde aklıma ilk bu cümleler gelmişti. Bende yazıya başlamadan önce buraya eklemek istedim.


Çok büyük hayallerim olmadı. Ama hep hayallerde yaşadım. Evet bu cümleler biraz tezat görünse de birbirine, aslında demek istediğim tam da bu. Şöyle anlatmaya çalışayım efendim; çok büyük hayallerim olmadı derken kariyer, yaşam standartı, evlilik, yurtdışı projeleri ya da herhangi bir hobiye yönelik profesyonel çalışmalar anlamında büyük şeyler düşünüpde istemedim hiçbir zaman. Bu durum ne kadar ailemi hayal kırıklığına uğratmış olsa da ben olduğum yerden, şu andaki konumumdan memnunum. Hep hayallerde yaşadım derken de, gündüzleri zaman zaman gözüm açık kapılmalarım dışında, özellikle geceleri yastığa kafamı koyduğumda mutlaka olan, olmuş veya olacak olayları kendi belleğimin sahnesinde kendi kurgum eşliğinde senaryolara döküp, sık sık başrol oyuncularını ve replikleri değiştirip bir film gibi seyretmişliğim çok oldu ve hala da oluyor.

Geçmişe dönüp baktığımda hayallerimin bir kısmını gerçekleştirdiğimi, bir kısmının yarı yolda takılıp kaldığını, bir kısmının da sanki hiç düşünülmemiş, adı bile geçmemiş gibi belleğimin arka odalarından birinde, anahtarı kaybolmuş bir sandık içinde kitlenip kaldırıldığını görüyorum. İşte bunlardan bazıları:

*Çok istememe rağmen bir bisikletim olmadı. Bunun nedeniyse erkek kardeşimin aniden vefat etmesiyle ailemin sırf beni korumak anlamında üzerime çok düşmesiydi. Bırakın bisikleti uzun bir süre sokağa bile çıkamadığımı ve balkon demirlerinin arasından dışarıda oynayan çocukları seyrettiğimi çok iyi hatırlıyorum. En nihayet dışarı çıkmaya başladığımda da bisiklet hevesimi arkadaşlarımın bisikletlerine gizli gizli binerek gidermeye çalıştım ve sonrasındaysa yerini başka hayaller aldı.

*Ortaokulda bir dönem voleybol kursuna yazılmayı ve profesyonel anlamda bu spor dalıyla uğraşmayı çok istemiştim. Ama bu seferde kursun okul sonrası olması, idmanların uzun ve yoğun sürmesi, eve gidişimin çok geç saate kalması ve ne yazık ki beni eve götürecek servis ücretini karşılama anlamında maddi durumumuzun olmaması bu hayalimi başlamadan bitirdi. Bende diğer ilgi alanım olan ve çok fazla maddi ve zamansal anlamda sorun yaşatmayan futbolu tercih ederek okul turnuvasına katıldım ve takımımız turnuva birincisi oldu.

*Lisede çok istediğim müzik yarışmasına katılıp ilk defa bir sahnede ve kalabalık önünde sarkı söylemeyi becerebildim. Dereceye giremesem bile müzik hocamın iyi bir mezzo soprano olduğumu ve iyi bir kulağım olduğunu söylemesi bana yetti de arttı bile…

*Yine küçüklüğümden beri hayalim olan bateri çalmayı bu konuda sağlam kişilerden bir süre ders almama ve hatta hala dostluğumun sürdüğü Engin Yörükoğlu gibi Türkiye’nin en iyi bateristlerinden biriyle uzun süre birlikte çalışmama rağmen özel nedenlerden ötürü devam ettiremedim.

*Gazetecilik okumak ortaokuldan beri hayalimdi ve bunu gerçekleştirdim de. Ama sonrasında yaşadığım bir takım hayal kırıklıkları, beklentilerimin gördüklerimle uyuşmaması, hatalı tercihler ya da doğru tercihlerin hatalı insanlar tarafından harcanması vb nedenlerden ötürü şu anda kendi mesleğimi yapmak yerine uzun zamandır başka bir sektörde çalışıyorum.

*İlk kadın spor köşe yazarı olamadım belki ama en azından TRT’de bir süre spor muhabirliği yaparak birazcık da olsa hevesimi almış oldum.

İşte bunlar benim olmuş, yarım kalmış veya hiçbir şekilde başlamamış hayallerimden bazıları…Şu anda da olmasını dilediğim iki hayalim var elbette. İlki eğer dünyaya bir daha gelirsem ve eğer bu sefer beni kan tutmuyor olursa profil uzmanı olmak. Tamam bu biraz hayaldışı gibi oldu kabul o zaman daha gerçeğe yakınını söyleyeyim. İçimdeki karışıklığı, kendi karışıklığıyla arttıran bu şehirde ne olursa olsun yaşlanmamak. Nerede, nasıl, ne şekilde ve kimlerle yaşamak istediğime dair ayrıntıları bende kalsın. Hayalim gerçekleştiğinde söylerim.

Düşündüm de hayal kurmamak diye bir şey yoktur aslında. Sadece herkesin hayallerinin boyutları, yaşama dökülüş anları, şekilleri, önem sıraları farklıdır. Hayat bir şekilde devam ediyor sonuçta ve biten, unutulan, hatırlanmayan bir hayalin yerini mutlaka ama mutlaka bir başkası alıyor. Ne de olsa zaman zaman bizi ağırlığıyla boğan yaşam, ancak hayallerle hafifleyip daha yaşanılır oluyor. Düşlerinizin gerçeklerin ağırlığından ezilmediği, gerçeklerinizin düşlerin fazlalığından göz ardı edilmediği nice günlere…

Ve eğer kabul ederlerse bu sefer topu aynadaki ben, bir delinin güncesi ve kördüğüm’e atıyorum. İster tutun ve yazın, ister bırakın geçip gitsin yanınızdan…



Resim: loadtr.com

YAŞARKEN...

16.09.2008
Bir eli aklında yaşamalı insan...

Hani bazen yüreğinin yetmediği yerlerde, dilinin dönmediği, kelimelerin bilinmediği, sözün bittiği anlarda mesela, nefessiz kaldığında, kaskatı donduğunda acıdan veya hayat durdu sandığında, terkedilmiş ve unutulmuş olduğunda, anlamaya çalışıp ta sadece kendini kandırdığında, cenneti cehennem, cehennemi kül olduğunda, işte böyle zamanlarda eliyle değip de aklına, hayatı boğan o düğümleri birer birer gevşetmeli tekrar...

Gevşetmeli ki; şöyle bir silkelenip kendine gelsin. Boğulup kalmasın akıl. Gelip geçicidir bu delilik hali desin kendi kendine. Dindirsin içindeki kendini bilmez öfkeyi, bu densiz kızgınlığı. Zamana yenilmesin.

Bir eli yüreğinde yaşamalı insan...

Hani aklının almadığı zamanlarda, gözün kör, dilin lal, kulağın sağır olduğu, yapmadığın, söylemediğin, aklına bile getirmediklerin sunulduğunda sana, seyrederken gözünün önünden akıp giden ve dokunamadığın zamanı telaşla, sana sadece sessiz hafler bırakıldığında, bir hiç uğruna yitip giderken herşey ve sen sadece hayretler içinde bakakaldığında, hani pamuk ipliğine bağlıyken iyiye, güzele, doğruya dair tüm umudun, işte böyle zamanlarda eliyle değip de yüreğine, hayatla arasındaki incelen o bağı kalınlaştırmalı tekrar.

Kalınlaştırmalı ki, şöyle bir silkelenip kendine gelsin. Soluklanıp durulsun yürek. Geçsin bu küskünlük zamanları, bu kırgınlık halleri. Alacağı ve vereceği her nefes için yenilensin. Sesi kesilmesin...

Her nerede ve nasıl olursa olsun, bir eli aklında diğer eli yüreğinde yaşamalı insan. Ne aklının izinden şaşmalı sapsa bile zaman zaman yanlış yollara, ne de kulakları duymasa da bazen hayatın nabzını ta derinden, yüreğinin sesinden vazgeçmeli...

Resim: loadtr.com

NEFRET Mİ DEDİNİZ YOOK CANIMM...

13.09.2008
-Kilitte dönen anahtar sesiyle mutfak kapısından kafamı uzatıyorum. Yorgun ve bir o kadar da sıkkın bir ifadeyle içeriye giriyor. Bana yemekte eşlik edebileceğini düşünerek davet etmek için kapı önünde bekliyorum yüzümde güleç bir ifadeyle. Derken çantasını yerden alıyor, selam vermek, yüzüme bakmak vb. bir eylem yapmadan sanki orada yokmuşum gibi yanımdan geçip odasına giriyor, kapısını kapatıyor ve bir daha çıkmıyor...6.His filmindeki ya da Ghostwhisperer dizisindeki gibi öldüm ve ruhum etrafta dolanıyor da benim mi bundan haberim yok acaba diye kendimi çimdikliyorum bir an. Canım yanıyor...

-Kilitte dönen anahtar sesiyle odamın kapısından kafamı uzatıyorum. Telaş içinde kendi odasının kapısını kilitlemeye çalışıyor. Günaydın, diyorum, hayırdır? Geç kaldım, diyor aynı telaşla. Peki kapını niye kilitliyorsun, diye soruyorum sabah şaşkınlığında. Bir an yüzüme kararsız bir ifadeyle bakakalıp, “Allah korusun hırsız falan girer, bilgisayarım var ya odada” diye cevap veriyor. Sokak kapısından rahatlıkla girebilen bir hırsızın ev içersinde giremeyeceği bir alan olabilir mi acaba ve eğer bu hırsız ben olsaydım kapıyı açmak için en etkili ve kısa yol olarak hangisini kullanabilirdim diye düşünürken buluyorum kendimi bir an. Aklım almıyor...

-Kilitte dönen anahtar sesiyle salon kapısından kafamı uzatıyorum. Elindeki poşetlerle hızla mutfağa giriyor ve aldıklarını alelacele buzdolabına yerleştirmeye başlıyor. Neden sonra, nasıl olduysa varlığımın farkına varıp (yaşasın ben bir hayalet değilmişim oh bee) buzdolabı başta olmak üzere mutfakta varolan bütün dolapların içersinde, kendince yaptığı “bu raf benim, bu raf da sana ait olsun, böylece yiyeceklerimiz karışmaz” içerikli söylemini dinliyorum hayretle. Mutfaktan çıkıp gittikten sonra bir onun dolmuş ve taşmış rafına, bir de kendimin 2-3 parçadan oluşmuş rafına bakarken buluyorum kendimi. Şeytan dürtüyor...

-Kilitte dönen anahtar sesiyle evin içinde herhangi bir kapıdan (elbetteki onun oda kapısı dışında, hala en uygun yolu bulmuş değilim) kafamı uzatıyorum. Selam veriyor (eyvah kesin birşey var bunun altında) ve birkaç gün önce mutfakta yıkadığım bulaşıklardan konu açıyor. Onun bıraktıklarını yıkamama gerek olmadığı (neyse ki bu sefer en azından yıkamış bulunduğum için teşekkür etti) herkesin kendi bulaşığını yıkaması gerektiği vb konularda birşeyler söylemeye başlıyor. Ve bunu kanıtlamak istercesine kendine ait yıkadığı tabak çanaklarla, lavabonun içinde yıkanmamış, tek başına, boynu bükük kalmış bana ait bir kupayı işaret ediyor. Bir kupaya bir ona bakıyorum. Yaşadığım saçmalıklar toplu halde gözümün önüne geliyor, zaman kavramını yitirdiğimi, kendimi kaybettiğimi sanıyorum. Midem bulanıyor...

-Kilitte dönen anahtar sesiyle bu sefer kafasını odasının kapısından uzatan o. Aslında yüzünde bana tam neden bu saatte bu kadar ses yaptığıma dair soru soracakken, elimdeki valizi görüp sorunun mecburiyetten nereye gittiğim şekline dönüşmesinin şaşkınlığı ve sıkıntısı var. Ben bu evde yaşayamıyorum, diyorum anlamasını umarak. Mahalle bakkalıyla uzun uzun sohbet edebiliyorum, hergün bindiğim otobüsün şoförüne başımdan geçen komik yolculuk maceralarını anlatabiliyorum, üst kat komşumuzun sırf ben gireyim diye aralık bıraktığı kapısından girebiliyorum, karşı apartmanda oturan ufaklıklarla elimdeki tek bir elmayı paylaşabiliyorum ama kendi evim olduğu söylenen bu evde yaşayamıyorum. Kalan eşyalarımı sonra alırım, diyorum ve çıkıyorum. Sanırım yaptığım en doğru hareketlerden biri oluyor bu. Üzerimden büyük bir yük kalkıyor...

**Yukarıda anlatıklarım öğrencilik dönemimde şahsım ve ev arkadaşımla aramda kelimesi kelimesine (ki bunlar buzdağının görünen kısmı diyebilirim) yaşanmıştır.

Mimlenme fırtınasına tutulduğum bugünlerde sevgili aynadaki ben “nefretlik durumlar”ve la dolce vita’da “ev yaşamında nefretlik şeyler” konularında topu bana atmışlar. İki konununda mimlenme geçmişine baktığımda aslında özünde aynı olup bazı arkadaşlarımızın genel olarak yazdığını bazı arkadaşlarımızın da “ev yaşamında nefretlik şeyler” şeklinde konuyu biraz daha özele indirgediğini gördüm. Bende özünde aynı olan ve iki ayrı arkadaşımdan gelen bu iki ayrı konuyu tek bir yazıda yazmayı seçtim. Daha özele indirgeyip odama izinsiz girilmesi, eşyalarımın yerlerinin değiştirilmesi, habersiz misafir davet edilmesi, banyo ve mutfağın temizliği gibi konulardan bahsetmek yerine aynı ev içersinde bizzat yaşanmış ama genel anlamda sadece ev içinde değil tüm yaşantım içersinde de yapılmasından nefret ettiğim şeylerden bazılarını anlatmak istedim.

Neyse sıra geldi benim topu atacaklarıma...Sevgili çalıkuşu, Lola Lola ve hayata bir ses...Hadi bakalım ben attım top size doğru geliyor. Ya tutun ya da bırakın gitsin.


Resim: img253.imageshack.us/img253/9341/14404441621f...320 x 500 - 31k

MEKTUP

10.09.2008
Bir zamanlar...
El bebek gül bebektim. Bazı günler külkedisi, bazı günler pamuk prensestim. Herkesten en güzeldim ben senin gözünde. Seninleydim.

Sense benim tek kahramanım. Prensimdin. Ne dersen oydu benim için. Yerle gök yer değiştirecekse bile öyleydi. Sen ne dediysen öyle bilirdim. Benimleydin.

Sonradan...
Büyümekle başladı herşey. Büyüdüm masalların rengi değişti önce. Sonra oyunlarımın şekli. Pamuk prenses yedi cücelerle kalmayı seçti. Cinderella kendi prensiyle evlendi. Masalların kullanım süresi doldu. Sen kahramanlıktan vazgeçtin.

Yaşımdan büyük oldu yüreğim çoğu zaman. Ve bir o kadar da kırılgan. Cevapsız sorularıma yenileri eklendi. Çocuk aklım ermese de pek çok gidişe, ses etmedi. Vedalar hep ağır gelmez mi yüreklere, bir tanesi yetmişti zaten. Peki sen kalkıp nereye gittin? Bilseydim gideceğini, inat eder, büyümezdim.

Şimdilerde...
Geçmişin dikişleri atıyor birer birer . Her kopan iple beraber yara biraz daha açılıyor. Biraz daha kanıyor.

Ne eski masallar kalmış artık. Ne de eskisi gibi masal dinleyen çocuklar. Kimse bana kendimi prenses gibi hissettirmedi şimdiye kadar. Masallara kanmayı özledim ben oysa. Yalan da olsa külkedisi olmayı. İçinde küçücük kaldığım oyunlar oynamayı. Ama büyüdükçe yalnızlıklarımız daha çok artıyormuş artık biliyorum.

Düşünüyorum da şimdi kimsenin git demediği ama kalmayı da istemediği bir vazgeçiş oldu bizimkisi. Et tırnağın çok battığını düşündü, tırnak etin kendini çok sıktığını. Hangi istasyonda ayrıldık birbirimizden, hangi arada edildi veda? Sallandı mı bir el arkamdan, bilemedim. Ama etle tırnak birbirinden ayrıldı. Bizim masalımızın sonu kötü bitti.

Geçen onca senenin ardından dışımda oldukça kalın bir kabuk biriktirdim. Ama içim hep aynı kaldı. Sen unuttun mu bilmiyorum. Ben unutmuş gibi yapıyorum sadece ve geçen her güne bir çentik daha atıyorum. Sensiz geçen bir seneyi daha atlattım mesela. En büyük yalanımı söylüyorum kendime. Seviniyorum.

Belki bir gün...
Gelirsin.
Prenses değil, külkedisi hiç değil ama babasının kızı olurum bende.
Babası olan bir kız. Ne dersin...

Son...
Bu geç kalmış bir babalar günü yazısı değildir.
Bir babaya dair geç kalmış her günün yazısıdır.

Resim: loadtr.com

MİM'İN 11.30 SAAT KALMIŞ HALİ

9.09.2008
Geçen gün böcük tarafından sobelendik yetmedi şimdi de bizim deli (bir delinin güncesi) mimlemiş beni. Hayır iyi etmiş de mimin konusunun 10 Eylül’de dünyanın havaya uçacağına dair fantazinin (belki de gerçek olur kim bilir) “son dört gününde ne yapardın?” şeklini almış hali olduğunu, bizim delinin beni 8 eylülde mimlediğini ve benimde bunu bugün yani dünyanın yok olmasına 24 saatten az bir süre kala görmüş olduğumu göz önüne alırsak benim şu an burada bunları yazıyor olarak bile vakit kaybetmemem gerekir aslında.

Ama düşündüm de bu kadar kısa bir sürede yapmak istediklerimden ve yapabileceğim en iyi şeylerden biri belki de içimde hiçbir şeye ve kimseye dair kelimelerin kalmaması. Yani diyeceğim ne varsa, itiraf edeceğim, soracağım, anlatacağım, teşekkür edeceğim, kızacağım, vedalaşacağım herşeyi ilgilisine iletmek. En çok söylenemeyenler yüzünden üzülmüyor muyuz zaten bari giderayak içimde hiçbir şey kalmasın öyle değil mi...

Gerekli kişilere ve yerlere gerekli iletileri ulaştırdıktan sonra hiçbir şey söylemeden ama gayet kendimden emin adımlarla işyerinden özellikle patronun anlamsız bakışları altında çıkıp gitmeliyim. Ah bunu yapabilmek için dünyanın sonunun mu gelmesi gerekiyormuş ya...Neyse sonra 2 dakika eve uğrayıp ailemle vedalaşıp Şile’ye doğru yola çıkarım. Şile’de deniz fenerinin yanında konaklayıp son ana kadar orada yerle göğün birleştiği ve fenerin ışığıyla bu manzarayı daha da güzelleştirdiği o müthiş noktaya bakarak, ve sadece kendimi ve kısa bir süre sonra susacak olan hayatın sesini belki de hiç olmadığım kadar dikkatle dinleyerek beklerim. Sadece beklerim iyisiyle kötüsüyle bugüne kadar yaşadığım, yaşattığım herşey için şükrederek...

Bu kadar kısa sürede daha ne yapayım yahu...Vakit kalmadığından kimseyi de mimlemiyorum bu arada bilginize...



Resim: www.frmalev.net

İSİM-SİZ

8.09.2008
Bir telefon ahizesine saplanıp kalmış gibiyim. Sesimin erişemediği, elimin yetişemediği mesafeler dokuyorum. Bütün sözler tuzak, bütün yollar el kapısı. Salsam seni tam yüreğimin orta yerinden şimdi, ellerimle süsleyip püslesem, adını fısıldasam kulağına, varıp da gidebilir misin?

Hiç görmediğim gözlerin yalancısıyım ben aslında. İsimsiz kahramanlar gibi. Meydan okumaya çalıştıkça boyun eğiyorum. Bavulumu almadan adressiz bir yolculuğa çıkmış gibiyim. Adımın geçtiği yerlere adım atamamak benimkisi...

Oysa kaç kez yoktan var ettim seni biliyor musun? Ufacık bir anın üzerine neleri kondurup da sil baştan yarattım seni. Olmadık zamanlara adını koyup, ismini yineledim. Bir gülüşü üstüme alındım mesela. Bir bakışı bana sandım. Kaçırılan bir göze niyetlendim. Bir söze kısmet dedim. Günahı oldum tek bir iç çekişle, pek çok kişinin. Bilmeden çok kişinin günahına girdim. Gelmesen de, yanlış bilsem de var dedim.

Ol istedim.
Kavganı verdim.
Vazgeçmedim.

Şimdi yine yüreğimin tutanakları bir bir ortaya serilmekte. İnanıp inanmamanın önemsiz kaldığı, senelerdir yüzünü görmediğim kayıp bir ruhun peşindeyim. Bir masanın başında, var denilen, yok bilinen bir ruhu çağırıyorum tek başıma;

“Ey aşk...Geldiysen eğer kulağıma fısılda...”

Resim: http://www.hayatsite.com/

SOBELEME OYUNU

6.09.2008
Birkaç gün önce sevgili “böcük” tarafından sobelenmişim ama ne yazıkki bunun biraz geç farkına vardığım için bu konudaki düşüncelerimi de geç yazabiliyorum. Bu arada bu benim buradaki ilk sobelenme vakam olduğundan ve yapmam gerekenleri ne kadar doğru ve yerinde yapabileceğimi bilmediğimden şimdiden kusura bakmayın diyorum. Hadi bakalım hepimize hayırlı uğurlu olsun :))

Konu “taklitçilik”. Aslında çok basit ve birkaç cümlede özetini yapabileceğinizi düşündüren bir konu gibi görünse de bana kalırsa ince ayrımları olan, beraberinde esinlenme, çalıntı vb birtakım başka kelimelerinde varlığından bahsedebileceğimiz oldukça derin bir konu bu. Ama sanırım burada yapmam gereken konunun derinliğine inmeden sadece, kısaca kendi fikirlerimi söylemek. Taklitçilik birinin veya birşeyin davranışlarını, konuşmalarını tekrarlayarak eğlenme (ki eğlendirme unsuru da aslında dikkat edilmesi, özen gösterilmesi gereken bir konu bana göre) sınırları içersinde yapıldığı müddetçe kulağa çok da kötü gelmiyor. Hele ki taklit edilenlerin başarılı, beğeni ve takdir gören örnekler olması çoğu zaman hoşa giden, gurur okşayan bir durum olarak kabul ediliyor. Çocukların küçükken örnek olarak alıp yaptıkları ebeveyn davranışları ya da çeşitli show ve skeçlerde seyrettiğimiz güldürü amaçlı taklitler bu işin belki de en komik, en zararsız yanını teşkil ediyor.

Ama işin eğlence kısmını geçtiğimizde “taklitçilik” kişiye ilerleyici hiçbir bir katkı sağlamayan bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Zaten var olan, bir başkası tarafından yaratılmış, yapılmış herhangi bir şeyi birebir alıp kendinden hiçbir şey katmadan tekrar sunmak ne kendimize ne de bir başkasına faydası olmayan bir davranış şekli. Başkalarından ziyade aslında tamamen kişinin kendisini kandıran “taklitçilik” düşünmeyi engelleyen, yaratıcılığın kullanılmadığı ve özgünlüğün olmadığı bir noktada tıkanıp kalıveriyor. Hatta bir adım daha attığımızda birebir alınıp, kopyalanan davranış ve eserleri düşündüğümüzde bu iş emeğe saygısızlıktan “çalıntı” olma durumuna kadar da gidebiliyor.

İşte en çok da bu nedenle başka öykülere kendimizinmiş gibi sığınıp öyle göstermek yerine belki de sadece çocukça ve gülünç durumlarla taklitçiliğin hayatımızda yer almasına izin vermeliyiz ve hepsi de bununla sınırlı kalmalı. Çünkü eminim ki her insanın kendine ait kelimeleriyle yaratabileceği kendi öyküleri var ve her zamanda olacak.

Evet benden bu kadar. Şimdi sanırım benimde birilerini sobelemem gerekiyor. Bu konuda eğer isterlerse, gerçekten iyi yazacaklarını düşündüğüm sevgili Maviye Yolculuk, İnandığım Masallar ve Muhabbet Çiçeği hadi bakalım sıra sizde. Sobeledim sizleri...

Resim: loadtr.com

AKLIMIN GİTMELERİ

2.09.2008
Hayat...
Bir kelimeyi söylesen diğerinde takılıp kalıyor dilin. Bir soruyu cevaplasan bir diğer soru beliriyor peşisıra. Bir düşten uyansan bir başkasına dalıyor aklın. Her yaşamın izinde bir başka yaşam gizli...

Aynı çıkmazlara açılıyor her seferinde kapın. Görmezden gelsen bile sen, bir kez daha göze alsan da sorgusuz sualsiz yaşamayı dudaklarının kenarında eğreti bir gülümseme, yine aynı noktaya varıyor adımların. Yaşam, yayılıp da taşarak yazgı olan bir karmaşaya dönüşüyor bir anda. Oysa biliyorsun. Sen ne kadar sussan da öznesi sen olan cümleler yazılmaya devam ediliyor. Sana uygun görülen yaşamlar var halihazırda. Hani diyor ya “hayat, biraz da yalanlarla yetinme sanatıdır” diye bir kitapta...Hayat devam ediyor işte sana sormadan ve sen sadece kendine en uygun yalanı arıyorsun.

Aklının defterinde biriktiriyorsun dile dökemediğin her bir cümleyi. Ne varsa bir bir işleyip de belleğine kendi sığınağını yaratıyorsun kendi içinde. Zaman bir beşik gibi. Alıp da o sınırsız kollarına seni, sallayıp duruyor, uyutup bugününden kaçırıyor. Uyandığında gözlerini siyah beyaz bir geçmişe açıyorsun. Üzerinde bugününün kabullenemediğin izleri...Arada kalmışlığın, hep yarım kalan yaşanmışlığın, üzerinde yapışıp kalmış bir belirsizlik gölgesi...Düşün gerçeğe karıştığı bir zaman diliminde, kimliksiz bir geleceğe varmamak için sen, bugününden kaçıyorsun.

Hayat diyorsun, soranlara, iyi ama adil değil...Çocukluğuna kanıp da açıverdiğin bir kara kutu gibi. Biraz yalan, biraz gerçek. Kurallarını bir türlü öğrenemediğin bir oyun. Bir gün var, bir gün yok. Her eşikte bir acı daha katıyorsun kendine. Her acıda biraz daha büyüyorsun. Her büyümende biraz daha yalnız. Büyümenin yaşı yok öğreniyorsun. Yanıbaşında çocukluğunun masum izleri...Hiçbir şey göründüğü gibi değil, görmek istediğin gibidir aslında. Peki şöyle bir durup da düşünsen, sen ne kadar adilsin hayata karşı. Susuyorsun...

Ah küçüğüm ne farkeder ki hangi zaman, hangi yaşam, hangi mevsim, hangi saat...Her birimizin söylecek kelimeleri var birbirine, yaşamaktan, yaşatmaktan çok....Hem farkında mısın hep uzun cümleler yazılı ezberlerimizde. Oysa kısacık cümlelerde saklı, bitip tükeniveriyor bir çırpıda hayat...

*Sevgili Berfin, okur musun bilmem. Çok zaman geçti üzerinden. Ama senin yazdıklarının izleri ne aklımdan ne yüreğimden silinmedi. Verebileceğim cevabım yok. Olamaz da...Tek diyebileceğim yaşayıp, yaşatabileceğin kelimelerin olsun her zaman yüreğinde, aklında. Sözde kalmasın...

**Resim: loadtr.com