Pages

AKIL VE YÜREK

26.02.2010
Akıl; parçalı bulut. Güneşli günlere gebe. Yol yorgunu kaç zamandır, mola yerlerinde, fazla beklemiş bir bardak çayın renginde. Öyle çok uzaklara varıp varıp geri geldi ki, şimdilerde kendine hasret, yakınların gölgesinde. Akıl ne geçmişin dizinin dibinde konaklıyor artık, ne de geleceğin rahminde filizleniyor. Hala bugünün belleğinde, derin bir uykunun kollarıyla sarıp sarmalıyor kendini. Sarıyor ve uyandırılmayı bekliyor yürekten gelen bir ezginin gül kokan öpücüğüyle...

Yürek; yediveren, mevsimsiz kalmış, soluk ve sessiz. Bir daha açar mı, açar da kırmızı ya boyar mı, cevapsız. Kelimeler o doğmadan yitip gitmiş, sözler asılı kalmış dikenler arasında ama olsun. Yürek yine de büyümüş, büyümüş de adam olmuş, yetmemiş adam sevmiş. Gidip gidip gelmiş, olmayan yüreklerde yer etmiş. Her durakta bir nefeslik molalar, her yürekte bir parçacık anılar kazımış kendine. Zaman denen avcıdan zamansız anlar kurtarmış. Yürek kanayan yara, aralık bırakılan kapı, göz önünde kendinden saklanan bir sevda habercisi. Olmayan düşlere inat, gerçeklere kuruyor şimdi saatlerini. Verilmeyen zamanları biriktirip kendine, bir aklın izini gözlüyor. Peşinden hiç düşünmeden salıvereceği gülleriyle...


Bir gün;
Aklımın bileceği,
Yüreğimin seveceği,
Dilimin döneceği bir yerde
Olur musun?


*İlk yayın tarihi: 13/08/08
**Görsel:
Deviantart

BİR OYUN, BİR SORU, BİR CEVAP; PROFESYONEL

23.02.2010
Bir adam aniden gelip de bir insanın geçmişini değiştirebilir mi, diye soruyor Teodor, daha oyunun en başında, kendini tanıttıktan hemen sonra. Salondan birkaç kişi hayır diyor, yarı duyulur yarı duyulmaz bir sesle. Teodor gülümseyerek bakıyor salona yani bizlere, bir şey söylemiyor ama hala istediği cevabı bekliyor gibi. Muhtemelen düşünme payı diyebileceğimiz kısa bir sessizliğin ardından benim içimden geçirdiğim evet’im arkalardan gelen bir sesle canlanıp hayat buluyor ve düşüyor sahnenin ortasına, tam da Teodor’un önüne, tam da onun istediği gibi. Bu cevaptan kısa bir süre sonra Luka geliyor sahneye ve oyun gerçek anlamıyla başlamış oluyor.

Biri, iki kitabı yayınlanmış bir edebiyat adamı ve şimdinin yeni genel yayın yönetmeni; Teodor Teya Kray, ya da annesinin gözünde ve sözündeki adıyla sadece Teya. Diğeri ise son 18 yılını bu edebiyat adamını takip ederek, ona farkettirmeden neredeyse onunla birlikte yaşamış olan, yeni emekli edilmiş eski bir polis; Luka Laban. Bu arada Martha’yı; Teodor’un -aralarında gizli bir flört havası sezinlenen- sekreterini ve yazar olmak isteyen ve yayınevini basan sinirli bir kaçığı da kısa rollerine rağmen unutmamak lazım.

Duşan Kovaçevic’in yazdığı Profesyonel’de Başar Sabuncu ve Bilge Emin’in çevirisi Işıl Kasapoğlu’nun yönetimiyle birleşmiş. Bu kara-komedide ironik bir üslupla Yugoslavya’daki bir dönemin siyasal yaşamı, öncesi ve sonrasıyla karakterlerin özel hayatları üzerinden yansıtılıyor. Geçmişten gelen ve beraberinde geçmişi de getiren Luka ile Teya’nın arasında kelimeler zamanın duvarlarına çarparak bir gidip bir geliyor. Geçmişin unutulmuşu, kaybolmuşu, gözden kaçmışı, fark edilmeyeni, söylenmeyeni, birinin yaşayıp, bir diğerinin gözlemlediği haliyle şimdi’de, kah gülerek, kah ağlayarak, kah düşünerek yeniden yaşanıyor, yaşatılıyor.

Yetkin Dikinciler’in Teya ve Bülent Emin Yarar’ın Luka rolünde devleştiği, Gülen Çehreli ve Cenap Oğuz’un bu iki deve başarıyla eşlik ettiği bu keyifli oyunun sonrasında oyuna dair konuşurken ve düşünürken fark ettim ki; ben en çok oyunun en başında sorulan soruya takılmışım. Zaten günlerdir içimde kendi kendime sorduğum soruya; “Biri gelip de bir insanın geçmişini değiştirebilir mi?

Sahi bir insanın kaç geçmişi olabilir ki? Geçmiş derken sonuçta yaşadığımız, gördüğümüz, hissettiğimiz, anladığımız, hatırladığımız kadarından bahsediyoruz eskiye dair. Bizi şimdi’ye eksiltip çoğaltarak getiren yaşanmışlıkları söylüyoruz. Peki ya bir gün tüm bunların diğer tarafından bakmamız istenirse bizden? İstenmekten öte kanıtlarıyla, tüm yaşanmışlığıyla sunulursa önümüze? Bizi sevmediği için terk etti diye bilinen eski bir sevgili asıl bizi sevdiği için bırakıp gitmek zorunda bırakılmışsa misal? Ya da sarhoş bir zamanda itiraf edilip de bir daha hiç hatırlanmayan bir olay günyüzüne çıkartılırsa aniden? Hiç olmadığını bildiğimiz birinin varlığı ekleniverirse şimdimize veya var olanın yerine geçiverirse sonradan karşımıza çıkan o kişi? Eski sözlerimiz, düşüncelerimiz, savunduklarımız şimdiki -tamamen farklı- halimizin önüne dökülüverirse teker teker?

Geçmişimize dair söylediğimiz halde hatırlamadığımız sözlerimizle, bir yerlerde bıraktığımızdan bile haberdar olmadığımız kişisel eşyalarımızla, gözden kaçırıp ta es geçtiklerimizle, yaşadığımızı bile fark etmediğimiz günlerimizle, bizi biz yapan, şimdi’mizde önemli bir yer tutan anlarla karşı karşıya getirilirsek? Bizim bildiğimiz ve dile getirdiğimiz geçmişimize dair, hiç bilmediğimiz ve şu ana kadar dile getirilmemiş bir hatta birden fazla pencere açılırsa önümüze?

Sorular yeni soruları getirken peşisıra, aklıma Halil Cibran’ın cümleleri geliyor birden. “Sakın 'hakikatı buldum' demeyin. Daha ziyade 'bir hakikat buldum' deyin” diyor Halil Cibran, Ermiş adlı kitabının Kendini Tanıma’ya Dair bölümünde. Ve “Sakın 'ruhun yolunu buldum' demeyin. Daha ziyade 'benim yolumda yürürken bir ruhla karşılaştım' deyin. Zira ruh bütün yollarda yürür. Ruh bir çizgi üzerinde yürümez, ne de bir kamış gibi büyür. Ruh kendi kendine açılır, sayısız taçyaprağına sahip bir nilüfer misali.” diye ekliyor hatta sözlerine.

Acaba geçmişimize dair de aynı yorumu uygulayabilir miyiz diye geçiriyorum içimden. Oldu bitti’ye getirmesek, kestirip atmasak, yaşandı bitti saymasak. Sadece kendi penceremizden görülmüş olanlara endekslemesek yaşananları. Geçmişi yaşadım demek yerine mesela ‘bir geçmiş yaşadım’ desek. Kendi geçmişimizde bizim yaşadıklarımız dışında açılan ve açılabilecek diğer pencerelerin de varlığını düşünerek...

Bir adam aniden gelip de bir insanın geçmişini değiştirebilir mi, diye sormuştu Teodor, daha oyunun en başında, kendini tanıttıktan hemen sonra. Salondan birkaç kişi hayır demişti, yarı duyulur yarı duyulmaz bir sesle. Teodor gülümseyerek bakmıştı salona yani bizlere, bir şey söylemeden ama hala istediği cevabı bekliyor gibi. Günler sonra şimdi ne ben o salondayım artık ne de karşımda, sahnede almak istediği cevabı bekleyen Teodor var. Ama bu sefer üzerine hiç düşünmeden ve yüksek sesle verebileceğim bir cevabım, bir evet’im var. En azından kendi adıma...


*14 Şubat’a dair, bugüne kadar aldığım en güzel hediye olan bu oyun için ayrıca çok teşekkürler...

**Görsel: Deviantart

AŞK'A DAİR

19.02.2010

Aşk size işmar ettiğinde izleyin onu,
Yolları çetin ve sarp olsa da.
Ve kanatları sizi sarmaladığında ram olun ona,
Telekleri arasındaki gizli kılıç sizi yaralayacak olsa da.
Ve sizinle konuştuğunda inanın ona,
Şimal rüzgarının bahçeyi tarumar edişi gibi,
Onun sesi rüyalarınızı darmadağın etse de.

Zira aşk, nasıl sizi taçlandırırsa öyle de sizi çarmıha gerecektir.
Nasıl serpilmeniz içinse öyle de budanmanız içindir.
Nasıl yüksekliğinize erişir ve güneşte titreşen en körpe dallarınızı okşarsa,
Öyle de köklerinize inecek ve toprağa sımsıkı tutunurlarken onları sarsacaktır.

Buğday desteleri misali sizi kendine toplar.
Sizi harman eder, üryan kılmak için sizi.
Sizi elekten geçirir, kabuklarınızdan azat etmek için sizi.
Beyazlayıncaya kadar öğütür sizi.
Yumuşayıncaya dek yoğurur sizi.
Ve daha sonra sizi devreder kendi kutsal ateşine
Allah’ın kutsal ziyafetine kutsal ekmek olasınız diye.

Bütün bunları yapacaktır aşk size, kalbinizin esrarını öğrenebilesiniz diye,
Ve bu bilgi sayesinde Hayat’ın kalbinin bir parçası olabilesiniz diye.

Aşk hiç bir şey vermez, kendinden gayrı,
Ve hiç bir şey almaz, kendinden gayrı.
Aşk sahip olmaz, ne de sahip olunabilir.
Zira aşk, kafidir aşka...


HALİL CİBRAN-ERMİŞ

Görsel: Deviantart

DÜŞ

16.02.2010

Uyuduğum, bir düştü. İçine giriverdiğim, ansızın. Sığamadığım. Yüreğimi sığdıramadığım. Zaman şimdiki kadar yakın, hiç gelmemiş kadar uzak. Habersizdi sevmeler o günlerde. Belirsizdi. Gerçek yoksunuydu bilmeler. Ve kendimden bile esirgediğim cümlelerim vardı, anlamları saklı, özneleri gizli...

Uyandığım; göz kör, dil lal, dört duvar sağır. Üstü açık kalmış bir yürek. Uyku sersemi bir zaman ve alıp başını gitmeler...Şimdiler kayıp, geçmiş hiç yok. Söylenmemiş bir yalanın gerçekliği kaldı yüreğimde. Ve bir düşün hiç silinmeyecek izi. Ve ağır, ve soğuk, ve karanlık...

Düş’tün.
Düş’ümdün.
Gerçeğinden uzak
Uzak olduğun kadar benim...
Düştün, kayıp gittin ellerimden
Gerçek oldun
Kırılıverdin...

Şimdilerde
Olmayan gözlerinden bakıyorum da kendime
Düşüyorum uçsuz bucaksız
Senin gibi
Üşüyorum.

Düştüğün yer öyle açık seçik ki
Eğilip te baktığımda
Kendimi görüyorum...


*İlk yayın tarihi: 17/02/09
**Görsel:
Deviantart

ÜÇ

12.02.2010

Kağıt bir mendilmişcesine buruşturup atıveriyor sanki bir çırpıda her şeyi. Hayatı, insanları, aşkı, sevgiyi en önemlisi de kendini. Her günü hiç içine girmeden üstünkörü yaşıyor. Değmeden, değdirmeden yüreğine tek bir kelimeyi bile, geçip gidiyor zamanın içinden. Zaman onun içinden hiç yokmuşcasına geçip gidiyor. Mutlu mu diye merak ediyorum ama sormak gelmiyor içimden. Adımlarımız sessizce birbirine eşlik ediyor sahil yolunda, yavaşca yürüyoruz. Aynı anda aynı şeyi görmüş gibi duruyoruz birden. Kıyıya çekilmiş, yer yer boyaları dökülmüş bir kayık. Kenarında sanki bitmek üzere olan bir kalemle yazılmış gibi silik, büyük harflerle adı yazıyor: HAYAL.

Birden dönüp bana, ‘ne gerek var ki’ diyor. ‘Döndüğün yer yine kara olacaksa hiç bilmediğin bir denize açılmana ne gerek var. Bilmediğin fırtınalara tutulmana, olmadık sağanaklarda ıslanmana, sadece küçük ve geçici birkaç mutluluk için yabancısı olduğun topraklara girmeye, buna yeltenmeye ne gerek var. Hayaller çocuklar içindir, büyükler için değil...’

Söyleyebilecek o kadar çok şey varken konuşmak gelmiyor içimden, çünkü kelimelerimin yüreğine değmeyeceğini, kulaklarından bir ıslıkmışcasına geçip gideceğini biliyorum. Karşılıklı susmaya devam ediyoruz aynı zamanın içinde ve adımlarımız aynı sessizlikte birbirine eşlik etmeye devam ediyor.

Tuhaf diye düşünüyorum kendi kendime kaldığım an, üzerime yapışıp kalmış tüm bu sessizliğin ağırlığında, gerçekten tuhaf. Hayat içimde dalgalı deniz bugünlerde, suskunluğumsa sanki can simidim. Ve ben tüm bu kalabalığın içersinde boğulmadan yüzmeye çalışıyorum...


*DİREN NESİN arkadaşımla bir sohbet sırasında "içinde kayık, kalem ve mendil geçen bir paragraf yazalım" sözünden yola çıkılıp yazılmıştır.
**BİR ve İKİ
***Görsel: Deviantart

İKİ

10.02.2010
Yaşadığı hayalkırıklığının tarifi yok. O da bunu anlamış olmalı ki anlatmak yerine kafasını kaldırmadan sessizce ağlıyor. Gözyaşları damlıyor sürekli önündeki kağıdın üzerine. Kağıtda bir kayık resmi. Gitmek. Deniz. Dönüş. Mavi...Neden çizmiş olabileceğini düşünürken birden başını kaldırıyor ve bana dikiyor gözlerini. Tarifi olmayan bir acıdan bahsetmemi bekliyor benden, sözlerimin acısını geçirmese bile en azından bir mendil gibi gözyaşlarını silmesini istiyor biliyorum. Ama benim sesim çıkmıyor, çıkamıyor işte. Anlamını bilmediğim bir acının üzerine kendimin bile inanmadığı yalan avunmalara sığınamıyorum bir türlü ve kimse de sığınsın istemiyorum. Bilmiyorum doğru kelimeleri. Nasıl söylemeli ki bunu o’na...Nasıl anlatmalı ki üzüldüğümü...Neden sonra ümidi kesmiş olacak ki artık benden, yavaşça kalkıp gidiyor tek bir söz bile etmeden. Ardında koyu, ağır bir acı bırakıyor. Masada bıraktığı kalemi alıp tarih düşüyorum çizdiği resmin hemen yanına. Bütün bir acıyı yükleyip de kağıttan bir kayığa, bu son olsun diye diliyorum içimden...


*BİR
**Görsel:Deviantart

BİR

8.02.2010

Tükürür gibi konuşuyor. Hastalıklı bir vücudun öksürmesi gibi saçılıyor ağzından tüm kelimeler. Ve beyaz bir mendile bulaşan kan lekeleri gibi kulaklarımda büyüdükçe büyüyor. Araya girip yatıştırmaya çalışmak niyetim ama o buna izin vermediği gibi kelimeleriyle can acıtmaya, yakmaya devam ediyor inatla. Öfkesi ucu çoktan bitmiş bir kalem gibi; boş bir sayfaya bastırıp duruyor sürekli. Yazmıyor ama izini bırakıyor batıra batıra. Derken kendi sesinden kendi yorulmuşcasına başladığı gibi aniden susup, ardına bile bakmadan, çekip gidiyor. Geride paramparça kelimeler kalıyor oraya buraya dağılmış. Canı acımış ve can acıtmış kelimeler. Sessizce eğilip, birer birer topluyorum hepsini ve zaman denilen kayığa koyup yolluyorum aklımın derinliklerine...


Görsel: Deviantart

GİTME VAKTİ

4.02.2010
Susuyorsun. Bu seferki ne bir meziyet ne de erdem. Dile dökülmesi gereken o kadar çok kelime var ki şimdi, şu anda. Aklındaki ve yüreğindeki iyiye, güzele dair tüm sözcükler hırpalanmış ama olsun. Yaralarımızı sarabilir, eskilerinin yerini tutmasa da yeni kelimeler bulabiliriz belki. Hem her bitiş yeni bir başlangıç değil midir zaten? En azından denememiz lazım, biliyorsun.

Susuyorsun. Yakışmıyor oysa sana. Sessizlik çok fazla, gereksiz büyüyor etrafında. Huzursuz, tedirgin bir şey sinsice içinde kök salıyor, göremesen de iliklerine kadar hissediyorsun. İsimsiz bir savaş meydanındasın sanki; cephelerin farklı, süngülerin düşük. Her şey olup bitmiş bir anda, dağılmış, her cepheden bozguna uğramışsın, etrafın kırık dökük. Ne yengi var ortada ne de yenilgi. Savaş ganimetleri saçılmış ortalığa, paylaşılmayı bekliyor. Savaşları sevmezsin sen oysa, için kaldırmaz böyle şeyleri. Ama ucundan bir yerlerden tutunabilmek için hayata biraz da mücadele etmek gerek, görüyorsun. Hem senin savaşın bir başkasıyla değil aslında, kendi kendinle, anlamıyor musun? Tek bir sözünle sona erecek tüm bu yangın, bu düğüm çözülebilmek için senden gelecek tek bir sese muhtaç. Özgürlüğüne adım atman, yaşama yeniden sarılman sadece senin kuracağın cümlelere bakıyor. Birazcık umut et, birazcık cesaret göster sadece. Bir savaş tutsağı olmak inan sana hiç yakışmıyor.

Susuyorsun. Oysa görüyorsun sen de, uçurumun kenarında dolaşıyorsun yalın ayak. Aradaki boşluk o kadar sığ ki aslında, düşsen bile boğulmayacaksın, neden korkuyorsun? Bunun bir ilgisi yok zorlama ya da dayatmayla. Elini uzatanlara inat, duvarlar örüyorsun herkesle arana sessizlik tuğlalarınla. Gitgide ulaşılmaz, uzlaşılmaz oluyorsun. Duvarın kırık dökük çerçevelerle dolu oysa. Parçalanmışlıklar üzerine kurulu bir yaşanmışlık, kabullenilmiş bir kararsızlık sonrası ve çoktan can vermiş çocuk yanının üzerinde oynadığın ölümcül oyunlarla kendi resmini çiziyorsun. Her zamanki kaçışlarına sığınmayı seçiyorsun yine. Gözlerine bakmadığın bedenlerle sevişip, bedenlerini bilmediğin gözlere en doğru yalanlarını sunarak belki de binlerce çerçeveyi kırıp parçalıyorsun. Azalıyorsun günden güne. Tek bir iplik parçasıyla bağlı olduğun yaşam avuçlarından kayıp gidiyor. Uzanıp ta tutmuyorsun. Bir konuşsan oysa, bak nasıl kurulacak yaşamla arandaki köprü yine. İplerine çözülmez, kopmaz düğümler atılacak. Yıkılacak tüm duvarlar, kilitli kapılar açılacak sonuna dek. Çerçeveler değişecek, tozu alınacak tüm resimlerin, ve zamanın en güzel anlarına asılacak. Söz veriyorum sana, her şey daha güzel olacak, yoksa artık sözüme güvenmiyor musun?

Hadi silkelen artık, canlan kalk yerinden diyorum sana. Ölüm sessizliği yaşatma artık bana. Son ver tüm bu karmaşaya, yağıp sel ol ki bana sona ersin bu yangın. Tek başıma bırakma beni buralarda, ben sensiz yapamam, biliyorsun. Hadi artık alacaklarını al ve geride bırak tüm kalanları. Odaların, evlerin, sokakların, hayatın üzerine çek vur kapıyı. Yeni odalar, evler, sokaklar, yeni bir hayat bekliyor bizi. Açılacak yeni kapılar var daha, vakit dar, gitmemiz lazım...


*Sevgili gereksiz adam tarafından uzun zaman önce gönderilen bir mimdi bu. Ben bu mime dair “ne anladıysanız onu yazın” seçeneğini kullanıp, kendimi hayattan koruyabilmek için yine kendimi öne sürerek ve birazcık cesaret diyerek bu yazıyı uygun gördüm. Bu kadar geç kaldığım için umarım kusuruma bakmazsın arkadaşım...


Görsel: Deviantart

EVREN YORUMCUSU

3.02.2010

atlayarak çiz dünyayı,
gerçekler söylenmeyen alanlarda kalsın,
yani gerçekleri söyle, sadece onları;

bana sorarsan –ki sormasan da olur-
yüreğindedir yaşamın bütün ipuçları...


ÖZDEMİR İNCE


Görsel: Deviantart


SORU VE CEVAP

2.02.2010

Adam baktı gökyüzü sonsuzluğunda. Alabildiğince uzak, çokça gri, bir parça mavi. Bir kaçışın telaşı vardı sanki, biliyor olmanın ağırlığı biraz, bir şey yap(a)mamanın saklı utancı. Hani uzatsa elini tutacak gibiydi yaşamın kıyısından, tam da yüreğinin ortasına düşüveren bir yağmur damlasıyla silbaştan başlayacak gibi...Uzun uzun baktı adam, sonra eğdi kafasını, bakışlarını kadının suskunluğuna bıraktı.

Kadın sustu avazı çıktığı kadar. Olabildiğince uzun, kaçabildiğince saklı. İçine sığmayan bir hayata sığmaya çalışmaktı yaptığı ve en çok da kendi kendinden saklanmak...Dört yanda söylenemeyenlerin ağırlığı vardı, görmezden gelinenlerin, yok sayılanların günahı. Olmadı, taşıyamadı kadın, düşürdü ellerinden. Yere düşenler bir çocuğun sorusuna takıldı.

Çocuk sordu boyundan büyük. Yüreğinden masum, merakından fazla. Yetinmedi cevap bekledi bir bakıştan, bir susuştan yeni cümleler istedi. Yer edinemedi, yer edemedi hiçbir renk bu coğrafyada. Kendi çocuk, aklı adam kaldı, yüreği kadın...Avuçlarında neye niyet neye kısmet halleri, ellerini her şeye rağmen hayata uzattı.

Hayat aldı soruyu ekledi bir bakışa, susuşu katık etti sonra tüm bunlara. Evirdi çevirdi karıştırdı bir çırpıda. Yepyeni sorular, bakışlar, susuşlar doğurdu içinden. Sil baştan deyip, dağıtıverdi başka başka adamlara, kadınlara, çocuklara...

Bütün cevaplar hayatın içinde kaldı...


*İlk yayın tarihi: 26/02/09

Görsel: Deviantart