Pages

SENİN YÜZÜN GÜNEŞE DÖNÜK

29.06.2009
Canım;

Parmak hesapları yapılan zamanlar geride kaldı artık öyle değil mi? Masalların devri bitti. Şarkıların sözleri değişti. Geçen her yıl sakinliğini alıp, telaşına ekliyor şimdi.

Beklemenin o terli heyecanı artıyor avuçlarında biliyorum. Beklentilerinin neleri alıp senden, neleri vereceğinin ince hesapları var daha şimdiden yüreğinde. Oysa o yürek daha ne bilinmezlere gebe, hangi günlerin takibinde, hangi aşkların sahibi bilemezsin.

Ama senin yüzün güneşe dönük. Pırıl pırıl bakıyorsun etrafına. Mavi mavi yansıyorsun.Bahara vermişsin ya sırtını değmesinler keyfine. Bahar kadar tazesin daha, bahar kadar genç, bahar kadar güleç. Hayat hep bir adım yanında senin. Güzelliğin tarifsiz. Umudun her daim. Hep öyle kalsın.

Seçtiğin yol biraz da sana bağlı biliyorsun. Ama hangi yoldan gidersen git yüreğim hep senden yana. Seninle.

Geride bıraktığın her yıl yaşın kadar yüreğini de büyütsün. Ama düşlerin asla eksilmesin, küçülmesin.

Canımın içi;

Gözüne gökyüzü kaçmış senin. Dokunma. Bırak orada kalsın. Sen hep mavi bak hayata. Ama bulutsuz. Yağmurlar hep bana yağsın.

Kardeşim
Canım
Çocuğum
Arkadaşım

İyi ki doğdun. İyi ki varsın.

***Sevgili Nily'min de bugün doğumgünü...Onu da kutluyor ve kocaman öpüyorum...

SANA DAİR...

25.06.2009
Sen olanı duydun yanımdayken...
Aslolanı görerek...
Sırf bu yüzden bile
Koca bir teşekkür borçluyum sana

Duydukların çoğu zaman kendime bile sustuklarım aslında. Ve duyacaklarının henüz ilk cümleleri...Belleğin gizli kapaklı odalarına yığılıp kalmış, tozlanmış, es geçilmiş, yok sayılmış yaşanmışlıklar çok oldu ete kemiğe, sese bürünmeyeli. Anahtar seninle çıktı ortaya. Ve bütün kapılar yavaş yavaş açılmakta şimdi. Daha söylenecek öyle çok şey var ki benden yana. Ama zaman çok. Önce kendime duyurmalıyım sesimi. Sonrasında acele etmeden, yavaş yavaş, sindire sindire anlatacağım sana içimi...

Gördüklerin çoğu zaman kendimden bile sakladıklarım aslında. Hani vardır ya ben iyiyim, güçlüyüm, mutluyum halleri...Kendime bile yabancı kaldığım anlardan, uzakken yakın yakınken uzak olduğum zamanlardan elimde avucumda biriktirdiklerim. Maskeler seninle düştü birer birer yüzümden. Ve kendimi görmeye başladım yine kendi içimden. Yakın oldu gerçek halim bir anda. Daha göreceğin öyle çok şey var ki benden yana. Ama zaman çok. Önce kendimle tanışmalıyım yeniden. Sonra acele etmeden, yavaş yavaş, sindire sindire göstereceğim sana kendimi...

Vardın zaten.
Pekiştin...
Güzelleştin...
Daha da çoğaldın şimdi...


Görsel: Deviantart

BOŞLUK DOLDURMACA

22.06.2009
İngilizce dersini pek sevmezdim, yalan yok. Zorunlu olarak okutulduğu için mi (zorla yaptırılan hiçbir şeyden hazzedilmez ne de olsa), sanki türkçesini bir çırpıda çözüvermişim gibi matematikle fen dersinin de İngilizce olarak okutulmasından mı, kendi dilime daha doğru dürüst hakim değilken neredeyse Türkçe dersi kadar, hatta daha bile fazla, İngilizce dersinin olmasından mı bilmiyorum, belki de hepsinden bir parça vardı bu sev(e)memenin içeriğinde. Hele “fiil in the blanks” denen boşluk doldurma olayı vardı ki, hani yazılıların vazgeçilmez ve de en fazla puan getiren bölümlerinden biriydi ve hatta İngilizce seviyen bir süre sonra bu boşlukları ne kadar doğru kelimeyle ve ne hızda doldurduğunla ölçülüyor olurdu, işte kendimi o nokta nokta ile gösterilen boşlukları doldururken hep, tam tersi eksiliyormuş gibi hissederdim. Sahi neden ben, bana ait olmayan, benden çıkmayan, anlamını bile çoğu zaman tam olarak kavrayamadığım bir kelimeler topluluğunda “tamamlayan” olmak zorundaydım ki...

Bugünlerde sık sık o zamanlara geri dönmüş gibi hissediyorum kendimi. İşyerinde, evde, arkadaşlarımın arasında, yaşamaya çalıştığım bu hayatın içinde, yaşamayı düşlediğim diğer hayatın peşinde “fiil in the blanks”lerin o nokta nokta kısımlarına, ama doğru ama yanlış yazılmış kelimeler gibiyim. Kimi zaman gizli bile ol(a)mayan bir özne, bazen zamanı belirsiz bir yüklem ya da bir anda kimi neye bağladığı meçhul bir bağlaç oluveriyorum ve hep birilerini, bir şeyleri, bir yerleri, eksik kalan cümleleri, yarım bırakılan işleri tamamlayıp, hep birinin, bir şeyin, bir yerin, bir cümlenin, bir işin doğrusunu sağlamaya çalışıyorum.

Kendi hayatımı yaşamaktan ziyade, başka hayatların telafisi gibiyim. Sanki hayat denen yap-boz oyununda eksik olan tek parça benim elimdeymiş gibi, sürekli başka yaşamları tamamlamam, açıklarını kapatmam, eksiklerini gidermem, söylenmeyenleri söylemem bekleniyor benden. Kafamdaki her bir düşüncenin, yapacağım her bir hareketin, ağzımdan çıkacak herhangi bir kelimenin bile, sanki benimle hiçbir ilgisi yokmuşcasına, bana ait değilmişcesine, dolduracağı, ekleneceği, tamamlayacağı bir başka yer çoktan hazırmış da o düşünce sadece beynimde doğmayı, o hareket organlarımca tanımlanmayı ve o kelime sadece ağzımdan çıkmayı bekliyor.

Oysa ben daha kendi hayatımı tanıyamadan, zaman o telaşlı elleriyle kendimle arama her gün aşılması biraz daha zorlaşan bir set koyuyor. Ve ben birilerini, bir şeyleri, bir yerleri tamamlamaya çalışırken, gitgide kendimden uzaklaşıyorum. Yavaş yavaş eksildiğimi hissediyorum, kendimden parçalar kaybediyorum her seferinde, içimdeki boşluk gitgide büyüyor. Kendi hayatıma geç kalıyorum göz göre göre ve zaman ellerimden kayıp gidiyor.

Ne yapmam gerek bilmiyorum. Aslında bilmediğim o kadar çok şey var ki. Oysa hatırlıyorum da, tam olarak bilmesem de, sevmesem ve kendimi hep eksilmiş hissetsem de, okul zamanlarında “fiil in the blanks”lerden hep geçer not alırdım. Geçen onca zamana rağmen elimde kalanlarla tekrar niyetlensem, kendi hayatıma sahip çıkmayı denesem tekrar, içimde ne var ne yok şöyle bir silkelensem...

Hayat da bir okul derler ya hani, sevmesem bile İngilizceyi, kırık notlarıma inat, sahi benim içimdeki boşlukları da doldurur mu şimdi...


Görsel: Deviantart

İKİ ADAM VE BİR KADIN

18.06.2009
Güzeldi adam. Pek çok kişinin yerinde olmak istediği kadar yakışıklı, başarılı, iyi huylu...Işıl ışıldı her zaman, gittiği her yere gözlerinden, yüzünden, yüreğinden güzel, iyi, silinmez izler bırakıyordu. Mutluydu kendi kalabalığında, dışındaki kalabalıkla mutlu olmasını biliyordu. Sonra bir gün bir kadını sevdi, hem de hiç farkında olmadan. Sevgi bilmediği bir şekilde girdi hayatına, hiç ummadığı bir anda gelip de ekleniverdi içinin hiç bilmediği yanlarına. Şaşırdı adam, bocaladı, aklıyla yüreği arasında olur olmaz hesaplar yaptı. Ne kendinden emin oldu ne de sevdiği, sevildiği kadından. Güvensizlik kıskançlığı ekledi ardına, hırs saygısızlığı. Sevgi şekil değiştirip bir zehir gibi yayılmaya başladı tüm vücuduna, güzel olan ne varsa sinsi sinsi kemirip de tüketmeye şartlandı. Önce kendini zehirledi adam yaşayamadığı, yaşatamadığı sevgisiyle, sonra da etrefında kim var kim yoksa bir hastalık gibi herkese kötülük bulaştırdı. Güzelliği kayboldu adamın bir anda. Gitgide küçülüp, çirkinleşti. Kendinden uzak, yalnız, tanımsız, sevgisiz kaldı.

Adam çirkindi. Sadece kendini düşünen, bencil, hırslı ve kinci...Kötücül bir yan vardı içinden taşan, gittiği her yere karanlık bir hava, alınan her nefese kötü bir koku gibi bulaşan. Ne kendine değer veriyordu, ne de etrafındakilere. Hayat onun için bir oyundu sadece gücünü her şekilde sınadığı, sınandığı. Kendi kalabalığında yalnızdı adam ama ne farkındaydı bunun ne de olsa bile umurundaydı bu durum. Sonra bir gün bir kadını sevdi. Kendi bile şaştı buna, aklı dağları denizleri aştı, yüreği içine sığmadı taştı. İnkar etti, kötü sözler söyledi önce, sevdiği ama sevilmediği kadına türlü türlü yanlışlar bulaştırdı. Sonra baktı ki kurtulamadı, için için yer etti bu sevgi içinde, duruldu birden adam. Kendi içine döndü gözleri, kendinden önce içindeki kötülükle tanıştı. Çok dolaştı kendinde, yanlışlarını toplayıp, birikmişliklerini boşaltıp, yaralarını sardı. Sevgi şifa oldu içine, önce kendini iyileştirdi sonra da çevresini. Kötülüğü kayboldu adamın bir anda. Gitgide büyüyüp, güzelleşti. Kendine yakın, kalabalık ve sevgili kaldı.

İki adam ve bir kadın vardı bu hikayede. Aynı kadını ayrı ayrı çok seven iki adam...Biri iyiliği kötülüğün karanlığında yitirip de kendini kaybedecek, diğeri kötülüğü iyiliğin aydınlığında yok edip kendini yeniden yaratacak kadar çok hem de...

Bu hikayeye şahit olanlar bir kez daha anladı ki; sevgi her insanda aynı durmuyordu işte. Söylendiği gibi kalmıyor, aynı dilden yazılmıyor, yaşanmıyordu yüreklerde. İçindeki saygıyla, güvenle, hırsla, kıskançlıkla, iyi kötü ne varsa hepsiyle bir yoğrulup durarak ya eksilip eksiltiyor ya da çoğalıp çoğaltıyordu seni başka başka sevgilerde. Ya şekil değiştirip bir hastalık gibi zehrini her yere yayıyor ve çirkinleşiyor, ya da şifa dağıtıyordu umudu yenileyip, ışığını kaybetmişlere...Sevgi adının karşılığını biraz da kendini yaşayan ve yaşatan yüreklerden alıyordu.


Görsel: Deviantart

SESSİZ BİR BAĞ

15.06.2009
Fotoğrafa bakıyorum da şimdi 1987 tarihli, beşimiz aynı karedeyiz, hepimizin yüzünde belli belirsiz bir tebessüm. Sanki onların gözlerinde ayrı bir hüzün varmış gibi görüyorum bir an, belki de bir yanılsama bu bilmiyorum. Bildiğim, bu fotoğraf karesinde bile o kadar güzeller ki... Anlatılamayacak kadar güzel...

Ö. Abla, sağ başta duran en büyükleri, aramızda 4 yaş var. Z. Abla hemen yanındaki, benden sadece 2 yaş büyük. F. ile, sarışın ve mavi gözlü olanla, aramızda sadece 1 yaş var, en çok onunla samimiyiz yaşımız yakın olduğundan, genelde her fotoğrafta yanyanayız. En küçükleri ve bana göre en güzelleriyse Y. Daha çok küçük bu fotoğrafta, iki ablasının arasında duruyor.

Üst katımızda oturuyor bu birbirinden güzel dört kız kardeş. Ama kapıların kapalı kalmadığı, evinde kendi çocuğunu bulamayan bir annenin nerede olacağını bildiği, komşuluktan öte duyguların var olduğu zamanlar o günler. Bu yüzden belki de, gerçekten kimin evi neresi diye zaman zaman karıştırırdım kafamda. Yine de kendi iki kardeşim dışında dört kızkardeşim daha olmasının kimi zaman kıskançlığı arttırıcı ama genel olarak keyifli ve sıcak yanlarını taşırım beraber olduğumuz senelerde, birlikte geçirdiğimiz her günün anısında...

Babalarının onlara tapıyor olmasını bazen büyük bir kıskançlıkla seyrederdim. Erkek çocuk isteyen R. Amca, ardarda olan dört kızdan sonra hevesinden vazgeçip yerine dört kızına da ayrı ayrı tapmayı seçmiş, bilirdim anlatılanlardan. A. Teyze’yle en büyük kavga nedenleri kızların her dediğinin yapılmasıydı zaten. A. Teyze yenilgiyle biten her tartışmadan sonra bize iner ve şikayet ederdi hepsini. Annem teselli ederdi, bense imrenerek dinlerdim dört kız kardeşin babalarının gücüyle kazandığı kimi zaman haklı kimi zamansa haksız galibiyetlerini...

1991’in 14 Eylül’ünde sıcak bir cumartesi akşamı yine hep beraber ve yine bizim evdeyiz bütün kalabalığımız ve bütün neşemizle. Pazartesi okulun açılacak olması o zamanlarda bir moral bozukluğundan çok, başka bir keyif unsuruydu biz çocuklar için. Eskiden çocukluk da, çocuklarda başkaydı sanki ya da bize öyle gelirdi...Oturduğum koltukta, kalabalık bir evde yaşanması gayet doğal olan o hengamenin içinde, şöyle bir dialog yerleşiyor belleğime o güne dair ve bir daha da aklımdan hiç çıkmıyor. Annem Z. Abla’ya, “hadi kızım bir kahve yap da içelim ellerinden” diyor, en güzel türk kahvesi yapan aramızda o çünkü. Z. Abla da “tamam” diyor, “okul açılacak ya zaten bir daha bulamazsınız beni, bu yapacağım son kahve olur.” Ve gerçekten de öyle oluyor.

Ertesi gün sabah saatlerinde alıyoruz haberi. Gece geç vakit R. Amca biraz alkollü gelmiş. İstanbul-Ereğli arası özel arabayla yaklaşık 3 saat sürdüğünden kızlar ısrarla okul alışverişlerini İstanbul’dan yapmak istemişler. A. Teyze çok karşı çıkmasına rağmen sözünü dinletememiş, sen gelme o halde demişler ama içine sinmediğinden o da gitmiş onlarla. Bir kamyonun altına girmişler sonra. Ve o arabadan sadece A. Teyze sağ çıkmış. Yine onu almamışlar yanlarına...

Günler sonra A. Teyze hastaneden taburcu olup da (o kadar az yarası vardı ki nerdeyse burnu bile kanamadan kurtulmuştu) eve getirildiğinde, onu ziyarete üst kata çıkışım, o zamanlarla ilgili aklımdan hiç çıkmayan diğer bir cümleyi belleğime yerleştirdi. Gördün mü bak, dedi A. Teyze acıdan bebeklerini göremediğim gözlerini gözlerime dikerek. “Bak R. Amca’na, o kadar çok seviyordu ki kızlarını hepsini alıp gitti, bir tanesini bile bırakmadı benim yanıma, bir tanesini bile çok gördü benim yanımda. Hiçbirisi beni sevmedi...”

Tam 17 sene oldu. Ve her sene zaman zaman içimdeki o yara ince ince sızlıyor. Beni en çok şaşırtan da kendi kardeşimin acısını hiç bu şekilde yaşamadığım ve yaşamıyor oluşum. Kardeşim diyorum ama sadece fotoğraflardan bildiğim sapsarı saçlı masmavi gözlü güzel bir çocuk bahsettiğim. Başka anlatabileceğim birşey yok hakkında. Daha 1.5 yaşındayken önce teşhisi kon/a/mayan bir hastalığa ve sonrasında ölüme vermişiz. Bende 3 yaşındaymışım daha, ne yüzünü, ne sesini, ona dair hiçbir şeyi hatırla/ya/mamam o yüzden. Bazen hayal meyal birkaç sahne beliriyor gözümün önümde ama onlarında gerçek mi yoksa benim zorlamamla oluşmuş sahneler mi olduğundan emin değilim. Anneme sorduğum zamanlarda kısaca bahsederdi bana ama anlatırken o kadar çok üzülürdü ki bende ayrıntı sormaya cesaret edemezdim. Bir süre sonra da sormayı bıraktım zaten. Annemin kardeşime dair söylediği ve aklımda kalan tek şey hatırlayamadığım kardeşimin bana, hatırlayamadığım bir sevgiyle çok ama çok bağlı olduğu...

İşte yaşam gibi ölüm de böylesine tuhaf bağlar yaratıyor aslında. Bazen seni diğerlerinden koparıp alıyor, ayırıveriyor bir çırpıda. Yaşananlar, kabuğu böylesi zamanlarda yeniden açılıp kanayan bir yara gibi kalıyor, yer ediyor içinde. Unutulmuyor...

Bazen de bir fotoğraf karesinde kalmış hiç tanımadığın, bilmediğin bir çocuğu sana gösteriyor, o senin kardeşin diyerek yaşandığı hatırlanmayan bir zamanın varlığından bahsediyor sana sık sık, sizi bir şekilde birarada tutan ve hiç kopmayacak bir bağ oluşturuyor aranızda. Kardeşimle bana yaptığı gibi...


Görsel: Deviantart

PERİ, NAZAR BONCUĞU VE UZAKTAKİ ADAM

11.06.2009
Yaşamın çekilmemiş tetiklerinde izini sürüyorsun geçmişinin. Geleceğin namlunun ucundaki bir bakışa endekslenmiş. Öyle fazla ki yükün, görünenin ağırlığı sinmiş omuzlarına. Görünmeyenlerse yüreğinde. Taşıdıklarının çoğu emaneten aslında. Atılmamış bir kurşun ağırlığında kabullenişin.

Hani diyorsun ya bana şaşkınım ben diye. Senin şaşkınlığın arada kalmışlığın aslında. Yastık altında sakladığın düşlerinin gün yüzüne çıkmış hali. Sen gerçek hayatın kıyısında, düşlerinle aynı hizada yaşıyorsun.

Bir adımın, adının katili de olabilir canını yakan, içine sevgi katan en vefalı sevgilisi de, biliyorsun. Attığın her adımda yaşamına dair en derin izleri açıyorsun belleğinde. En kanlısından en tatlı dokunuşuna kadar unutulmayanlar yığılıyor beyninin odacıklarında. Sen hepsine inat her odayı farklı boyuyorsun ve en çok da maviyi seçiyorsun kendine. Ezberindekilerle örtüyorsun geceleri üzerini, üşümemek için. Her sabah gözünü ezberleyemediklerine açıyorsun.

Hani diyorsun ya bana ben korkağım diye. Değilsin sen de biliyorsun. Kırılgan ve yorgun ruhunun aynadaki yansıması bu sadece. Çocuk halinin avaz avaz isyanı. Büyümüşlüğünün elinde elma şekeri, çocuk halini kandırmacası. Tozlu albümlerde sıkışıp kalmışlığın baki değil. Sen en renkli fotoğraflarda en güzel pozunu vermek için doğru zamanı bekliyorsun.

Sonu aynı biten bir öykünün iki ayrı tarafında karşılaştık birbirimizle. Çok uzak olan yolumuzu tesadüfler yakınlaştırdı. Giden kalanın, kalan gidenin halinden anlarmış dedik tarafsız kaldık. Bizim satırlarımızın yakınlığı kilometrelere dökülmüyor artık. Lastik izi yok yüreklerimizde. Yolculuğumuz sadece kelimelerle. Ziyaretlerimiz cümlelerimizde ağırlanıyor.

Hani diyorsun ya bana koca bir harita üzerinde yer edinmeye çalışıyorum diye. Sen yer edindiğin yüreklerden oluşan bir haritadasın aslında bu insan atlasında. Görünmeyecek kadar saklı, kendini göstermeyecek kadar naif, kırılgan. Ama bir o kadar kocaman. Sol göğsündeki nazar boncuğunu dağıtıyorsun etrafına sürekli. Her birinde biraz daha maviye boyanıyorsun. Biraz daha büyüyorsun.

Şimdilerde kendime aldığım nazar boncuğu elimde seni düşünüyorum sık sık. Gülümsüyorum çünkü biliyorum sesimi duyuyorsun. İyi olmanı, mutlu olmanı diliyorum ve hep mavilerle olmanı. Birgün yolumuz satırbaşlarından sokak aralarına çıkarsa eğer aklımızın ve yüreğimizin yüzyüze gelmesini bekliyorum.

Ben oradan nasıl gözüktüğümü bilmiyorum
Ama sen buradan emin ol çok güzel gözüküyorsun.


Görsel: Deviantart

DUVAR

9.06.2009
Pencerem salonlarına açılıyor. Onların yatak odasından da bizim arka odayı çok rahat görmek mümkün. Balkonlarıyla mutfağımız arasındaki mesafe ise neredeyse bir adımlık. Bu kadar dibdibeyiz yani. Ama orada, yani neredeyse içiçe yaşadığımız karşı apartmanın 4. kat dairesinde kimlerin yaşadığını, kaç kişi olduklarını, nereli olup nelerden hoşlandıklarını bilmiyorum. Ve eminim ki onların da bizimle ilgili herhangi bir bilgileri yok.

Sabah işe gelirken yol üzerinde kafamdan geçenler bunlar. Neredeyse boş bulunan her yere, daha hazırları onlara hayat verecek nefesleri içlerine dolduramamış boş boş bekliyorken, büyük bir hızla yeni yeni binalar dikiliyor. Binalar arasında adım atılacak boş bir alan bırakılmıyor, o kadar içiçe ki her şey; sanki bütün sokak hatta cadde tek ve kocaman bir ev ve herkes hep beraber aynı evin içersinde yaşıyormuş izlenimi uyandırıyor insanda. Aynı evin içersinde yaşayan ama birbirine bir o kadar da uzak, yabancı kişiler...

Hatırlıyorum da kapıların yok sayıldığı, kendi çocuğunu evinde bulamayan bir annenin gideceği ilk adresi bildiği, komşuluktan öte duyguların var olduğu günlerde vardı bir zamanlar. Bu kadar çok, bu kadar içiçe, bu kadar yakın değildi oturduğumuz binalar ama bizler çok, içiçe ve yakındık; dosttuk, komşuyduk, bir şekilde birbirinden haberdar olan insanlardık en azından...Bir maniniz yoksa akşam size geleceğiz’lerden, kapı önünde karşılaşmalarda yüzlerde beliren içten gülümsemelere, evde pişen aşın paylaşımından boş gönderilmeyen tabaklara kadar daha samimiydi herşey. Aynı düşünmüyor olsak bile aynı dili konuşuyor olmanın, insan olmanın hoşgörüsü vardı her birimizde. Sevgi vardı, hiç olmadı saygı vardı mecburiyetten uzak, içten gelen, sadece büyüklere değil her yaştan, her kesimden insana gösterilen.

Şimdi ise daha dün akşamdan kulaklarıma asılı kalmış cevaplayamadığım sorular var aklımda beni rahatsız eden; apartman kapısının anahtarını unutmuş olduğumdan dolayı bir komşunun ziline bastığımda ve bana “kim” olduğum sorulduğunda pek de inanarak söylemediğim “komşunuz” cevabı ve 3 numaralı dairenin yine aynı inanmazlıkla bu cevap karşısında bir süre sessiz kalışı...

Sahi kimdik biz? Kimdik o zamanlar ve kim olduk, neye dönüştük şimdilerde? Ne değişti o günlerden bugüne; aynı binada yaşayan ama birbirinden hiçbir şekilde haberdar olmayan, yanyana geçerken bile şüpheli bakışlarla birbirini süzen insanlar mı oluverdik sadece. Tehlike anında kurtarılacak ilk şeyler arasında bile birbirinin gözünde yeri olmayan kişiler miyiz artık? Aynı sokaklarda aynı adımları atarken, birbiri hakkında sadece dış görüntülerinden yola çıkarak önyargılarda bulunup direk “öteki”leştirdiklerimiz miyiz? Bu yüzden mi bu kadar az, bu kadar uzak ve soğuğuz birbirimize?

Ben dışımızda yükseliyor sanıyordum binalar, üstelik dibdibe birbirine çoğu zaman rahatsız edecek kadar yakın. Ama asıl duvarlar içimizde yükselttiklerimizmiş aslında gün ve gün. İçimizde ördüğümüz duvarlarmış bizleri her gün biraz daha uzaklaştırıp birbirimizden, aramıza aşılmaz setler koyan. Ve eğer böyle giderse çok değil, kısa bir süre sonra, kendi yaptığımız, yükselttiğimiz incelikten, gerçeklikten, insanlıktan uzak, altı boş duvarların altında kalacağız, kendimizi kendimiz bile kurtaramadan...


Görsel: Deviantart

SAKLADIĞIM

6.06.2009
İçimin sıkıntısını daha da arttıracağını bildiğimden saatimin sıktığı bileğimi saklıyorum kendimden. Peki ya gözlerimi nasıl saklayacağım zamandan, işte bunu bilmiyorum.

Akrep, koyu renkli vedaların vaktinde şimdi. Yelkovan peşi sıra takipte. Satır aralarından sızıyor gidişin zehri, hüznün acımtrak tadı kalıyor dilimin ucunda, hayat böylesi zamanlarda içimde başka türlü atıyor, daralıyor yüreğim, susuyorum.

Meğer bundanmış diyorum fark edemeyişimin umarsız tavrına şaşırarak. Bundanmış işte kaç zamandır üzerime yüklenen bu ağır kalabalık, dinmeyen baş ağrım, saçmalamalarım olur olmaz, geç kalışlarım, gerçeklerde kaybolup rüyalarda bulunuşlarım, hüzün üstü dalgınlığım, sığınışlarım sağa sola uçsuz bucaksız, ama hepsinden önce kendimden kaçışlarım, hep bu yüzden...

Unutmak değil bu diyorsun, olamaz. Ağzından çıkar çıkmaz unutuluyor oysa benden yana tüm kelimelerin. Ardından görünmez bir iz kalıyor, hiç gelmemişsin gibi...

İçimin sıkıntısını daha da arttıracağını bildiğimden saatimin sıktığı bileğimi saklıyorum gözlerimden. Peki ya gidişini nasıl saklayacağım kendimden, işte bunu bilmiyorum.


Görsel: Deviantart

KONUŞAN KELİMELER İŞİTEN YÜREKLER

4.06.2009









La Paragas'ın harika hizmeti; ‘Hayırlı Bir İş’ ile başlayan sesli blog yazıları fikri, görme engellilerin de blog dünyasının bir parçası olmasını amaçlıyor…
‘Tüm engelleri aşan bir tam olmalıydık’ ortak fikrinde birleşen bloggerlar; Buraneros, Uzağa Giden Kadın, Bugünü Yaşama Arzusu, Kırmızı Günlük ve Evrenin Dünyası; fikre logo desteğini esirgemeyen Pinonun Yeri, teknik destek konusunda araştırmacı Erkan Bal ve fikri duyar duymaz sahiplenip, sitelerinde duyuran Kara Kalem, Ateş Böceği, Persona Non Grata, tutsak, delfina, Hayat İzlerim ve Gereksiz Yazar'la giderek çoğalıyor olmanın heyecanı ile bugün sizlere de soruyoruz:
Sizce de harika değil mi?

Ben fikri sevdim diyorsanız…
Fikir sahibinin izni var kulaktan kulağa yayılması konusunda...

Kendi sesinizden ya da sevdiklerinizin sesinden yazılarınızı bloglarınıza ekledikten sonra ‘konuşan kelimeler’ etiketi ile etiketlemeniz, yarınlarda oluşabilecek bir ortak blog platformunda buluşmamızı kolaylaştıracaktır diye düşlüyoruz….
Peki benim blogumda sesli kayıt olduğu nereden bilinecek diyorsanız, logoyu kullanmaya ne dersiniz?
Kararsız kaldım ne olur ki bunun sonu diyenlere, beyaz yavru tavşanın niyet kâğıdını okumaları tavsiye edilir...
Konuşan Kelimeler İşiten Yürekler

Kulaktan kulağa oyununun gönüllü bir oyuncusuyum ben
Benim yüreğimden gelen senin yüreğinden duyulduğu gün
Gönülün gördüğünde buluşup
Bir fincan kahvenin 40 yıl hatırında paylaşıyor olacağız hayatı…


Konuşan kelimelerin işiten yüreklerini çoğaltmak için
Biraz daha beklemek mi yoksa bugün hemen seslenmek mi?



***Sevgili İDEA'nın ilettiği bir diğer bilgi: Tempo




ÖZÜR...

3.06.2009
Bebeğim...

Ateş düştüğü yeri yakmıyor artık. Ateş sağımızda, solumuzda, hemen kapımızın önünde, her gün, her saat, her saniye...Ne başımızı çevirdiğimizde görmekten kurtulabiliyoruz, ne pencereyi kapayıp da dumanından...İçimizde, tam yüreğimizin orta yerinde yanıyor artık ateş. Ve hiçbirimiz söndür/e/miyoruz...

İşte böylesi bir zamanda gördüm fotoğrafını 3.sayfa haberlerinde. Daha 6 yaşındaki Muhammet abinin acısının dumanı hala tüterken ve 4.5 yaşındaki Ezgi ablanın ateşi yeni düşmüşken yüreğimize. Bir hemşirenin kucağından bakıyordun henüz 1 saat önce adımını atmış olduğun dünyaya. Ve yazıkki bir ananın yüreğinden önce bir çöp konteynırında yer bulmuştun kendine...

Bebeğim...

Sana nasıl anlatılır bilmiyorum dünyanın aslında o kadar da kötü bir yer olmadığı. Her bebeğin kendiyle beraber hayata yeni, yine ve yeniden umutlar getirdiğine inanan ben, insanların birbirlerine ve özellikle de çocuklara, çocuklarına karşı nasıl bu kadar insafsız olabildiklerine dair sana nasıl bir açıklama yapabilirim inan bilmiyorum.

Oysa sen daha en baştan 1-0 yenik başladın kendinin seçmediği bu hayata. Belki bundan sonrasına dair seni yüreğinde büyütecek, sana bir ana sıcaklığı verecek başka kollarda yer edinir o küçücük yüreğin -ki en büyük dileğim budur- ve sen seni böyle bırakanlara inat dağıttığın, dağıtacağın iyilikle, sevgiyle, insanlıkla eşitlersin hayatı, gösterirsin kendini. Hiçbir şey geçmişindeki bu acıyı silip değiştiremese bile sen inadına umut olur, inadına hayat olursun. Hatta hayatın ta kendisi...

Bebeğim...

Sana hayat verip de sonra bu hayatı elinden çekip almanın, geleceğini çalmanın bir özrü yok olamaz da. Ama ben kendi adıma, bir parçası olduğum bu hayat adına, belki de yaptıklarım ve yap/a/madıklarımla çoktan sorgulamam gereken insanlığım adına senden özür diliyorum. Ne olur bizim gösteremediğimiz insanlığı, büyüklüğü sen göster ve affet bizi...


Haber Kaynağı ve Görsel: Sabah

GÜN/İKİ

2.06.2009
Ucu açık bırakma kurduğun cümleleri
Çektiğim yer hiç hayra alamet değil
Gördüklerim, konuştuğum dil, yaşadığım an
Öyle uzak ki yüreğime
Hiç benden yana, bana ait değil...

Eksiğim, fazla geliyorsun bana,
Çoğu zaman kaldıramayacağım kadar ağır
Bu akıl, bu yürek birbirinden haklı değil.
Dışında kalıp sandığım, içinde olup yandığım zamanlar
Hep başkalarının gölgeleri
Geçmişim benden yana, geleceğim yakınlarda değil...

Ah be hayat bilmez miyim haksız bir yorgunluk bu.
Zaman aşımı düşlerden boş yere medet ummalar...
Sil baştan yaşamalar, yaşatmalar her şeyi...
Hep sol yanımdan çarpıp da geçiyorsun
Çoğaltmaktan çok eksiltip de canımı
Ya kör bırakıyorsun ya topallatıyorsun beni...


Görsel: Deviantart

2'Sİ BİR ARADA

1.06.2009