Pages

GİBİ...

28.07.2011
Boşa kürek çekmek gibi. Uyandığında çoktan bitmiş olduğunu bildiğin bir rüyaya kaldığın yerden devam edebilmek için, gözlerini sımsıkı kapayıp da yeniden uyumaya çalışmak gibi. Geç kaldığını, zamanın aktığını fark ettiğin halde, diğer otobüslere binmeyip boş bir inat ve ısrarla durakta aynı otobüsü beklemek gibi. Seni anlamadığından emin olduğun birine belkinin gölgesine sığınıp hala kendini anlatmaya çalışmak gibi. Olmadığı söylenen aşk’a her geçen gün eksilse de sol yanından bir parça, yine de inanmaya devam etmek gibi. Yağmurun altında ıslandığını bile bile şemsiye almayıp, sinüzitini ve çektireceği ağrıları yok saymak gibi. Dört koldan gerçekler vurulurken yüzüne ve incelirken çoğu zaman hayatla bağın, düşlerine sığınıp da o bağı birazcık da olsa kalınlaştırmaya çalışmak gibi. Saçmaladığını düşünenler gibi sen de bazen şaşırsan da kendine ve bir acaba yerleşip otursa da içine, her şeye rağmen yine de vazgeçmemek gibi. Ya bir gün gelirse, görmek isterse beni, ya duyup da bir ses verirse sesime diye olmayacağını bildiğin halde düşünmek gibi. Umut etmek gibi yani kısaca. İçten içe, sebebsizce hatta, bile bile umudun o sıcaklığına sığınmak gibi. Unutmak gibi sonra; unutmak diye bir şey olmadığını bildiğin halde unuturmuş gibi yaparak, ezelden beri süregelen bir yalana kanarak yaşamak gibi...

İşte bu gün sana yazılan bu satırların tek sebebi...



*Görsel: Flickr.com

ZAMANIN KRALLIĞI

26.07.2011
Zaman kimimiz için
yakalanmayı hakeden bir hırsız,
hiç varolmadığından kaybedilmemiş bir sevgili,
şimdimize görünmezliğiyle sahip
ama unutulmaya dünden razı
ve geleceği özlemle beklenen bir misafir.

Zaman kimimiz için
hiç değişmeyen bir ırmak,
her defasında başka bir “ben”
olarak denize varmak.
kaçınılmazlığıyla bile sakin
akışına alıştığımız.

Zaman her birimize yalancı bir kral
kraldan çok kralcı
öyküler yazmaktan hiç bıkmayan.
fethedilmeye değer tek hazinesi
şimdiden geçmiş ve şimdiden gelecek olan.


BAŞAK ALTIN

GEMİ

22.07.2011
Sen...

Yüzme bilmediğini söylüyorsun. Sığ suları tercih edişin hep bu yüzden. Sığ sulara çivileme atlayışın.

Ayakların yere bas/a/mıyor diye mi şimdi tüm bu telaşın? Gülümsüyorum. Aşk boyunu aşmış, diyorum sana. Ver elini beraber yüzelim.

Yüzme bilmeyene yüzme öğretmek zordur, diyorsun. Aşk öğrenilir mi, diye soruyorum sana. Öğretilir mi? Susuyorsun. Bırakıyorsun elimi.

İlk fırsatta terk ediyorsun gemiyi. Hiç kulaç atmadan. Denemeden en azından. Suskunluğun can simidin olmuş güvendiğin. Önüne gelen ilk kıyıya çıkıyorsun.

Boğmak mı yoksa boğulmak mıydı esas korkun merak ediyorum. Elde avuçta kalan sadece deniz tutmaları. İlk rüzgarda yıkılıveren kumdan bir kale...

Ben...

Gözlerim kapalı atlıyorum her zaman suya. Yüzmek yetmiyor. Hep derinlere dalıyorum. Derinlerde yaşıyorum. Korkum yok açık denizlerden. Vurgun yemekten. Hazırım.

Ufukta hiçbir kara parçası gözükmüyor şimdi. Güvertede tek başınalığım. Açık denizde. En dipte, nefessiz kaldım. Yüzeye çıkmak telaşındayım. Ben yüzeye çıktıkça gemi her tarafından su alıyor.

Su soğuk. Su tuzlu. Su yakıyor. Zaman kesiklerinden gözlerime tuzlu anılar akıyor.

Aşk...

Boyunu geçmekle kalmıyor işte. Vurgun da yemek lazım. Karşılıksız.
Hala burada. Açık denizde. Gemide. Gemi batıyor.
Biz bıraktık. Kurtardık kendimizi. Ama o gemiyi terketmiyor.




*İlk yayın tarihleri: 02/01/09’ ve 12/01/10’
**Görsel:
Deviantart

3

20.07.2011


















BAZI ŞEYLER HİÇ UNUTULMAZ!






*Görsel: Afiş buradan alınmıştır.

DÜŞSÜZ KALMAK

18.07.2011
Düşler üzerine konuşurken bugün bir dostla, gördüğümüz, kimini hatırlayıp kimini hatırla/ya/madığımız rüyalar üzerine, iki gündür rüya görmediğimi fark ettim. Hastalığın etkisiyle erkenden ve kendimi kaybedercesine uykuya dalışımdan olsa gerek. Rüya görmedim derken mutlaka görmüşümdür de hatırlamadığımın, uykuda geçirdiğim saatlerin hiç yokmuşcasına, bir boşluktaymışcasına geçip gittiğinin ayrımına vardım. Bir kitapta okumuştum; ‘uyku küçük ölümdür derler, hiçbir şeyin nedenini, nasılını sorgulamaz insan’ diye. Ben galiba 2 gecedir erkenden ölüp, sonra ertesi gün yeniden ve erkenden yaşamaya başlıyorum. O arası hep bir boşluk, hep bir sis, hep bir gri bölge. Bir şeylerin var olduğu, ama aklı ve yüreği aştığı için belki de yok sayıldığı öte bir zaman...

Düşsüz kaldım galiba ben bu aralar dediğimde dosta; *aç kal, susuz kal ama düşsüz kalma, dedi bana. “Düşsüz mü kaldın, aklın egemenliğine girmiş düşler demek. O zaman olan hayallerine sığın...”



* Ömür Doğan
**Görsel:
Flickr.com

ÖLÜME NİNNİ

15.07.2011
Gözlerin oluyorum önce. Tozun toprağın içinde gözlerine çarpıyor hayali. Buruşmuş bir fotoğraf karesinden çekip alıyorsun sevdiğini. Alıp yanıbaşına koyuyorsun sessizce. Bekle diyorsun sevgili yüreğine. Bir elin 10 parmağına sığıyor artık kavuşacağınız günler. Gözlerin eriyip gidiyor gözlerinin içinde. Sen eriyip gidiyorsun. Sonrası zifiri karanlık. Gözlerimden oluyorum.

Ellerin oluyorum. Ceplerinde sakladığın ellerini çıkarıp kızının sarı buklelerinde bırakıyorsun parmak izlerini. Oğlunun kara gözlerine değiyorsun usulca, uyandırmak istemeden. İki elin iki küçük yürekte, sonsuz bir sevgiyi düşlüyorsun. Kızının masum gülüşüne, oğlunun derin iç çekişine benzediğini düşünüyorsun. Seviniyorsun kendince. Kaybolup gidiyorsun ellerin düşlerde, sen düşlerin içinde. Sonrası ele avuca sığmayan bir yalnızlık. Ellerimden oluyorum.

Sözlerin oluyorum. Babanın dilinden dökülüyorsun bir çağlayan misali. Evinin reisi, ocağının direği, bir babanın gözbebeği oluyorsun. Kelimelerin yetersiz kaldığı bir gurur kaynağı. Alıyorsun tüm sözleri yüreğine dolduruyorsun. Onlarla ısınıyorsun geceleri. Dönüşüne sevgi, saygı sözcükleri biriktiriyorsun. Kelimelerin çalınıyor hayatından. Sonrası sesinin erişemediği koca bir boşluk. Sözlerimden oluyorum.

Yüreğin oluyorum. Annenin hiç büyümeyen küçüğü. Yüreğinin asıl sahibi. 20’lik koca yüreğini koyuyorsun annenin dizlerine, ufalıp da çocuk oluyorsun. Hiç bitmeyecek bir sevginin şımarıklığını özlüyor en çok için. Yüreğini saklıyorsun sunmak için ellerine. Hain bir pusuda kahpe bir kurşunla yanıyor için aniden. Sonrası paramparça. Yüreğimden oluyorum.

Bir sevgilinin eksilen yarısı, bir çocuğun hiç bilemeyeceği babası, bir babanın ağır sızısı, bir ananın dinmeyecek ağıtı oluyorum sırayla. Yine de varamıyorum yanına. Küçücük, unufak kalıyorum.

Yok oluyorum seninle beraber. Boylu boyunca uzanıyorum yanına. Yer gök kan kırmızı. Uzun, derin bir uykuya dalıyorum. Bir ninni gelip saplanıyor dilimin ucuna kurşunlara inat. Büyüklere ninni söylenmez diyorlar. Yalan, diyorum. Ölüm söz konusuysa eğer, bir sevgilinin, bir ananın, babanın, çocuğun gözünde her yürek küçüktür, küçücüktür aslında. Ölümün yaşı yoktur biliyorum.

Acının dili ortak. Aynı yüreklerde saplı bu kara hançer. Aynı yağmurlar akıyor şimdi gözlerden. Titrek bir sesle mırıldanıyorum başında;

Kapat usulca gözlerini
Uzat üşümüş ellerini
Sakla o masum yüreğini
Zaman gibi sessiz uyu
Bu dünya dipsiz bir kuyu


Pamuktan kalbin solmadan
Hayat yüzüne vurmadan
Uyu yavrum uyu
Bu dünya dipsiz bir kuyu
Uyu melek yüzlüm uyu
Bu dünya dipsiz bir kuyu


*Bir avuç kendini bilmez insan, düşünce ve davranış yüzünden yitirilen ve hala da yitirmekte olduğumuz yüreklere dair, diye not almışım ilk yazdığımda. Ne acı ki onca zaman geçti ama hala gencecik canları yitimeye devam ediyoruz, hala hiçbir şey değişmedi...
**İlk yayın tarihleri: 28/07/08’ ve 30/04/09’
***Ninniyi seslendiren: Toygar Işıklı
****Görsel:
Flickr

İNSANA DAİR...

13.07.2011
Yaralı insanlar birbirlerine yaklaştığı zaman, kader telaşlanır. Sırları ortaya çıksın istemez. Eğer insanlar başlarına gelenin başkalarının başına gelenlerden çok da farklı olmadığını sezerlerse güçlenirler. İnsanların gücünü azaltan, kendilerini hedef tahtasının ortasında sanmalarıdır. Oysa hayatta hiçbir şey şahsi değildir. İyi şeyler de, kötü şeyler de rüzgarla birlikte yön ve şekil değiştiren bulutlar gibi başıboş dolaşırlar evrende.

Biliyor musun; evrende tüm duygular başıboş dolaşan yıldızlar gibidir. Nefret, sevgi, öfke, istek, hüzün, şehvet...Her insan tıpkı sesleri farklı duyan, renkleri farklı gören böcekler gibi evrendeki bu duygulara da farklı algılarla yaklaşır. Kimsenin sevgisi ya da öfkesi aynı değildir. Üstelik kimi acıya kördür, kimi nefrete...



ŞAHBAZ’IN HARİKULADE YILI 1979
MİNE SÖĞÜT




Görsel: Flickr.com

BORÇ

11.07.2011

anlayamadığım her bir cümlenin,
kaçırdığım her bir sahnenin,
duyamadığım her bir sözün,
sorumlususun...

ve bana;
okuyamadığım kitaplar,
seyredemediğim filmler,
dinleyemediğim sözler kadar,
aşk borçlusun!




Görsel: Flickr.com

ARTA KALAN ZAMANLAR

8.07.2011
Uzundu susmalar. Bir pencere kenarından bakıyormuş gibi bizim dışımızda akıp giden yaşama, birbirimizin sözlerindendi hep ödünç almalar. Tutunamadan daha birbirimize, hayatlarımız, artık olmayan bir zamanda tutulup kaldı.

Oysa omuzlarıma örtülen zamansız bir yalnızlıktan, içime usulca çöken bir şehrin karanlığından, kendi amansız varlığımdan biliyordum yokluğunu. İnce bir sızı gibiydin; hep varmış da arada bir unutuluyormuş gibi, sessiz ve derinden, hatırlatıp duruyordun olur olmaz zamanlarda kendini. Sonra hiç gelmemiş gibi yavaş yavaş kayboluyordun tekrar bir sokağın sonunda. Yokluğunu da çekip alıyordun gözlerimden. Koca bir gün gidiyordu bu şehirden ansızın. Sen benden gidiyordun. Aşk peşinden...

Öyle çok gidip gidip geri geldim ki geçmişten, gözlerim zaman yorgunu bugünlerde, yüreğim sessiz, içimde koca bir şehrin yıkıntıları. Koyu, ağır bir gecenin gölgesinde, en çok varlığında mıydı gözlerim yoksa yokluğunda mı kaldı diye düşünüyorum şimdi, kendi penceremden seyrederken senden arta kalan zamanları...



*İlk yayın tarihi: 05/03/09’
*Görsel:
Flickr.com

SİYAH

6.07.2011
Siyahı severim. Neyle karıştırırsan onu değiştirmekten öte ruhunu alır, sonra hiç yokmuşcasına yeni tonların hakimi olur.

Acı kahve koyu kahveye, kan kırmızısı yalnız ve şehvetten acımış koyu kırmızıya, baharın gerçek yeşili ise yüzyılların doğurganlığı sonrası artık ölümü bekleyen ağaçların kasvetli bekleyişine dönüverir.

Siyahı severim. Bembeyaz bir düzlemde, hayatın gerçekliğini anlatmak için soylu bir duruşu vardır. Tek başına bile, tüm duyguların renkli karnavalında; geçidin en önünde, sanki bütün samba okullarının birincisi kendisiymişcesine mağrur yürür. Ağır ağır, dar kalçaların çalkalanmasını sağlayan, tek bedenmiş gibi sağa sola kıvrılan vücutları bilinen tınıdan kurtarıp yeniden doğuşu sağlayan odur. Hayatın başlangıcı gibidir. Ne önü, ne arkası bilinir. Tüm renkleri o kapatır ve içine alıp yeniden doğar. Hiç kimsesiz bir yaşamı vardır. Dostu yoktur. Sevgilisi, bir erkeği, bir kadını hiç olmamıştır.



BAHAR PANDOMİMİ/FRANSIZCA BİLEN YEŞİL ATKI
MELİS KUTLU



Görsel: Flickr.com

MALIN GÖZÜ'NE VEDA

1.07.2011
Ah be rectoa yaktın beni! Dedim ya; bir sen bir de Behzat Ç. nin sezon finali. Bugüne kadar ikiniz de beni şaşırttınız, şok ettiniz, kah güldürdünüz, kah ağlattınız, ömrümü yediniz, beni benden ettiniz ama vazgeçilmez oldunuz, bir o kadar da sevdirdiniz kendinizi. Böyle ne güzel mutlu mesut yaşayıp gidiyorken misler gibi; vakit doldu hadi gidek la, dedi biriniz hoop sezonu finalledi, biriniz de ben artık kapatıyorum dükkanı, iki sütlü bir sade diyerek müsade istedi.

Neymiş günü gelmişmiş, artık gitme vaktiymiş, belki başka baharaymış, yok Malın Gözü’nün final yazısıymış da iki satır da sen yazmış, iki şey söyleymiş, iki üzül, iki gözyaşı dök, iki salya sümükmüş, falanmış filanmış işte...

Hadi Behzat Ç. bir sürelik hasretle yeni sezonda affettirecek kendini. Üstelik ekim ayında bir de filmini patlatacak, o biçim alacak gönülleri. Peki ya sen rectoa, sen ne yapacaksın? Ne sezon başlangıcı var ortada, ne film, ne kaset, ne yeni bir blog? Tamam zirvedeyken gideyim, adımla akıllarda, yüreklerde silinmeyen bir yer edineyim diye düşünmüş olabilirsin kabul ama beni, bizi, bunca insanı gözüyaşlı, biçare, yapayalnız nasıl bırakacaksın?

Ordan oraya nasıl gideceğiz biz şimdi, hangi inanılmaz gerçeklere şaşırıp, hangi meselelere kafa yoracağız? Tarihte bugünlerimiz, aylık röportajlarımız, testlerimiz, anketsellerimiz, aylık burç yorumlarımız için nereye başvuracağız? Videosal, sinemasal, hayatsal olaylara şiir gibi yorumlar yapıp da gizemli hikayelere nasıl tırt sonlar bulacağız? Linkçi geldi hanım diye bağıra çağıra facebook ve yaratıcılık sınırlarını nereye kadar zorlayacağız? Ah be rectoa geç(me)miş’lerimiz paragrafsız, foto-senaryolarımız kahramansız kalacak farkında mısın? 12’ye varamadan bizi 11’lerde bırakıp, diğer günlere hiç doyamadan pazar neş’e’mizi de alıp mı gideceksin? Hiç mi için sızlamayacak, hiç mi ağlamayacak, hiç mi üzülmeyeceksin?

Ah be rectoa ah yaktın bizi! Sorarım sana; bu nasıl bir eylemdir, nasıl bir gitmek hali?


***Öyle alıştırmışsın ki bizi tarzına 2 satır bir şey yazar mısın dedin, ciddi ciddi yazayım istedim, gerçekten duygulanıp hislendim ama buna rağmen bak içimdekiler nasıl kelimelerle çıktı şansına...

Evet, üzüldüm. Hatta beni bırak, bloglarla hiç işi olmayan, onca zorlamama rağmen benim yazdıklarımı bile okumayan iş arkadaşım bile, keyifle okuduğu tek blogun –
Malın Gözü-nün devam etmeyeceğini öğrenince, üzüldü. Ama diyecek bir şey yok. Ne de olsa her şeyin bir nedeni ve vakti vardır elbet. Ve o neden vakti zorlamaya başlamışsa da, daha fazla geçe kalmadan artık yola çıkmalı demek.

İşte bu yüzden ne kadar istemesem ve üzülüyor olsam da, bugüne kadar aklıma, yüreğime, kelimelerime kattıkların için canı gönülden teşekkür etmek düşer bana sadece. Attırdığın kahkahalarla ömrüme eklenen günlerden bahsetmiyorum bile. Bir de adı akıllarda ve yüreklerde silinmemecesine kazınmış olan
Malın Gözü tarafından arada bir hatırlanmayı dilemek nacizane...

Sağolasın
Malın Gözü. Sağolasın rectoa. Bir gün bir yerde yine, yeni, yeniden karşılaşmak temennisiyle...


Yolun açık olsun.