Pages

HAFIZA

27.01.2012
Onu, karşısında bütün sakinliği ve yumuşaklığı ile gülümseyen iri kahverengi gözlere sahip bu ufak tefek kadını, hatırlamıyor. Hani biraz zorlasa kendini hafızasının gün ışığı girmemiş köşelerinden ona dair birkaç geçmiş parçası çekip çıkarması an meselesi belki, ama bunu yapmak için ne bir isteği var ne de cesareti. Hafıza, çoğu zaman balta girmemiş bir orman gibi değil midir; bildiğin ama girmekten hep çekindiğin koca bir orman...Oralara girip kaybolmak, oralara girip kaybolduğunu sandığın pek çok şey, durum, kişiyle bunca zamandan sonra böyle birdenbire yine, yeni, yeniden yüzyüze kalmak...Yok diye geçiriyor içinden, onu çok iyi hatırladığını söyleyerek çıkacağını hissettiği yolculuğun başında, belki de sırf güven vermek adına, ona sıcacık gülümseyen kadına. Ve daha fazla ilerlemeden ormana giden patikadan, hemen geri dönüyor.

Onu hatırlamıyor. Ama kadın onu gayet net hatırladığını söylüyor üstüne basa basa. Ve bunu kanıtlamak istercesine anılar bırakıyor önüne küçüklüğüne, çocukluğuna dair. Anlattığı her bir anıyı birbirine bağlasa ve çakıltaşlarıymışcasına takip etse belki de hafıza ormanına girip hatırlaması an meselesi ama Hansel’le Gratel geliyor hemen aklına ve de o kötü cadı. Anlıyor ki bu yolda devam ederse önüne çıkacak olan, anahtarı denizin dibine atılmış, varken yok sayılmış, kararmış, simsiyah bir kapı. Hemen değiştiriyor yolunu ve aynı şekilde sözü de değiştirip başka bir konu açıyor.

Onu hatırlamıyor. Ama bu, kadının o adamın kardeşi olduğu gerçeğini değiştirmiyor ne yazık ki. Keşke tam tersi olsaydı, diye geçiyor içinden ve o adamı hatırlamak yerine iri kahverengi gözleri güven veren ve sürekli gülümseyen bu kadını hatırlasaydı. Ama yazık ki sadece o adamı hatırlıyor. Korkuyla uyandıktan çok sonra hatırlanıp, tam anlamıyla ne olduğu farkedilen ve aklın bir köşesine hiç silinmemecesine yerleşen bir kabus gibi. Kendisine ayrı, ailesine ayrı itiraf etmek zorunda kaldığı, acısı yüreğinin en kuytusuna kazılı tanımsız ve hiç geçmeyen, kronik bir ağrı gibi. Bedeni ne kadar büyümüş ve değişmiş olsa da hep aynı yerlerde hiç değişmeden ve kaybolmadan duran ve ilk günkü gibi sızlayan tacizin o pis, iğrenç izleri gibi....

Dediğim gibi; onu hatırlamıyor. Annesinin “E.nin kardeşi A.” demesi de bir şey değiştirmiyor kafasında. Olabilecek en sakin haliyle hatırlamadığını bir kez daha belirtip, işi olduğu bahanesiyle izinlerini isteyerek oradan ayrılıyor.



*Görsel: Flickr.com

KENDİM/L/E KONUŞMALAR-XIV

25.01.2012
seni uyuyacağım şimdi,
sana uyuyacağım.
sen düşlerinde gör beni...

seni uyanacağım sonra,
sana uyanacağım.
sen gerçeğinde sev,
gerçekten sev!



Görsel: Flickr.com

UĞUR'A AĞIT DEĞİL ÖVGÜ

24.01.2012










Günümüzde insan olmanın
Çok ağır bedeli var
Ya parçası olacaksın alçaklığın
Ya seni parçalarlar

Oysa insan olmak
Çoğalabilmektir başkalarıyla
İnsansın, birinin canı yanarken
Seninde canın yanıyorsa

Bir bombayla canına kıyılan
Çoğalmasını bilen biriydi
Daha az Uğur Mumcu’yduk dün
Daha çok Uğur Mumcu’yuz şimdi



ATAOL BEHRAMOĞLU




*Görsel: Buradan alınmıştır.

SORU VE CEVAP

20.01.2012
Adam baktı gökyüzü sonsuzluğunda. Alabildiğince uzak, çokça gri, bir parça mavi. Bir kaçışın telaşı vardı sanki, biliyor olmanın ağırlığı biraz, bir şey yap(a)mamanın saklı utancı. Hani uzatsa elini tutacak gibiydi yaşamın kıyısından, tam da yüreğinin ortasına düşüveren bir yağmur damlasıyla silbaştan başlayacak gibi...Uzun uzun baktı adam, sonra eğdi kafasını, bakışlarını kadının suskunluğuna bıraktı.

Kadın sustu avazı çıktığı kadar. Olabildiğince uzun, kaçabildiğince saklı. İçine sığmayan bir hayata sığmaya çalışmaktı yaptığı ve en çok da kendi kendinden saklanmak...Dört yanda söylenemeyenlerin ağırlığı vardı, görmezden gelinenlerin, yok sayılanların günahı. Olmadı, taşıyamadı kadın, düşürdü ellerinden. Yere düşenler bir çocuğun sorusuna takıldı.

Çocuk sordu boyundan büyük. Yüreğinden masum, merakından fazla. Yetinmedi cevap bekledi bir bakıştan, bir susuştan yeni cümleler istedi. Yer edinemedi, yer edemedi hiçbir renk bu coğrafyada. Kendi çocuk, aklı adam kaldı, yüreği kadın...Avuçlarında neye niyet neye kısmet halleri, ellerini her şeye rağmen hayata uzattı.

Hayat aldı soruyu ekledi bir bakışa, susuşu katık etti sonra tüm bunlara. Evirdi çevirdi karıştırdı bir çırpıda. Yepyeni sorular, bakışlar, susuşlar doğurdu içinden. Sil baştan deyip, dağıtıverdi başka başka adamlara, kadınlara, çocuklara...

Bütün cevaplar hayatın içinde kaldı...



*İlk yayın tarihleri: 26/02/09’ ve 02/02/10’
**Görsel:
Flickr.com

19OCK

19.01.2012
















Yaşı kaç olursa olsun; 17 veya 27, katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek olduklarını biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim...



Rakel Dink
Sevgiliye Mektup



*Mektubun tamamını buradan okuyabilirsiniz.

RÜYA

18.01.2012
Bir rüya insanın canını acıtabilir mi? Acıtır elbet. Hem de öyle bir acıtır ki; ağlayarak uyanırsın gerçeğe. Uyanmak dediğinse bir nevi geçiş anı gibidir aslında bir süre. Kendini hala o rüyanın içersinde hissettiğinden biraz zaman alır şimdi’ye dönmen. Acele etme bekle, elbet bir zaman, dönüşün olacaktır yine bu güne.

Döndün mü? Hadi döndün diyelim. Oh be rüyaymış diyerek derin bir nefes alıp verme eşliğinde, hemen hayatına kaldığın yerden devam edebileceğini sanarak aldanma sakın. Bir kere açıldı ne de olsa yüreğinde zaman kesikleri. Şimdiye kadar es geçilmiş, cevabı veril/e/memiş her bir soru bir kere beynine üşüşüverdi. Şansın yok, uzun bir süre rahat bırakmazlar seni. Sen iyisi mi hazır ol, çünkü bu sefer de sürekli geçmişi sorgularken bulacaksın kendini.

Ne de olsa bilirsin, bu rüya boş yere görülmedi. Boş yere açılmadı belleğinin, anahtarları kimbilir nerelere saklanmış gizli odaları, böyle birdenbire. Boş yere dillenmedi içinde kaç zamandır susturdukların. Anlayacağın boş yere değil ne geçmişte, ne de şimdi’de yaşadıkların. Her şeyin bir nedeni var ne de olsa öyle değil mi? Her şeyin bir zamanı olduğu gibi...

Şimdi iş yerinde, masanın başında, neyi nasıl yaptığının çok da farkında olmayarak bir rüyanın sende açtığı zaman kesiklerini kapatmaya çalışıyorsun. Şimdi’yi deniyorsun önce, olmadı mı, hiç vakit kaybetmeden geleceğe dair yamalar yapıyorsun üzerine, elbet birinden biri tutar diye. Her bir yamada, her bir iğne darbesinde içten içe kanasan bile pes etmiyorsun. İçindeki sıkıntıyı her şeye rağmen hayra yormaya çalışıyorsun. Ve önceden bir şüphen vardıysa eğer, bir rüyanın insanın canını nasıl acıtabileceğini, artık çok iyi biliyorsun.



Görsel: Flickr.com

ANLAT/MAK

12.01.2012
Bir adın var mı başka sözlerde ya da gözlerde olmayan, sadece senin bildiğin? Hiç dile dökmediğin bir anın, hiç görülmemiş bir halin, hiç sevilmemiş bir yanın? Kimsenin fark etmediği, ettirmediğin özelliklerin var mı sakınıp, sakladığın? İçindeki o kocaman yürekli çocuğun oynadığı gizli kapaklı oyunlar var mı? Küslükleri olur olmaz, nazlanmaları, bir elma şekerine kanmaları sonra yüzünde kocaman bir tebessümle? Sahi senin içinde kimi zaman kendinin bile bilmediği başka biri var mı?

Merak ettiğim çok şey var senin hakkında, sana dair. Yazılan, çizilen, söylenen onca şeye rağmen benim hala merak ettiğim ve sadece senden öğrenmek istediğim bir sürü şey. Ama acelem yok. O yüzden sen yavaş yavaş anlat bana. Her kelimen harf harf bölünsün önce, yüklensin yüreğinin tüm güzelliğini, içtenliğini ve öyle eklensin sözlerine...

Salaş bir meyhanenin iki kişilik masasında kadehlerimizi tokuştururken çıkan seste anlat mesela bana kendini. Keyifle seyrettiğimiz bir filmin kahramanının sözlerinde anlat ilk defa gittiğimiz bir sinema salonunda. Bir caddede yokuş aşağı yanyana yürürken, koşar gibi giden adımlarımızda anlat. Okuduğun bir kitapta altını çizdiğin kelimelerin üzerinden anlat, en sevdiğin şarkının nakaratını mırıldanırken ya da bir yolculuğun cam kenarı seyrinde gördüklerinden. Bahar yağmurunun telaşında anlat ıslanırken altında sırılsıklam. Başını çevirip de gökyüzüne bir güneş vakti, içinde kaybolup gittiğin mavilerde anlat. Bana kendi çocukluğundan, düşlerinden, gerçeklerinden anlat...

İçinden geldiği gibi anlat bana. Sadece sen anlat seni. Ben sadece senden duyayım. Sonra akşam olsun üstüne, gece olsun, ben yatıp uyuyayım senden yana düşlerin içinde. Sabah yeni bir gün ışısın içinde yine sen olan. Ve sen hiç anlatmamışsın gibi, ben hiç dinlememiş, hiç sindirmemişim gibi yeniden başlayalım. Sormazsın ama olur da sorarsan eğer, eğilip de fısıldayayım kulağına;

Bugünle yarın arasında koca bir dünya var. Her kaybettiğimde seni bana yine bulduran ve her bulduğumda beni sana yeniden başlatan koca bir dünya. Aşk zaman tanımıyor biliyor musun? Her an yine, yeni ve yeniden başlıyor bugünle yarın arasında...


Görsel: Flickr.com

8.10 VAPURU

9.01.2012


















Sesinde ne var biliyor musun?
Bir bahçenin ortası var
Mavi ipek kış çiçeği
Sigara içmek için
Üst kata çıkıyorsun

Sesinde ne var biliyor musun?
Uykusuz Türkçe var
İşinden memnun değilsin
Bu lenti sevmiyorsun
Bir adam gazetesini katlar

Sesinde ne var biliyor musun?
Eski öpüşler var
Banyonun buzlu camı
Birkaç gün görünmedin
Okul şarkıları var

Sesinde ne var biliyor musun?
Ev dağınıklığı var
İkide bir elini başına götürüp
Rüzgarda dağılan yalnızlığını
Düzeltiyorsun

Sesinde ne var biliyor musun?
Söyleyemediğin sözcükler var
Küçücük şeyler belki
Ama günün bu saatinde
Anıt gibi dururlar

Sesinde ne var biliyor musun?
Söylenmemiş sözcükler var.


Cemal Süreya





Görsel: Özge Baki

KAPAT...

6.01.2012
"Kapat gözlerini önce. Ve hadi aç şimdi kendi içine. Değil mi ki, 'aslolan gözlerin kapalıyken yaşadıkların'. Hala en güzel hikayeleri dünyalar bir araya gelse anlamayacaklara mı anlatmaktasın? Ve sen hala sağırlar ordusuna senfoniler mi çalmaktasın? Ne seni hazmedebilen ne de senin hazmedebildiğin bir alemde için sızlıyor, biliyorum. İçine bak, imkansız bir şey olmadığını göreceksin. Kapat gözlerini gitsin. Ama aç kendi içine.."

MOR MÜREKKEP
NAZAN BEKİROĞLU



Görsel:Flickr.com

İĞNE DELİĞİNDE ZAMAN

3.01.2012
Sorularım mı çoğaldı bu aralar, kendime mi cevapsız kaldım bilmiyorum. İğne deliğinden geçiyormuş gibi zaman ağır aksak ve ben pür dikkat dikmişim gözlerimi, anlamaya çalışıyorum kopmasın diye kendimle bağım. Oysa o kadar çok kaybediyorum ki şu sıralar seni; nerede, ne zaman, nasıl bıraktığımı bilmeden, anlamadan hatta, kendime bile fazla gelen bir sessizlikte, denemekten vazgeçmediğim ama sonunu da asla getiremediğim yolların üzerinden sorgusuz sualsiz geçip gidiyorum.

Keşke burada olsaydın şimdi...Olsaydın da zaman tam geçerken o iğne deliğinden kopuverseydi ve kalıverseydik hep aynı anda, hiç bitmeden, hiç durup dinlenmeden sadece birbirimizin gözlerinde birbirimize baksaydık...

Yalnızlığım mı ağır geldi bu aralar, kendime mi yetmez oldum bilmiyorum. Sus pus oturup kalmışım yaşamın kıyısında bir yerlerde, elimde eskilerden kalma bir fotoğraf. Küçük küçük ölümler birikmiş belleğimde, yüreğimde üzeri kapanmamış geçmiş zaman çukurları...Tek başına yaşamalı aslında bu gömü törenlerini, yasını tekbaşına tutmalı, kendi asık suratını aynalarda kendinden bile saklamalı, sakınmalı insan biliyorum. Meğer hayat, dudağının kenarındaki küçücük bir gülümsemeymiş, bir zamanlar görmezden geldiğim ve şimdi ben elimdeki yarısı kesilmiş bir fotoğrafta, bu bir tek gülüşün kaybettiğim sahibini arıyorum.

Şimdilerde bu yarım yamalak kelimelerin arasında kendimi yaralasa da sözlerim, yaşamak değil aslında benimkisi, sadece kendimle savaş; ne yengi var ucunda ne de yenilgi...Ama ben her seferinde daha çok gömmek için geçmişe kendimi, gözlerimi sımsıkı kapıyorum senin olmadığın şimdiye. Nefesimin tükendiği anda yine sen geliyorsun aklıma, haberin olmayan itiraflara dökülüyor dilim, sana dair ne varsa yeniden başlıyorum anlatmaya. Seni düşünüyorum hayatın içinde, sonra seni ve içindeki hayatı. Bir umut ya işte, yakalarım belki diye kollamaya başlıyorum tekrar iğne deliğinden geçen zamanı. Derken, açıyorum gözlerimi yeniden. Açıyorum ve bakıyorum. Çünkü sen hayatsın biliyorum.




*İlk yayın tarihleri: 28/08/08’ ve 07/04/10’
**Görsel:
Flickr.com