Pages

KARDEŞİME...

29.06.2010
Canımın içi;

Gözüne gökyüzü kaçmış senin.
Dokunma!
Bırak orada kalsın.
Sen hep mavi bak hayata.
Ama bulutsuz.
Yağmurlar hep bana yağsın.

Düş gibi olsun tüm zamanların
Ama hep gerçek tarihlerde yerini alsın

Kardeşim
Canım
Çocuğum
Arkadaşım

İyi ki doğdun.
İyi ki varsın.



OKUMADAN GEÇEMEDİKLERİM

26.06.2010
Sevgili Kara Kalem’den Trendy Blog Award adında bir ödül geldi. Kendisine tekrar teşekkür ederek ben de beğenerek okuduğum 10 bloga bu ödülü iletiyorum. Aslında sol sütunda “umur” başlığı altında yer alan her blog benim okumaktan keyif aldığım ve beğendiğim isimlerden oluşmakta. Dolayısıyla bu anlamda seçim yapmak da oldukça zor oldu. Aşağıda -herhangi bir sıralama olmadan- isimlerini göreceğiniz 10 blog bana göre okunmadan geçilmemesi gerekenlerden. Neden derseniz ben de size bloglara girin ve okuyun derim. Sonrasında eminim ki siz de bana hak vereceksiniz.

Ödülün kuralları:

*Blogunuzda ödülle ilgili bir post yayınlamak (size ödülü veren kişiye teşekkür etmek)
*Postunuzda ödüle uygun bulduğunuz 10 blog arkadaşınızı belirlemek
*Postunuzda ödülün logosunu yayınlamak ( trendy treehouse URL linkini vererek)
*Ödülü verdiğiniz 10 blogcuya aynı kurallarda kendi seçecekleri 10 blogcuya haber vermelerini sağlamak

Ve benim ödüllerim:

BENDİM

24.06.2010
Dalgalanmış deniz bendim kendi içimde
Sonra yorgun düşmüş denizlere dönüşen
Ormandım,
Ağaçlarım düş ağaçlarından sıktı.
Tan yeriydim
Göğsüm bağrım payını aldı güneşten
Yanım yörem aydınlığa çıktı.
Gece de bendim
Uzak uzak yıldızları getiren
Su da bendim tarlanızda
Elinizin altında kitaptım
Penceredeydim odanızda
Kurşun geçmez dizeler çiçeği
Özgürlüğüm benim
Canımın saksılarında büyüdü
Ayıplara gömülen çağınızda


ŞÜKRAN KURDAKUL


Görsel: Deviantart

SAHİ SEN NEYİN BEDELİSİN ÇOCUK?

22.06.2010
Sabah gün yine aydın başlamıyor. Kaç zamandır böyle ya, içimizdeki sıkıntı gökyüzüne de yansımış gibi hava da bizimle aynı bugün; arada bir kendini gösteren güneş dışında çoğunlukla bulutlu, çoğunlukla kapalı, çoğunlukla gri...

Yolda dinlediğim radyo programına bağlanan birinin sözleri dikkatimi çekiyor; "eskiden omuzlarda roketatar, ellerde tüfeklerle silahlarla yapılırdı terör, diyor. Şimdi ise omuzlarda kameralar, ellerde kalemlerle yapılıyor." Üzerine Yılmaz Özdil’in Çömelme Açılımı adlı yazısını okuyorum.

“Ankara’da yıllardır yan gelip yatarken, dizlerinin üstüne çökmüş örgütün, yeniden ayağa kalkmasına göz yummanın neticesidir bu... Kahramanlarımıza vatan haini muamelesi yapıp, içeri tıkarken, “güzel şeyler oluyor” deyip, teröriste havai fişek fırlatmanın, şımartmanın neticesidir. Şeref madalyalı subaylarımız kendi kafasına sıkarken, utanmadan sırıtmanın...“Camilerimizi bombalayacaklar, bize suikast yapacaklar” iftirasıyla cahil cüheladan oy toplayıp, elinde roketle gezenleri gizli gizli affetmeye çalışmanın bedelidir. Adamlar harıl harıl memleketin yollarına mayın döşerken, şarkıcılarla türkücülerle şov yapmanın, 4-4-2’yle mi yoksa 3-5-2’yle mi hallederiz bu meseleyi diye, futbolcularla top sektirmenin bedelidir”

Sonrasında Fatih Çekirge’nin birkaç gün önce kaleme aldığı Biz Şimdi Öldük yazısı geliyor aklıma; “Soruyorsun: Nasıl bitecek bu? Neden yine başladı? Böyle bitmiyor işte kardeşim. Sabah uyanıyoruz. Aslında uyanamıyoruz. Çünkü onlar uyanamıyor. İşte 11 vatan evladı daha uyanamadı. Ben nasıl uyanırım, sen nasıl uyanırsın. Biz niye bir türlü uyanamıyoruz...”

Derken bir annenin satırlarına takılıyor gözüm ama en çok da yüreğim. Sui Generis öyle bir dile döküyor ki içindekileri anne olmadığım halde bir anneymişcesine kazınıyor içime kelimeleri;

“Siz diyorsunuz ki ‘Her şey vatan için!’ Eyvallah! Ama benim vatanım oğlum bayanlar, beyler. Benim vatanım da, camim de, havram da, kilisem de oğlum. Tırnağına zarar gelse dünyayı çıkarırım yörüngesinden. Başkalarının çocukları da en az benimki kadar kıymetlidir bilirim. Acılarını yüreğimin en derininde hissederim. Bizden çook uzaklarda yaşayan hüzünlü bir hikayenin acıyla biten sonuna üzülür gibi izleyemem Elmas Abla’yı. Önce vatan diyerek cevaplayamam sorduğu soruları. Büyük soruların cevapları bazen çok basittir aslında. Artık düşününüz! Artık anlayınız! Ve artık yeter! Lütfen cevap veriniz; Sahi neyin bedeli bizim çocuklarımız???”

Ve günlerdir kulağımdan gitmeyen o feryat, aklımdan çıkmayan o soru, yüreğimden gitmeyen o acı çörekleniyor yine içime. Hani soruyor ya Şehit Uzman Çavuş Ömer Kara’nın annesi Elmas Kara oğlunun tabutunun başında; “Sen niye öldün oğlum? Sen neyin bedelisin oğlum? diye. Sahi kim verecek bu sorunun cevabını bu anneye, tüm bu annelere? Sahi sen neyin bedelisin çocuk, dile gelsen sen söyleyebilir misin bize?


Görsel: Deviantart

SAHİBİ OLMAYAN MEKTUP

21.06.2010
Bu mektubu sana yazmadım. Okumaya başladığın bu satırların hiçbiri benim dilimden sen okuyasın diye yazılmadı. Yazılamaz da zaten. Uzun zamandır sessizliğe mahkum edilmiş biri nasıl konuşup yazabilir ki? Sessizlik dememe bakma; korkunun, acının, çaresizliğin, sesini duyuramamanın, görmezden gelinmenin, hayatın tam da orta yerinde en kanayan yanının feryatları var burada aslında. Oraya ulaş/a/masa da ölümün en ağır, en koyu, en acı dili dökülüyor burada yüreklerden. Henüz atılmamış bir kurşun ağırlığında kabullenilmişlik. Ve onca sesin içersinde sessiz bırakılmak bizimkisi...

Bu kelimeleri sana yazmadım. Şu anda okumakta olduğun kelimelerin hiçbiri benim kalemimden senin için yazılmadı. Yazılamaz da zaten. Uzun zamandır ellerim kalem tutmuyor çünkü. Kalem yerine silah veriliyor artık bizlerin eline, akıtacağımız her kan damlasının bir kelimeye eşit olduğu söyleniyor, ne kadar can yakarsak o kadar yaşayacağımız yerleştiriliyor körpecik beyinlerimize. Seçimlerimizle eksiliyoruz kendimizden. Ya içinde tutulup ya dışına çıkarılıyoruz hayatın. Aydınlık içersinde kör bırakılmak bizimkisi...

Bu cümleleri sana yazmadım. Belki de okumaktan çoktan sıkıldığın bu cümleler senin gündelik hayatında yer etsin diye bırakılmadı. Bırakılamaz da zaten. Ben kendi hayatımın peşindeyim çünkü. Ve bugünlerde sokak aralarında, şehrin yıkıntılarında, sarılmayan yaralarda, bir ananın dizinin dibinde, bir babanın canhıraş feryatlarında ölümle saklanbaç oynuyorum sürekli. Ne de olsa gördüğüm onca büyük gerçeğe, acıya rağmen hala küçüğüm, hala çocuk yüreğim. Gözümü açıyorum; önüm, arkam, sağım, solum sobe. Benim başlatmadığım bir ölüm oyununda, bir var olup bir yok olmak benimkisi...

Dedim ya bu mektubu sana yazmadım. Yıkılmış evimin ayakta duran tek bir duvarının arkasında, içimin saklanması burada yazılanlar. Nereye kaçacağını bilememenin satırları, korkunun acıyla karışık, yalnızlıkla sırnaşık halinin dışa vurumu. Kendi kendime teselli sözleri, yeni bir kaçışa dair kendime yaptığım telkinler sadece. O nedenle sen sakın üstüne alınma. Bu satırlar biter bitmez devam et hayatına kaldığın yerden. Zaten benim de gün aydınlanmadan gitmem lazım. Kendime saklanacak yeni bir duvar dibi, dizine sığınacak başka bir anne, elinden tutacak başka bir baba bulmam lazım belki de, üzerine korkusuzca basabileceğim yeni bir toprak hatta; eğer yaşarsam tabi. Şansım yaver giderse, akşam haberlerinde ya da gazetelerde resmime ya da adıma rastlamazsan bil ki bugünü de sağ çıkardım. Ve yaşadığım her gün belki de yaşayacağım günlerin habercisi. Böyle işte; sağlam kalan bir yerinden tutunup da hayata, koca bir kabusun bitmesine dair küçücük bir umut benimkisi...


*Biz büyüklerin savaşlarında canlarından, yaşamlarından, zamanlarından çalınan tüm çocuklara...
**İlk yayın tarihi: 12/01/09
***Görsel:
Deviantart

KENDİM/L/E KONUŞMALAR-IV

18.06.2010
Ne kadar da çok unutmuşum seni, sana dair her şeyi. Ve unuttum sandıkça ne kadar da çok hatırlıyorum aslında farkında bile olmadan...

Kesik kesik atıyor şimdi içimde zaman. Geçmiş içimin duvarlarında kesik kesik kanıyor yine.

Kara kaplı defterden kopup da gelen bir sayfa düşüveriyor önüme. Uzun zaman olmuştu oysa ki senden haber almayalı. Yok saymanın, sayılmanın üzerinden uzun zaman geçmişti. Unutmuştum çoktan. Unutulup kalmıştım bir kenarda. En azından öyle sanmıştım.

Oysa bak; tek bir söz bile yetiverdi kilitli kapıları açmaya. Tek bir cümle yerle bir etti bellekte saklı duranları. Adın, sadece adın bile silip attı sensiz yaşanmış sayılan, öyle kabullenilen tüm zamanları...

Duraksamak. Cesaretsizlik. Korku. Belki hepsi, belki de hiçbiri...

Can acımasından değil. Can acıtmasından hiç değil. Söylenemeyenler dikenli bir tel aramızda bunca zamandır. Aşıp da geçmek mümkün mü? Geçip de yeniden başlamak...

Peki ya takılıp kalmak, ve daha çok kesilmek. Geçmişten çıkıyorum derken daha çok, daha da içine gömülmek. İşte en çok da bu korkutuyor ya beni...

Ne zaman bitecek bu medcezirler, ne zaman sona erecek bu yangın hali...Zaman geçip gidiyor da her seferinde bir çizik daha atıp üzerine, peki ya ben ne zaman geçip gideceğim zamandan, işte bunu bilmiyorum...

Ah baba...
Babam...
Sakladığım kadar saklandığım adam...
Unutmanın en yalancı hali,
Hiç tamamlanmayan yanım,
Söylenmemiş söz,
Kayıp zaman,
Düş eksiği...

Sorma sakın bana nerelerdesin diye. Zorlama beni. Görüyorsun ya geçmişten geldim az önce. Gözlerim yol yorgunu. Yüreğim kırık. Şimdi’de mola vakti...



Görsel: Deviantart

İKİ ADAM VE BİR KADIN

15.06.2010
Güzeldi adam. Pek çok kişinin yerinde olmak istediği kadar yakışıklı, başarılı, iyi huylu...Işıl ışıldı her zaman; gittiği her yere gözlerinden, yüzünden, yüreğinden güzel, iyi, silinmez izler bırakıyordu. Mutluydu kendi kalabalığında, dışındaki kalabalıkla mutlu olmasını biliyordu. Sonra bir gün bir kadını sevdi, hem de hiç farkında olmadan. Sevgi bilmediği bir şekilde girdi hayatına, hiç ummadığı bir anda gelip de ekleniverdi içinin hiç bilmediği yanlarına. Şaşırdı adam, bocaladı, aklıyla yüreği arasında olur olmaz hesaplar yaptı. Ne kendinden emin oldu ne de sevdiği, sevildiği kadından. Güvensizlik kıskançlığı ekledi ardına, hırs saygısızlığı. Sevgi şekil değiştirip bir zehir gibi yayılmaya başladı tüm vücuduna, güzel olan ne varsa sinsi sinsi kemirip de tüketmeye şartlandı. Önce kendini zehirledi adam yaşayamadığı, yaşatamadığı sevgisiyle, sonra da etrefında kim var kim yoksa bir hastalık gibi herkese kötülük bulaştırdı. Güzelliği kayboldu adamın bir anda. Gitgide küçülüp, çirkinleşti. Kendinden uzak, yalnız, tanımsız, sevgisiz kaldı.

Adam çirkindi. Sadece kendini düşünen, bencil, hırslı ve kinci...Kötücül bir yan vardı içinden taşan; gittiği her yere karanlık bir hava, alınan her nefese kötü bir koku gibi bulaşan. Ne kendine değer veriyordu, ne de etrafındakilere. Hayat onun için bir oyundu sadece gücünü her şekilde sınadığı, sınandığı. Kendi kalabalığında yalnızdı adam ama ne farkındaydı bunun ne de olsa bile umurundaydı bu durum. Sonra bir gün bir kadını sevdi. Kendi bile şaştı buna, aklı dağları denizleri aştı, yüreği içine sığmadı taştı. İnkar etti, kötü sözler söyledi önce, sevdiği ama sevilmediği kadına türlü türlü yanlışlar bulaştırdı. Sonra baktı ki kurtulamadı, için için yer etti bu sevgi içinde, duruldu birden adam. Kendi içine döndü gözleri, kendinden önce içindeki kötülükle tanıştı. Çok dolaştı kendinde, yanlışlarını toplayıp, birikmişliklerini boşaltıp, yaralarını sardı. Sevgi şifa oldu içine, önce kendini iyileştirdi sonra da çevresini. Kötülüğü kayboldu adamın bir anda. Gitgide büyüyüp, güzelleşti. Kendine yakın, kalabalık ve sevgili kaldı.

İki adam ve bir kadın vardı bu hikayede. Aynı kadını ayrı ayrı çok seven iki adam...Biri iyiliği kötülüğün karanlığında yitirip de kendini kaybedecek, diğeri kötülüğü iyiliğin aydınlığında yok edip kendini yeniden yaratacak kadar çok hem de...

Bu hikayeye şahit olanlar bir kez daha anladı ki; sevgi her insanda aynı durmuyordu işte. Söylendiği gibi kalmıyor, aynı dilden yazılmıyor, yaşanmıyordu yüreklerde. İçindeki saygıyla, güvenle, hırsla, kıskançlıkla, iyi kötü ne varsa hepsiyle bir yoğrulup durarak ya eksilip eksiltiyor ya da çoğalıp çoğaltıyordu seni başka başka sevgilerde. Ya şekil değiştirip bir hastalık gibi zehrini her yere yayıyor ve çirkinleşiyor, ya da şifa dağıtıyordu umudu yenileyip, ışığını kaybetmişlere...Sevgi adının karşılığını biraz da kendini yaşayan ve yaşatan yüreklerden alıyordu.



*İlk yayın tarihi: 18/06/09
**Görsel:
Deviantart

SAN/MAK

12.06.2010

zamanın hangi boyutunda
takılıp kaldın ki sen;
hayat henüz gelmemişsin gibi
hala gün sayıyorken
aklımın takviminde,
hiç gitmemişsin gibi yüreğim
beşinci mevsimini yaşıyor...


Görsel: Deviantart

HEPİMİZ BİLİRKİŞİYİZ YIKTIRMIYORUZ!

11.06.2010
“Emek Sinemasını Yıktırmıyoruz Platformu” ve “İstanbul Kültür Sanat Varyetesi” herkesi 11 Haziran Cuma günü saat 19 :00'da bir buluşmaya davet ediyor. Bildiriyi herkesle paylaşalım ve Emek için emek verenleri yalnız bırakmayalım.

HEPİMİZ BİLİRKİŞİYİZ, YIKTIRMIYORUZ!

Emek Sineması, İnci Pastanesi ve Yeni Rüya Sineması'nın içinde bulunduğu adada gerçekleştirilmesi planlanan sözde yenileme özde rant projesi, İstanbul 9. İdare Mahkemesi tarafından "uygulanması halinde telafisi güç veya imkansız zararlar doğurabileceği" gerekçesiyle durduruldu. Bundan sonraki aşama bilirkişiler tarafından "mahallinde keşif ve inceleme" yapılmasını gerektiriyor.

Bizler "uygulanması halinde telafisi güç veya imkânsız zararlar doğurabilecek" projeleri mümkün kılan, onaylayan ve uygulamaya koymaya yeltenen kişi ve kurumları bizlere hesap vermeye çağırıyoruz. Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ve Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan ve Yenileme Kurulu üyelerini 11 Haziran Cuma günü saat 19 :00'da Beyoğlu Belediyesi önünde hazır bulunmaya ve bizlerle yüzleşmeye davet ediyoruz.

Yürütmeyi durdurma kararı şüphesiz ki “Emek Bizim, İstanbul Bizim Yıktırmıyoruz” diyerek yürüttüğümüz mücadele için önemli bir kazanım ve layıkıyla kutlanması gerekir. Bu nedenle Beyoğlu Belediyesi önündeki buluşmamızı Emek Sineması'na yürüyerek sürdüreceğiz. Mahkemenin verdiği karar doğrultusunda “mahallinde keşif ve inceleme yapmak" ve yürütmeyi durdurma kararını kutlamak için Yeşilçam Sokak'ta 1. Geleneksel Emek Şenliği’nde buluşuyoruz. Bu vesileyle, benzer rantsal dönüşüm projelerine olumlu bilirkişi raporları vermiş olan Erdem Erbaş, Akın Eryoldaş ve Kutgun Eyüpgiller’i de şenliğimize katılmaya davet ediyoruz.

Bizler, Tarlabaşı’nda, Fener-Balat-Ayvansaray’da, Süleymaniye’de ve Beyoğlu’nda hayatımızda telafisi güç veya imkânsız zararlar doğuran kentsel dönüşüm projelerine karşı mücadele edenler olarak hepimiz bilirkişiyiz. Belediyelerin, Kültür Bakanlığı’nın ve şirketlerin “soylulaştırarak” el koymaya çalıştığı şehrimize, mahallemize, sokağımıza, evlerimize, sinemalarımıza ve hayatımıza sahip çıkıyoruz.

Herkesi 11 Haziran Cuma saat 19:00'da Beyoğlu Belediyesi önündeki buluşmaya ve Yeşilçam Sokak'ta 1.Geleneksel Emek Şenliği'ne katılmaya davet ediyoruz.




HAYAT AYRACI'MA

9.06.2010
Bazı insanlar vardır hayatına nasıl girdiklerini anlamazsın. Sanki hep varmış gibi zamansız, rahat, huzurludur varlıkları ve ilk defaymışcasına da merak, heyecan ve coşkudur yaşamına kattıkları. Her seferinde neyle karşılaşacağını hem içten içe bilerek hem de her güne dair olası güzel ve keyifli süprizlere hazırlıklı olarak atarsın adımlarını...

Bazı insanlar vardır sadece kendileri girmez hayatına. Kendiyle beraber aklını da alır gelir yanında; yetmediğinde seninki, sakınmasız koyar önüne, seninle paylaşır. Yol olur sana, yoldaş olur, önünü aydınlatan ışık olur. Sen gerçeğin karşısında yapayalnız hissederken kendini, o sana en büyük yandaş olur. Bildiklerini sunup anlayabilmene, bilmediklerini fark edip öğrenebilmene yardım eden “hayat ayracın” olur.

Bazı insanlar vardır yüreğini çıkartır koyar avuçlarına karşılıksız. Düşünü paylaşır büyüsün diye, sen kırılıp incindiysen onarsın içini diye sevgisini. Mutluluğunda kahkahanın yarısı, hüznünde gözlerinden akan yaşın diğer damlası olur. Diline söyleyemediğin söz, bakışlarına anlam, kulağına ses, ellerine en yumuşak dokunuş olur. Sen konuşmasan da anlayan olur da seni, sığınırsın sessizliğine uçsuz bucaksız. Seni sana anlatan, seni sana tanıtan en iyi cümle olur.

Bazı insanlar vardır ışığıyla aydınlatır seni. Şansıyla katlar ikiye, varlığıyla çoğaltır. Bir gülüşüyle yerleşir de yüreğine sıcacık, hep orada, hep o haliyle kalır. Başka başka yaşamlar katar sana, kendi gibi, kendin gibi izler taşır her seferinde. Ne çok şey değişiyor hayatımda diye sevinirsin ve şükredersin varlığına. Adı her geçtiğinde aklından ve yüreğinden, iyi ki, dersin içinden, iyi ki varsın.

Böyle insanlar vardır işte, gerçekten vardır ve ne mutlu bana ki ben birine rastladım. Dilerim bir gün sen de rastlarsın.


*Kendi deyimiyle "hayat ayracı"ma...
**Görsel: Deviantart

GÜN/YEDİ

7.06.2010
Sevgili;

Farkındayım; bugünlerde kırık bir kalemle, eksik kalan kelimelerle, ucu açık cümleler yazıyorum sana sürekli. İçimde birikenler kan damlaları gibi düşüyor kağıtlara. Zamansız kalıyor mektuplarım bu yüzden. Sözlerim yetersiz, hislerim tanımsız...

Biliyorsun; ölüm bu aralar kurulan bütün cümlelerin tek öznesi. Göz önünde yaşananlar; görmezden gelemiyoruz artık. Diz boyu; üzerinden atlayıp da devam edemiyoruz yola. Her ses birbirine karışıyor, her yerde kocaman bir uğultu. Suç arıyoruz sürekli, suçlu arıyoruz. Kimi zaman kaderi kılıf yapıyoruz yaşananlara, kimi zamansa hayatı...Taşın altında en çok kimin eli var, diye soruyoruz da birbirimize sürekli, kendi ellerimizi her seferinde görmezden geliyoruz.

Anlayacağın o ki; bugünlerde ellerim çok ağır be sevgili. Çok ağır, çok ağrıyor. Ve bu ağrı aklımı ve yüreğimi zorluyor sürekli. Ama sakın ola aksini düşünmeyesin. Hala bildiğin gibiyim ben. Seni sevmekten asla vazgeçmedim. Her şeye rağmen; tüm bu akıl tutulmalarına ve yürek ağrılarına rağmen iyiye, güzele dair inancımdan, umudumdan asla vazgeçmediğim gibi...


Görsel: Deviantart

BEŞ SATIRLA

4.06.2010

Annelerin ninnilerinden,
spikerin okuduğu habere kadar,
yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
anlamak, sevgilim, o, müthiş bir bahtiyarlık
anlamak gideni ve gelmekte olanı.


NAZIM HİKMET RAN


Görsel: buradan alınmıştır.

ÖLMEK VE ÖLDÜRMEK ÜZERİNE...

3.06.2010
İnsanlar ölsün diye değil, yaşasın diye savaşmak...Böyle bir şeyin mümkün olduğuna inanabilir mi insan gerçekten? Birini öldürmek sadece onun canını almak değildir. Ölümü düşünerek başlarsın öldürmeye. Etrafında teker teker yere düşer bedenler. Hedef şişeleri gibi öylesine öldürülmüşcesine...

Dışarıda o kadar çok insan ölüyor ki inan senin hayatta olman ya da olmaman hiç kimsenin umurunda değil. Sen kimseyi öldürmediğini sanıyorsun değil mi? Tıpkı hala ölmediğini sandığın gibi. Oysa ölümü düşünerek sen de başlamıştın öldürmeye. Savaş atılan ilk kurşunla başlamaz. Savaş önce akla düşer. Cinayet de öyle. Öldürmek üzerine düşünmeye başladığın anda birileri de ölmeye başlar. İstek ve korku aynı güçte yer alır. Ölümü isteyenle ölmekten korkan...Ölenle öldüren aynı kişidir aslen. Sen de herkes gibi kendini kandırıyorsun biliyorsun değil mi? İnsanlar yaşasın diye savaşmak kadar büyük bir yalan yok bu dünyada. Savaş ya vardır ya yoktur. Bir kez çıktı mı artık durduramazsın. Savaşanları öldürmekten alıkoyamazsın. Ne için savaştığının önemi kalmaz bir süre sonra. Niye savaştığını unutacak kadar karışır kafan. Sadece savaşı düşünürsün. Sadece ölmeyi ya da öldürmeyi. Ölmemeyi ya da öldürmemeyi değil. Akıl hep olumsuzu onaylar savaşta. Cesetlerin üzerinden atlarken, evler yanarken, ölüler bile çığlık atarken o mahşerin içinde hayat hakkında düş kurmak mümkün mü?


ŞAHBAZ’IN HARİKULADE YILI 1979
MİNE SÖĞÜT


Görsel: Deviantart

DUVAR

1.06.2010
Pencerem salonlarına açılıyor. Onların yatak odasından da bizim arka odayı çok rahat görmek mümkün. Balkonlarıyla mutfağımız arasındaki mesafe ise neredeyse bir adımlık. Bu kadar dibdibeyiz yani. Ama orada, yani neredeyse içiçe yaşadığımız karşı apartmanın 4. kat dairesinde kimlerin yaşadığını, kaç kişi olduklarını, nereli olup nelerden hoşlandıklarını bilmiyorum. Ve eminim ki onların da bizimle ilgili herhangi bir bilgileri yok.

Sabah işe gelirken yol üzerinde kafamdan geçenler bunlar. Neredeyse boş bulunan her yere, daha hazırları onlara hayat verecek nefesleri içlerine dolduramamış boş boş bekliyorken, büyük bir hızla yeni yeni binalar dikiliyor. Binalar arasında adım atılacak boş bir alan bırakılmıyor, o kadar içiçe ki her şey; sanki bütün sokak hatta cadde tek ve kocaman bir ev ve herkes, hep beraber aynı evin içersinde yaşıyormuş izlenimi uyandırıyor insanda. Aynı evin içersinde yaşayan ama birbirine bir o kadar da uzak, yabancı kişiler...

Hatırlıyorum da kapıların yok sayıldığı, kendi çocuğunu evinde bulamayan bir annenin gideceği ilk adresi bildiği, komşuluktan öte duyguların var olduğu günlerde vardı bir zamanlar. Bu kadar çok, bu kadar içiçe, bu kadar yakın değildi oturduğumuz binalar ama bizler çok, içiçe ve yakındık; dosttuk, komşuyduk, bir şekilde birbirinden haberdar olan insanlardık en azından...Bir maniniz yoksa akşam size geleceğiz’lerden, kapı önünde karşılaşmalarda yüzlerde beliren içten gülümsemelere, evde pişen aşın paylaşımından boş gönderilmeyen tabaklara kadar daha samimiydi her şey. Aynı düşünmüyor olsak bile aynı dili konuşuyor olmanın, insan olmanın hoşgörüsü vardı her birimizde. Sevgi vardı, hiç olmadı saygı vardı mecburiyetten uzak, içten gelen, sadece büyüklere değil her yaştan, her kesimden insana gösterilen.

Şimdi ise daha dün akşamdan kulaklarıma asılı kalmış cevaplayamadığım sorular var aklımda beni rahatsız eden; apartman kapısının anahtarını unutmuş olduğumdan dolayı bir komşunun ziline bastığımda ve bana “kim” olduğum sorulduğunda pek de inanarak söylemediğim “komşunuz” cevabı ve 3 numaralı dairenin yine aynı inanmazlıkla bu cevap karşısında bir süre sessiz kalışı...

Sahi kimdik biz? Kimdik o zamanlar ve kim olduk, neye dönüştük şimdilerde? Ne değişti o günlerden bugüne; aynı binada yaşayan ama birbirinden hiçbir şekilde haberdar olmayan, yanyana geçerken bile şüpheli bakışlarla birbirini süzen insanlar mı oluverdik sadece? Tehlike anında kurtarılacak ilk şeyler arasında bile birbirinin gözünde yeri olmayan kişiler miyiz artık? Aynı sokaklarda aynı adımları atarken, birbiri hakkında sadece dış görüntülerinden yola çıkarak önyargılarda bulunup direk “öteki”leştirdiklerimiz miyiz? Bu yüzden mi bu kadar az, bu kadar uzak ve soğuğuz birbirimize?

Ben dışımızda yükseliyor sanıyordum binalar, üstelik dibdibe, birbirine çoğu zaman rahatsız edecek kadar yakın. Ama asıl duvarlar içimizde yükselttiklerimizmiş aslında gün ve gün. İçimizde ördüğümüz duvarlarmış bizleri her gün biraz daha uzaklaştırıp birbirimizden, aramıza aşılmaz setler koyan. Ve eğer böyle giderse çok değil, kısa bir süre sonra, kendi yaptığımız, yükselttiğimiz incelikten, gerçeklikten, insanlıktan uzak, altı boş duvarların altında kalacağız, kendimizi kendimiz bile kurtaramadan...


*İlk yayın tarihi: 09/06/09
**Görsel:
Deviantart