Pages

KENDİM/L/E KONUŞMALAR-VI

31.12.2010

aralık kalmasın
eşiğinde durduğun kapı
alman gereken ne varsa al yanına
ve bırak geride,
aklını yoran, yüreğini boğan
omuzlarında fazlalık yapanları...

daha okunacak o kadar çok kitap,
yazılacak o kadar çok öykü,
yürünecek o kadar çok yol var ki
ve geçilecek o kadar çok mevsim...
dilerim düş gibi yaşar ve yaşatırsın
bundan sonraki tüm zamanlarını...

sana, bana, ona
hepimize, herkese
İYİ SENELER!



Görsel: Deviantart

29 ARLK

29.12.2010

O benim! Neye benzediğine, nasıl alındığına dair bir fikrim yok. Üstelik henüz elime geçmiş de değil. Ama bana alındığını biliyorum. Bana alındığı için, bana değer görüldüğü için dile dökmesem bile kendimi şanslı görüp içten içe sevinip, mutlu da oluyorum. Yürekten geldiğini hissediyorum çünkü. Hem kim kendisine ait olduğu söylenen bir şeyi, hiç görmediği halde bile bu kadar benimser ve sahiplenir ki? Bu yüzden o benim ya zaten. Bu yüzden bu kadar eminim kendimden!

Ve aynı zamanda o ben’im. Bana ait olduğu için, o benim bir parçam. Görmedim henüz. Dokunmadım hala. Ama alan yüreği tanıyor olmak, alındığı ana dair ama doğru ama yanlış fikirler sunmak yetiyor bana. Üstelik bende değil de oralarda bir yerde olması -hala sende kalması- hoşuma da gidiyor. Geçip giderken yanından mesela gözüne çarpmasını, aklına ve yüreğini dokunmasını, hem hep varmış hem de hiç yokmuş gibi hayatında sessizce yer etmesini seviyorum. O yüzden ben gibi ya zaten. O yüzden oralarda bir yerde –senin olduğun, yaşadığın yerlerde- benden bir parça gibi. O yüzden o ben’im!

Ve sen sevgili adam! Bilmez misin; günlerin üstüste ağır geldiği, içimdeki mum alevinin rüzgarın şiddetiyle sürekli titrediği bu zamanlarda sen ve kelimelerin, bana iyi gelensin. Tekerleme gibi yaşamaya çalıştığım bu hayatta sen, dilimin döndüğü tek yerdesin. Şaşkınlığımsın bir o kadar; içimin sinmediği, içime sinmeyen bu hayatın bana verdiği en değerli hediyelerden birisin!

O yüzden yollama onu sakın bana. Bırak orada, yanında kalsın. Vakti geldiğinde hayat alsın onu kendi elleriyle. Alsın ve onu bana, beni bana, seni bana getirsin!



ARALIK MEKTUPLARI 10’



Görsel: Deviantart

VALİZDEKİ MEKTUP

27.12.2010
“O gidince geceler uzadı, özlemler çoğaldı, çoğaldı, adını sanını bile anmadığım eski sevgilileri, yıllardır görmekten kaçındığım annemi bile aramama yol açtı. Sonra, ona özlemim, garip bir anışmaya dönüştü. Kokusunu artık alamıyorum evde, koltukta, yatak odasında, banyoda, hiçbir yerde. Ama onunla edindiğim alışkanlıklar kaldı geriye. Otomatiğe bağlanmış gibi, akşam iş dönüşünde yemeğimi yedikten sonra yine iki saatlik uykuya yatıyorum. Her defasında onun beni uyandırdığı saatlerde kalkıyorum, ama hep ağzımda bir acılık, yüreğime çöreklenmiş bir korkuyla. Çoğu zaman gördüğüm düşlerden, karabasanlardan kendimi kurtarmam epey zaman alsa da, yine de alışkanlıkla kalkıyorum. Ertesi gün giyilmesi gereken elbiselerimi hazırlıyor, sonra kendimi dışarıya atıyorum.”

VALİZDEKİ MEKTUP
MENEKŞE TOPRAK

Valizdeki Mektup, kitabın adı. Birbirinden bağımsız 9 öykünün yer aldığı bir ilk kitap. Yazarın adı ise; Menekşe Toprak. Tarih olarak ne zaman aldığımı hatırlamadığım gibi işin kötüsü not da almamışım. Ama hatırladığım; almak istediğim kitaplar için kitapçıya girdiğimde her zaman yaptığım gibi hiç bilmediğim, tanımadığım bir yazardan yana da şansımı denemekti. Önce adıyla dikkatimi çekti Valizdeki Mektup. Sonra da yazarının adıyla. Bir ilk kitap olduğunu da öğrenince almaya karar verdim. İyi ki de vermişim diyorum şimdi ne çok yazarın, özellikle de ilk kitaplarıyla gözden kaçan yazarların varlığını düşünerek...

Sevgili AyŞeGüL ve aysema’nın yollamış olduğu bu mimin kurallarına gelince;
Kitaplığınızın karşına geçin. Gözlerinizi kapatın. Derin bir nefes alın. Elinizi kitapların üzerinde gezdirin ve birini seçin. Şimdi gözlerinizi açın. Bir kitap seçmiş durumdasınız. O kitabı satın aldığınız ya da hediye gelmiş de olabilir, anı hatırlamaya çalışın. İlk kez okuduğunuzda neler düşünmüştünüz, hatırlayın. Şimdi sayfaları şöyle hızlıca bir dolanın ki, kitabın kokusu burnunuza gelsin. Evet, ne güzel bir koku bu! 55. sayfayı bulun. Sayfayı tekrar okuyun. Sayfadan bir paragraf seçin ve mim konusu olarak bunu blogunuza yazın. Daha sonra siz de arkadaşlarınızdan üç tanesine cevaplaması için gönderin.

*Mimlenenler mimi cevaplamak zorundadırlar, mim bozulamaz.
*Mimin bozulması teklif dahi edilemez.
*Mim yalnızca 3 kişiye gönderilebilir.
*Karşılıklı mimlemeler yasaktır.
*Mim, her bir blog için sadece bir kez cevaplanabilir.
*Mim kurallarının ilk 6 maddesi değiştirilemez.

Ve bu güzel mim benden de sevgili Zuihitsu, Ozan Kayra ve kırmızı’ya gitsin...


Görsel: Deviantart

GİT/MEK

24.12.2010

ucu paslı bir makas gibi
kesiverdin tüm sözlerini benden
bakışların yedi kat el,
dokunduğun yer; buz kesiği

oysa bir umuttu
içime iğnelediğin
oysa göktü yüzü/n
niyetin el pençe divan
oysa bir bakışındaydı hayat
yürek deniz; sende durulan
oysa ağaç yeşil, toprak yeşil
ben yeşildim ve sevgili
oysa benim bildiğim gitmeler
böyle değildi...

ucu paslı bir makas gibi
kesiverdin kendini benden
kalışın durgun bir su;
bulanık, kendimi göremediğim
gidişin kayıp bir söz,
yanlış zaman, düş eksiği...



Görsel: Deviantart

PROUST ANKETİ MİMİ

22.12.2010
“Fransız yazar Marcel Proust (1871-1922) 13 yaşındayken bir ‘hatıra defteri’ alıp, içindeki İngilizce soruları cevaplayarak arkadaşı küçük Antoinette Faure'a doğum günü armağanı olarak verir. Benzer bir anketi, 20 yaşındayken de cevaplar. Bu iki anket, o öldükten birkaç yıl sonra yayınlanır, soruların çoğu zaten aynı olduğundan adı ‘Proust Anketi'ne dönüşür ve meşhur olur. Günümüzde de ‘Proust Kişilik Testleri’ olarak pek çok psikoloji danışmanlık merkezlerinde kullanılmaktadır.” şeklindeki kısa açıklamayı okuduktan sonra gelelim sevgili 7.Oda ’dan gelen bu mimi cevaplamaya...

*Sizi en çok üzecek olay:
Sevdiğim birini kaybetmek...

*Nerede yaşamak isterdiniz?
Bir yanı mavi bir yanı yeşile bakan küçük bir sahil kasabası olsun yeter.

*Yaşayabileceğiniz en mutlu an:
Sevdiklerimin en mutlu anlarına şahit olmak ve o anların ortağı olmak elbette. Bir şey daha var ki içten içe dilediğim, o da artık bana kalsın...

*Hangi hataları hoşgörüyle karşılayabilirsin?
Sevgi ve saygı sınırlarını fazla zorlamamış olan ve hata yapıldığının farkına varılıp telafi amaçlı yürekten çaba gösterildiğine inandığım hatalar...

*En sevdiğiniz erkek karakter:
Gregory House, Behzat Ç.

*En sevdiğiniz kadın karakter:
Calamity Jane

*Tarihteki favori kahramanınız:
Mustafa Kemal Atatürk

*Gerçek hayattaki favori kahramanınız:
Annem

*En sevdiğiniz ressam:
Salvador Dali

*En sevdiğiniz müzisyen:
Dönem dönem ruh halime göre isimler değişmekte ama şu aralar Jehan Babur...

*Bir erkekte en çok beğendiğiniz özellik:
Adam olması; lütfen “adam” kelimesinin anlamını ve ağırlığını es geçmeyelim!

*Bir kadında en çok beğendiğiniz özellik:
Kadının da “adam”ı olur muymuş demeyin. Olur!

*En sevdiğiniz erdem:
Saygı duymak...

*Yapmaktan en mutlu olduğunuz iş:
Okumak ve mektup yazmak...
*Kimin yerinde olmak isterdiniz?
Arada bir şikayet ediyor olsam da kendimden, halimden memnunum.

*Arkadaşlarınızda hangi özelliklerin olmasını isterdiniz?
“Bence arkadaşlık sadece arkadaşlıktır. Birini görmek size iyi geliyorsa, onu dinlemekten ona anlatmaktan hoşlanıyorsanız, çirkinliği, aptallığı onu küçümsemenize yol açmıyorsa güzelliği, zekası bir parça olsun sizi kıskandırsa da gurur duymanızı sağlıyorsa, onunla abuk sabuk konular hakkında bile sohbet etmek sizi rahatlatıyorsa onu arama gereği duyuyorsanız, onu düşündüğünüzde yüzünüze rahat, geniş bir gülümseme yayılıyorsa sorun kalmamıştır. O kişi arkadaşınızdır. Onun zeki, aptal, iyi, yetenekli, kötü, zalim, kaba, nazik güzel, çirkin, ünlü olmasının hiçbir önemi yoktur. Arkadaşlık bütün bu niteliklerin üstündedir çünkü. Yeter ki masumiyet kaybolmasın.” demiş ya Ahmet Ümit altını çiziyorum ben de...

*Kendinizde gördüğünüz en temel eksiklik?
Hayır diyememem ve kararsızlığım.

*Hayatınızın en büyük şanssızlığı?
Okul dönemlerimde madden ve manen yaşadığım yetersizlikler, eksikler...

*En sevdiğiniz renk:
Siyah ve mavi...

*En sevdiğiniz çiçek:
Papatya...

*En sevdiğiniz hayvan:
Köpek ve at...

*En sevdiğiniz yazar?
Mine Söğüt, Aslı Erdoğan, Paul Auster, Jose Saramago, daha sayayım mı?

*En sevdiğiniz şair:
Özdemir Asaf, Cemal Süreyya, Can Yücel...

*Tarihte en sevmediğiniz karakter:
Hitler ve benzerleri...

*En çok isteyeceğiniz özellik:
Bedenleri ve ruhları iyileştirebilmek...

*Nasıl ölmek isterdiniz?
Uyurken...

*Hayattaki sloganınız?
Açılamayacak kapı yok. Düzeltilemeyecek yanlış. Söylenemeyecek şarkı yok. Ne ulaşılamaz amaçlar var. Ne kurtarılamaz ruhlar. Tartışılamaz gerçekler yok/OZZY OSBOURNE

*Şu anki ruh haliniz?
Parçalı bulutlu...


Teşekkürler 7.Oda...Ve bu mim de eğer cevaplamak isterlerse sevgili A-H, Ful yaprakları ve AVRAM USTA’ya gider.

*AVRAM USTA’ya özel not: Hayırlı olsun, başladık!
**Görsel:
Deviantart

19 ARALIK'A DAİR...

20.12.2010

Canım Özge’m;


Bugün sen; genç bir adamın eşi, başka bir anne ve babanın kızım diye bağrına bastığı gelini, bir başka ablanın kızkardeşi-görümcesi, iki küçük yumurcağın yengesi olma yolunda ilk adımı attın. Bir ailen varken, bir başka ailen daha oldu artık. Daha da önemlisi kendi aileni kurmaya başladın. Kalabalıklaştın. Çok değil birkaç ay sonra ise başka bir ülkede yeni bir yaşama, yeni hayatına başlayacaksın.

Dilerim her şey gönlünce olur canım benim. Sevginiz, saygınız, mutluluğunuz her daim katlanarak çoğalır. Ama unutma sakın; sen her nerede olursan ol, ne kadar kalabalıklaşırsan kalabalıklaş her zaman için annesinin küçük kızı, ablasının kızkardeşi ve Özhan’ın küçük ablası olarak, Özge’miz olarak kalacaksın. Her zaman bizim, her zaman bizimle olacaksın.


Ablan...

BAZI GÜNLER UYGUN DEĞİLDİR ASLINDA

17.12.2010

Günlerin, demini alamadığı zamanlar vardır.
Güneş doğar, gece karanlık perdesini çekmeyi unutur şehrin üstünden.
Günaydınlar, bir başka güne ertelenir.
İnsanların neşeli sesleri akşama kadar dolduramazlar caddeleri.
Böyle günler, uygun değildir aslında başlamaya,
Ama başlarız.

Günlerin, neredeyse hiç yürümediği zamanlar vardır.
Bir ağustos sıcağının her yeri kaplayıp kurutması gibi durur hayatın akıntısı.
Sadece, bir ağustos böceğinin sesini işitiriz, uzaktan, belli belirsiz.
Devranın döndüğünü unutmamak için, derin nefesler alırız.
Böyle günler, uygun değildir aslında sürdürmeye,
Ama sürdürürüz.

Günlerin, ağırlıkları kaldıramadığı zamanlar vardır.
Sözler dibe vurur; hiçbir maviliğin kaldıramayacağı bir ağırlığa ulaşır.
Sessizlik, seslerin ötesinde bir hayalet gemi olur.
Gider, en gidilmez limanlara demirler.
Böyle günler, uygun değildir aslında konuşmaya,
Ama konuşuruz.

Günlerin, surat asmaktan hoşlandığı zamanlar vardır.
Hüzün düşer yüzümüzden; parçalanır, bin parça, sıkıntıya sığınır parçaları.
İçimizdeki her şey, kendini tene vurmanın bir yolunu arar.
Acıyı tırnaklarımızda bile hissederiz.
Böyle günler, uygun değildir aslında gülümsemeye,
Ama gülümseriz.

Günlerin, pembe kıvılcımlar çıkarttığı zamanlar vardır.
İçimizde startını vermediğimiz baharla yeşerdiğini görür, şaşırırız.
Kalbin doğruları, aklın yanlışlarına galebe çalar.
Bu heyecan, bu akıl almaz körlük bir koşuya sürükler bedenimizi.
Bağrımıza saplanan gerçeklerle uyanırız.
Böyle günler, uygun değildir aslında sevmeye,
Ama severiz.

Günlerin, ince sarsıntılar uydurduğu zamanlar vardır.
Neden olduğunu bilmediğimiz kırgınlıklarla açarız gözlerimizi dünyaya.
Bütün titreşimler bir yerimizi acıtır mutlaka.
Bütün izler bilmediğimiz bir ateş tutuşturur bir köşemizde.
Çaresiz teslim oluruz.
Böyle günler, uygun değildir aslında kırılmaya,
Ama kırılırız.

Günlerin, diğer günlere benzemediği zamanlar vardır.
Elimize aldığımız her şey pörsüyüp söner.
Biriktirdiğimizi sandığımız geçmiş, ufalanıp gider avuçlarımızda.
“sonra”da kaybeder anlamını “önce”nin ardından.
Bir mum ışığından yansıyan gölgeye dönüşürüz.
Böyle günler, uygun değildir aslında yaşamaya,
Ama yaşarız.

Günlerin, sona ermediği zamanlar vardır.
Kelebeğin ateşe yakalandığı gibi yakalanırız.
Hiçbir şey anlamadan...
Akreple yelkovanın bu nedensiz duruşundan hiçbir anlam çıkaramadan...
İpi yeniden bağlayamadan ve çözemeden...
Böyle günler, uygun değildir aslında ölmeye,
Ama ölürüz.



GÖKHAN ÖZCAN



Görsel: Deviantart

GEÇERKEN UĞRAYAN ZAMAN

15.12.2010
Seni görmeden nasıl yaşanır bilmiyorum. Bilmeden yaşayıp gittiğim, es geçtiğim, görmezden geldiğim o kadar çok şey var ki etrafımda sözünü bile etmediğim, ama seni görmeden nasıl yaşanır gerçekten bilmiyorum. Sesini duymadan, dokunmadan yüzüne, ellerini hissetmeden, seninle herhangi bir şey hakkında tek bir kelime bile etmeden...

Geçerken uğramış olsa zaman. Kendi hızından kendi başı dönmüş olsa, bir nefeslik mola istese, gelip oturuverse yanımıza tam da biz en güzel halimize bürünmüşken. Konuşmaya başlasak oradan buradan derken derin, koyu bir sohbetin içinde bulsak kendimizi, hiç bitmese istesek, zaman bile kendinden geçse, kendinin nasıl geçtiğini anlayamadan hem de...Sonra kalkıverse aniden, biz kalsın diye bakarken, o bırakması gereken anılardan, yaşanması gereken bu anlardan, varılması gereken yarınlardan bahsetse, dur diyemesek, durursa eğer yaşamın durup da kalacağı, bir daha atmayacağı yürekleri, kendini gizleyenleri, her adımı izleyenleri, yolunu gözleyenleri düşünüp de susuversek sorgusuz sualsiz. Giderken bir parça bıraksa kendinden, unutmuş gibi yapsa, seslenmeyip ardından unuttuğunu varsaysak biz de. Ve biz hep o en güzel halimizle kalsak, unutulan ama unutmadığımız o anda, zamanda, hayatta, kendimizde, birbirimizde...

Seni görmeden nasıl yaşanır bilmiyorum. Bilmeden yaşıyorum ya bende zaten kaç zamandır kör, sağır, dilsiz. Belleğimde en son bende olduğun zamanların anıları...Kırık dökük bir geçmişin izlerini saklıyorum yüreğimde, bir gölgenin yarım yamalak adımlarını taşıyorum. Yaşıyorum. Senden sonra hayat, ağır aksak, el yordamı...



*İlk yayın tarihi: 12/11/08
**Görsel:
Deviantart

MİNİK ELLER ÜŞÜMESİN, MİNİK AYAKLAR DONMASIN!

13.12.2010


Bugüne kadar Bir Bir Milyonkalem sitesi olarak Yalova/Çınarcık’da minik ellerin tuttuğu kalem, yazdığı defter, “her çocuğun bir masalı olmalı” diyerek Mersin/Yeşilovacık’da bir kütüphane, Adıyaman’da giysi ve oyuncaklardan oluşan yılbaşı hediyeleri ve elimizden geldiğince, yüreğimiz yettiğince daha pek çok şey olmaya çalıştık, hala da çalışıyoruz. Şimdi de minik eller üşümesin, minik ayaklar donmasın diyoruz.

Evet kış geldi, kar yüzünü göstermeye başladı. Ama biliyorum ki ellerine, ayaklarına ulaşsa bile minik yüreklerine değmedi henüz!

Minik eller üşümesin, minik ayaklar donmasın diyerek, yeni yıl öncesi yüreklerinizi o minik yüreklere ekleyerek, Kahramanmaraş EKİNÖZÜ Yatılı İlköğretim Bölge Okulu'nda okuyan 340 öğrenci için birer ayakkabı, eldiven almaya ne dersiniz?

Önceliğimiz ayakkabı... Sonra eldiven....

"Ben armağan yollamak istiyorum." diyen dostlar lütfen birmilyonkalem@gmail.com adresine e-posta yazsınlar ki kardeşlerimizin ayakkabı numaralarını paylaşalım.

Elimiz çabuk tutmalıyız şunun şurasında yeni yıla ne kaldı. Haydi minik eller üşümesin, minik ayaklar donmasın!


1Milyon Kalem (1MK) Ailesi Adına
A. Şebnem SOYSAL & Erkan BAL



KARDEŞİME...

10.12.2010
bugün;
bu yılın ilk karına merhaba dedim.
25 yıl önce de sana...
kar gibi beyaz, tertemiz bir ömürde
kendi renklerinle boyadığın günler dilerim kardeşim
NİCE MUTLU YILLARA!

TÜRKİYE'DEKİ EĞİTİMİN YERİ: SONDAN BİR ÖNCEKİ!

8.12.2010
Belki duymuşsunuzdur; Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) ile Uluslararası Değerlendirme Programı’nın eğitimle ilgili tüm dünyada referans kabul edilen bir çalışması var: PISA testi. Ülkelerin eğitim politikalarını değerlendirmelerine ve eğitim sistemlerindeki eksikliklerini ortaya çıkarıp kendilerini geliştirmelerine yarayan bu çalışma 2000 yılından bu yana her 3 yılda bir yapılıyor ve 15 yaşındaki öğrenciler bu çalışma aracılığıyla okuma, matematik ve bilim kategorisinde değerlendiriliyor. Türkiye bu çalışmaya göre en son 2006 yılında OECD üyesi 30 ülke arasından 29. olabilmişti. Geçtiğimiz gün açıklanan 2009 PISA testi sonuçlarına göre ise görüyoruz ki 3 yılda değişen fazla bir şey olmamış ve ülkemiz “sondan bir önceki” yerini koruyarak 33 ülke arasından 32. sırada yer alma başarısını göstermiş durumda! Bu arada Türkiye’nin 2000’den bu yana son 3 arasında bulunduğunu hatırlatmadan da geçmeyelim.

Kamu sektöründe en az ücret alanların başında olan eğitimcilerimizin, öğretmenlerimizin gününü kutlayalı çok olmadı. Demokratik özgürlükleri var sanarak söz almak isteyen öğrencilerimizin üzerinde kalan cop izleri de daha yeni sayılır. Kopya skandallarımızdan, kendini taraftar sanarak birbirlerini dövüp bıçaklayan insanlardan, okutulmayan kızlarımızdan, ellerine kalem yerine silah tutuşturulan ve namus temizletilen gençlerimizden, sürekli değiştirilen sınav ve eğitim sisteminden ve özünde “eğitim” içeren daha pek çok konudan bahsetmiyorum bile. Peki ülkemizdeki eğitim yeterliliği ile ilgili bu haber sizi şaşırttı mı? Beni hiç şaşırtmadı!



Görsel: Deviantart

TEK KELİMELİK MİM

7.12.2010
*Felsefem: Ozzy Osbourne’un şu şarkı sözleri olabilir mesela; Açılamayacak kapı yok. Düzeltilemeyecek yanlış. Söylenemeyecek şarkı yok. Ne ulaşılamaz amaçlar var. Ne kurtarılamaz ruhlar. Tartışılamaz gerçekler yok.

*Hayat: Bir tekerleme gibi. Dilinin döndüğünce yaşamaya çalıştığın...

*Çocukluk: Hayal meyal hatırladığım daha çok bir fotoğraf karesinden bildiğim kardeşim...

*Güneş: Bugünlerde ne çok hasretim...

*Gözler: Bakıp da gör/e/medikten sonra hepimiz kör değil miyiz?

*Yıldızlar: Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar şarkısını çok sevgili ve saygıdeğer absalom için istiyorum...

*Güzellik: Bana yüreğinden bahsetsene!

*Sevgi: Huzura giden yol, bir yüreğin yaşam hali...

*Aşk: Hemen burada, bak yanıbaşında, avuçlarının arasında, sokakta, belki de her köşe başında, bir çocuğun gözlerinde, bukle bukle saçlarında, yaşama telaşında, o telaşın şaşkınlığında, gökyüzü mavisinde, toprak kokusunda, bir şehrin tam kalbinde, yüreğinin tam da ortasında, gördüğün her yerde, görebileceğin her zamanda...

*Müzik: Sözünü, melodisini bilmesem de kendi kendime mırıldanıp mutlu olduğum notalar...

*Dost: Ne mutlu bana ki var...

*Para: Her şey değil ama yazık ki çok şey! Bir de bu konuda yazılacak bir mimim var ki eyvah eyvah!

*Zaman: Zamanla geçer derler. Evet zaman geçer gider de senden geçmedikten sonra ilaçmış falan bahane bunlar...

*Erkekler: Mümkün müdür erkeklerin kadınlar, kadınların erkekler hakkında söylediklerinin, söyleyeceklerinin bitmesi? Değildir elbet. Her söylenenin ardından bir şeyler mutlaka eksik kalır. O eksiği ben dolduramayacağıma göre ben de konuşmayayım en iyisi...

*Ağlamak: Şimdi sen; içine mi yağıyorsun? İçinden mi? Hangi buluttan nem kaptı yine yüreğin? Hangi zamanın yansıması bunlar?

*Deniz: Mavinin en sevdiğim hallerinden biri. Bir de gök/yüzü var...

*Ayna: Bir elinde cımbız, bir elinde ayna. Peki ya dünya?

*Hayal: Seni hayatta tutan, hayatla tutan en sıkı, en önemli bağın...


Taaa Haziran ayından kalma bu mimimiz de sevgili Sazan’ımdan bana hatıraydı ama artık ayrılık vakti geldi. Sevgili feanor, nehircce ve Onur. Teklif var ısrar yok. Eğer yanıtlamak isterseniz mim sizde...



Görsel: Deviantart

CUMARTESİ MİM'İ

4.12.2010

Şimdi ben size sevgili Cekingen’in bu mimi bana Nisan 2010’da yolladığını söylesem şaşırmazsınız değil mi? Yok yok şaşırmazsınız, maya bu ne yapsa yeridir, diyerek şaşırmamanız lazım. Mimler söz konusu olduğunda bende ne yazık ki zaman kavramı yitip gidiyor. Uzun bir süre hiçbir şey yazmayıp sonra birdenbire -elinin altında yazılmayı bekleyen mimlerin çift haneli rakamlara doğru hızla ilerlediğini görünce mesela- panik bir halde ardarda mim yazısı yazmaya başlıyorum işte. Bu girişten de anlaşılacağı üzere; Aralık ayı yazmam gereken mimler düşünüldüğünde oldukça “mim”li bir aya benzeyecek gibi gözüküyor.

Evet mim ayına sevgili Cekingen’den gelen mimle başlıyorum. Kendisi sanal ortamdan tanıştığımız ve giderek samimi olduğumuz 5 kişiyi sormuş. Evet sormuş sormasına da cevaplamak konusunda sanırım ben aynı başarıyı gösteremeyeceğim. Milliyet Blogla birlikte 2007’den beri bloglar üzerinden yazdıklarını paylaşan, çeşitli blog toplantılarına katılan, hayatında blog aracılığıyla tanıdığı çok değerli insanlara, dost yüreklere sahip olan biri olarak bu soruya 5 kişinin adıyla cevap vermem gerçekten imkansız. Çünkü burada; hem blogspot hem de milliyet blog ortamında, ailece görüştüğüm kişilerin yanısıra sadece kelimelerinden tanıyıp bildiğim ve değer verdiğim ve eğer onlardan bahsetmezsem kendimi gerçekten eksik hissedeceğim isimler de var. O yüzden ben, nasılsa isimlerinizi ve yüreğimdeki yerlerinizi biliyorsunuz’a güvenerek hepinize “iyi ki varsınız” diyorum. Ve sevgili Cekingen’den de bu gecikmiş ve olması gerektiği gibi gerçekleşememiş mim nedeniyle özür diliyorum. Lütfen kusuruma bakmayasın arkadaşım. Zaman aşımına uğramış bu mimi de isteyen herkes alabilir diyerek ortaya bırakıyorum.



Görsel: Deviantart

30 KSM

2.12.2010


Sevgili Ö.;

Beynimin kıvrımlarında bir sürü çengelli iğne asılı bugünlerde. Her birinde bir soru takılı ve her birinin ağzı, cevaplanamayanlar yüzünden açık. Son günlerde kurduğum komplo teorilerinin haddi hesabı yok biliyor musun? Kimi zaman öyle zorluyorum ki sınırlarımı, kendime geldiğimde ben bile şaşırıyorum halime ve aklımı kaçırmaya başladığımı düşünüyorum. Anlatmışımdır belki; seneler önce beni tanımayan bir adamın baktığı ve 35 yaşından sonra pskolojik tedavi göreceğimi söylediği tarot falı geliyor aklıma. Neyse diye rahatlıyorum sonra; tam olarak kafayı yememe 2 senem daha var diye gülümsüyorum.

Yaşlanıyorum galiba artık sevgili Ö.; o her fırsatta hayran olduğunu söylediğin özelliğimi, insanlara gösterdiğim sabır ve toleransı her gün biraz daha kaybediyorum. Her gün biraz daha aksi, asık suratlı, sabırsız ve sinirli oluyorum. Biraz daha sulugöz sonra; Haydarpaşa Garı yanarken de, gencecik bir baba daha doğacak çocuğunu göremeden iki sarhoşun atış talim tahtası olup ölürken de, büyük ikramiye ihtiyacı olan bir aileye çıkmış diye sevinirken de, Urfa'da çocuklar sokak köpeklerini dövüştürürken de tutamıyorum kendimi. Hem Haydarpaşa’ya hem bu yangını da sessiz sedasız seyreden halimize, hem ölene hem ardında kalanlara, hem bir ailenin bugüne dek yaşadıklarına hem bundan sonra yaşayacaklarına, hem çocuklara hem de köpeklere ağlıyorum.

Meraklı da oluyorum sonra, hatta bu konuda gitgide anneme benzemeye başlıyorum galiba. Geç geleceğini bildiğim halde merak ediyorum kardeşimi mesela. Sık sık konuştuğum bir dostun bir süre sesi çıkmayınca ya da yorgun ve yoğun olduğunu bildiğim senden gelecek iki satırı birkaç gün boyunca okuyamayınca rahat etmiyor işte içim. Sürekli aramak, sormak, yazmak istiyorum ama kızıp da bu sabırsız halime tutuyorum kendimi.

Sevgili Ö.; şimdi sana çok uzakmış gibi gelen, benimse bugünmüşcesine aklımda ve yüreğimde saklı tuttuğum günler öncesinin bir İstanbul akşamına dair, keşke konuşsaydın, daha çok anlatsaydın, demiştin ya hani bana, biliyor musun ben zaten çok uzun zamandır sadece sana anlatıyorum.


Sağlıcakla...


KASIM MEKTUPLARI 10’



Görsel: Deviantart

SUS/MAK

30.11.2010
gözlerin;
hiç gidilmemiş bir yol,
dönüşü olur mu bilinmez.

ellerin dikenli tel,
dokundukça kanatıyor

yüreğini soruyorum;
ucu açık bir sessizlik yansıyor
dudaklarından önce.
sonra satır aralarından düşüyor,
bana dair tüm kelimelerin.
toplayıp da yeni cümleler kurmaya
vakit yetmiyor.



Görsel: Deviantart

GERÇEK...

27.11.2010
Her gerçek her zihinde yeni bir gerçekliğe bürünür. Kimse kimsenin hikayesini anlatamaz. Herkes herkesin hikayesini yeniden yazar. Anılar izafi. Tıpkı zaman gibi. Biz nasıl yaşarsak anılarımız da öyle oluşur. Tüm huylarımız bulaşır anılara. Tüm hayallerimiz ve beklentilerimiz. Kinimiz biçimlendirir onları. Öfkemiz kabartır. Kendimize güvensizliğimiz yontar sonra. Kötücül ne varsa bünyemizde, hafızamıza sirayet eder. O yüzden kimse kimsenin gerçek hikayesini anlatamaz. Herkes herkese yeniden, yeniden, yeniden gerçekler yazar. Tek doğru olmadığı gibi tek tarih de yoktur o yüzden. Onun kişisel tarihi bile, belki de, bin tane.

O zaman gerçek ne?

Bir anlık kıvılcım. Olup bittiği anda var olan. Sonrası külliyen hatıra. Hem yaşayan için, hem o yaşama tanık olan için. Tarih hafızadan kağıda geçerken bile tıpkı kulaktan kulağa oyunundaki kelimeler gibi girdaplara kapılır. Hallerden hallere dönüşür. Kaybolur.

Gerçek hep kaybolur.


MADAM ARTHUR BEY VE HAYATINDAKİ HER ŞEY
MİNE SÖĞÜT



Görsel: Deviantart

BİLİNMEYEN

25.11.2010

Başladığım yere geri döndüm az önce. Öznesi olduğun cümleleri doldurup da bavula, hiç gelmemiş bir treni yolcu ettim yüreğimden. Çekildim içimin en kuytu yerine şimdi, yanıbaşımda yalnızlığım, senden sonra kalan sessizliği dinliyorum.


ben içimin solunda oturuyorum
sağ yanım boşlukta...
sen benim sol yanımdasın
adın yoklukta...

soruyorum şimdi sana;
en çok hangi yanda acır canın,
gidende mi, kalanda mı?
hangi tarafta kalır en çok adın,
susanda mı, soranda mı?
peki hangisinde daha çok varsın
yürekte mi, akılda mı?

giden gider.
sen hep geride kalan mısın,
yoksa koca bir yalan mı?

aşk...
adın bende,
izin yüreğimde.
yokluyorum da şimdi aklımın takvimini
senden yana hep devrik zamanlar kalmış belleğimde.
sözlüklerde bile bir karşılığın var oysa
bir tek onun dilinde olamadı.
bir tek onun yüreğinde yok.



*İlk yayın tarihi: 22/12/08
**Görsel:
Deviantart

KUTLU OLSUN!

24.11.2010
"Öğretmenler; yeni nesli Cumhuriyetin fedakâr öğretmen ve eğitimcileri, sizler yetiştireceksiniz, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin beceriniz ve fedakarlığınızın derecesiyle orantılı olacaktır. Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli koruyucular ister. Yeni nesli, bu özellik ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir...Sizin başarınız, Cumhuriyetin başarısı olacaktır."

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK



OECD Bir Bakışta Eğitim 2010 Raporu’ndan Bazı Maddeler;

*OECD ülkelerinde ilköğretimde derslik başına düşen öğrenci sayısı 21.6. Bu rakam Avusturya’da 19.3, Danimarka’da 19.6, Yunanistan’da 16.8, İtalya’da 18.7, Türkiye’de ise 32’dir. Şehirlere göre dağılımda ise; İstanbul’ 46, Ankara’da 36, Bursa’da 38, Adana’da 39, Van’da 45 ve Şanlıurfa’da 53 öğrenci şeklindedir.

*Öğretmen başına düşen öğrenci sayısında OECD ülkeleri ortalaması ilköğretimde 16.4, ortaöğretimde ise 13.7’dir. Türkiye’de ise bu rakam ilköğretimde 22, ortaöğretimde ise 18 olarak belirlenmiştir.

*2002-2003 yılında 35 bin 133 olan okul sayısı köylerde birleştirilmiş sınıf uygulamasının yaygınlaştırılması, yatılı ilköğretim bölge okulu sistemi ve taşımalı eğitim uygulamasının artmasının etkisiyle 2009-2010 yılında 33 bin 310’a gerilemiştir.

*2002 yılından itibaren ilköğretimde okuyan öğrenci sayısı artmış olmasına rağmen, öğretmen, okul ve derslik sayısında bu artışa paralel olarak bir ilerleme görülmemektedir.

*İlköğretim başlangıç maaşından en üst dereceye kadar öğretmen maaşlarının en yüksek olduğu ülke Almanya. Almanya’da en düşük derece öğretmen maaşı yıllık 43 bin 387 dolarken, en düşük öğretmen maaşı veren OECD ülkeleri ise Türkiye ve Macaristan. En düşük derece öğretmen maaşı olarak yıllık 14 bin 63 dolarla Türkiye, 28 bin 687 dolarla OECD ortalamasının bile altında kalmakta. Ayrıca OECD üyesi diğer ülkelerde meslekte deneyim kazanılan yıllar ilerledikçe ödenen maaşlarda da ciddi artışlar görülürken Türkiye’de bu rakamlarda küçük değişiklikler yapılmakta.



HER ŞEYE RAĞMEN GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN!

BİL/MEK

11.11.2010
Adını biliyorsun. Dudağımın ucunda takılı, düştü düşecek avuçlarına. Ama sen söylenmesine ramak kalmış o iki heceye bakma ve kelimelerin sıradanlığına, hali hazırdalığına kanma sakın. Senin asıl adın henüz yaratılmamış bir dilin ağırlığında. Olmakla olmamak arasında, gelmekle gitmek, söylemekle susmak sırasında. Geceyle gündüz gibi, bir üşütüp bir ısıtır gibi, her yarala/n/dığında sil baştan onarır gibi. Senin asıl adın dudağımın değil, yüreğimin iki ucunda. Hayattaki cehennem, ölümdeki cennet gibi. Şimdi sorsan tekrar bana, kaybetmişken bende kendini. Açıp da göstersem sana bir bir yüreğimdekileri, dile döküp de tekrar söylememe gerek var mı?

İçini biliyorsun. Denizin dalgalı bugünlerde, soğuk, maviden ırak. Bir ıslık gibi çalıyor kulaklarında geçmişin. Yüreğin yorgun, yüreğin belki de en çok kendine t/uzak. Başının üzerinde dönüp duran kuşlar fırtına habercisi. Her şeye rağmen gözümü karartıp da salsam kayığımı enginlerine. Bulaşmış olsam bir kenarından, kaybolup gitsem o ucu bucağı gözükmeyen sessizliğinde. Karanlığında eğilmesem, korkmasam, yenilmesem. Bekleyip de zamanını denk gelsem durgun sularına. İlk defa ayak basılmış gibi darmadağın topraklarına, kıyılarına çıkıversem. Destursuz dalıp da içeriye, yüreğine girmeme izin var mı?

Hayatı biliyorsun. Kimilerine göre bir oyun; rolleri, kuralları, özneleri, cümleleri değişen. Kimilerine göreyse gerçeğin en düşsüz hali. Bir gün var bir gün yok, bazen simsiyah, bazen renkli. Hep bir saklama, saklanma şekli. Ama ben olduğum gibi gelsem, geçiversem karşına. Ne oyun, ne gerçek, ne masal, ne düş vadetmesem. Sadece ben olsam, sadece seni istesem. En azından bu sefer denemeni beklesem. Bırak aşk boyunu aşsın desem uzatıp da elimi. Aynı denizde benimle birlikte yüzmeye cesaretin var mı?



Görsel: Deviantart

10 KASIM 1938

10.11.2010



Görsel: Buradan alınmıştır.

HAYALET DÜNYA

8.11.2010
“Terkedilmiş ve unutulmuş bir dünya burası. Yapmadığın, söylemediğin, aklına bile getirmediğin şeyler buraya düşüyor ve kalıyor burada. Burası hayalet dünya...”

Kulaklarınla duysan inanmayacağın sözlerden konuş bana. Duyup da inanmadıklarından ya da duymazdan geldiklerinden. İstediğin halde hiç kullanmadığın kelimelerden anlat. Dilinin dönmediklerinden mesela...Ben sessiz kalayım.

Kırk yıl düşünsen aklına gelmeyecek yerlerden bahset bana. Aslında aklında olup da ihtimal vermediklerinden. Başıma gelmez, bana uğramaz dediklerinden. Görmezden geldiklerinden ya da görüp te değer vermediklerinden...Ben düşünmeden durayım.

Gözünle görmezsen inanmayacağın yerlerden bak bana. Olanı değil olmayanı gör. Görmediğini oldur. Köşebaşında bekliyor aşk. Bak eli kulağında...Ben gözüne çarpayım...

Aklının almadığı yerlerden sor bana. Akıl işi değil ki bu! Cevapsız kalayım. Beni olduğum gibi bil. Bildiğinden öte olayım. O incecik sınırdayım şimdi. Yüreğine dayandım. Bırak kendini bana. Aklında sadece ben kalayım. Yüreğinde ben olayım. Her aşk bir diğerinin kopyası oldu artık. Sen kağıdı kalemi bırak. Ben bu sayfada en temiz kalanım.

Burası hayalet dünya. Hadi gel biz gerçek yapalım!



*İsim ve koyu yazılan bölüm HAYALET DÜNYA adlı filmden alıntıdır.
**İlk yayın tarihi: 15/11/08
***Görsel:
Deviantart

FUAR GÜNLÜĞÜ

5.11.2010

*Aslına bakarsınız niyetim cumartesi günü gitmekti; ne de olsa takip ettiğim pek çok yazar en başta da Mine Söğüt, 6 Kasım’da orada olacaktı. Ama plandışı gelişen bazı olaylar ve en çok da Ordu’dan fuara görevli olarak gelen ve fuar dışında görüşme şansımın olmadığı bir arkadaşımın varlığı hepsinden ağır bastı ve ani bir kararla Tüyap Kitap Fuarı’na dün gittim.

*Yine aslına bakarsanız niyetim Taksim AKM önünden 13:30’da kalkan servise binmekti. Ama o saatte bile kabus gibi üzerimize çöken İstanbul trafiği nedeniyle ancak 14:30 servisine yetişebildim ve fuara vardığımda da saat 16:00’ya geliyordu. Yani kısaca diyeceğim o ki; İstanbul trafik anlamında gerçekten bitmiş!

*Gördüğüm servis kuyruğunun tahminimde beni yanıltmaması ve haftaiçi erken bir saat olmasına rağmen fuarın oldukça renkli ve kalabalık olması gerçekten sevindiriciydi.

*Öğretmenleriyle birlikte gelen, fuara ayrı bir ses ve renk katan ve bazılarının gözlerini kitaptan çok yiyecek ve içeceklerde yakaladığım öğrenci toplulukları ise özellikle görülmeye değerdi.

*Fuara gidiş amaçlarımdan birinin de Ordu’dan gelen bir arkadaşımı görmek olduğunu söylemiştim. Bununla birlikte, bir yayınevinde çalışan üniversite arkadaşımla ve başka bir firmada görevli olan lise arkadaşımla karşılaşmak da günün bonusu oldu.

*Gerçekten çok zor da olsa; kız kardeşimin 10gün kadar önce geçmiş doğumgünü hediyesi olarak verdiği birkaç aylık kitap stoğu, henüz okunmamış kitaplarımın hatrı ve biraz da mecburiyetten satın almak yerine bu sefer sadece hediye kitaplarla yetinmek durumunda kaldım.

*Zaten bildiğimiz yayınevlerinden ve etkinliklerinden bahsetmeyeceğim ama arkadaşımın görev yaptığı Ordu İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Standı’ndan özellikle bahsetmek istiyorum. Çünkü Ordu’lu yazarların ve kitaplarının tanıtıldığı bu standla Ordu, fuarda bu şekilde temsil edilen tek ildi ve bu yüzden de benim orada olduğum süre içersinde bile oldukça ilgi çekti. Bizzat şahit olduklarım dışında görevli arkadaşımdan dinlediğim; bir okuyucunun 1972 tarihli, başka bir basımı olmadığı için hiçbir yerde bulamadığı bir kitabı yalvar yakar şeklinde kimliğini bırakarak alıp fotokopi çektirmesi, bir başka okuyucunun ise seneler önce kaybettiği şair olan teyzesinin oğlunu, eski bir şiir dergisinin kapağında görünce hüzünlenerek anlattığı anıları en çok aklımda yer eden hikayelerdi.

*Dönüş vakti yine trafik yüzünden oldukça çetrefilli geçti. Ama gün boyunca kitaplarla içiçe olmak, kitap seven insanlarla birarada olmak, dost yüzlerle görüşmek hepsine, her şeye değdi. Ve dün bunu bir kez daha anladım ki; benim gözümde kitaba değer vermek bir anlamda insana değer vermekti.


ADAM!

2.11.2010
Ah sen!
Gözlerinin göğünde yeryüzünün en dibine düştüğüm adam!

Bu taşıdığın nasıl bir sevdadır ki; ellerindeki kanları siliveriyor bir dokunuşta. Var oluyorsun! Bu kendine duyduğun nasıl bir nefrettir ki; ölmek için öldürüyorsun her vuruşunda. Yok ediyorsun!

Hadi durma şimdi; bana cennetinden bahset! Ölümün içine işlediği adımlarınla geçir beni karanlığından. Yalanlarını sunarak akıt hayatı. Zorla! Kim kendinden kaçabilir ki zaten, sakın korkma!

Sonra cehennemini anlat bana. Bir sevdayla bağlandığın hayatın kıyısından bak gözlerime. Yüreğinin aydınlığını saç. Saç ki gerçek dile gelsin. Ve her kelimen düğümlesin zamanı. Her kelimen temize çeksin tüm yaşananları. İtiraf et, sakın susma!

Ah adam!
Ne cennet, ne cehennem, ne aydınlık, ne karanlık, ne başka yer, ne başka zaman! Sen bana sadece kendini vadet. Vadet ki inanayım. Gözlerindeki aşka! Gözlerinin aşkına!



Görsel: Deviantart

AŞKIVEDA

30.10.2010

Ellerin bir elmayı ikiye bölüyor, elmas
bir bıçak yerine. bölüşüyoruz kuşları
kardeşçe kardelenlerle birlikte
yaz gelir, diyorum. kirinden arıtılmış bir sesle

Sen yükünü doldurup küfene, gidiyorsun
peşinde sokak köpekleri, ağır aksak.

Sert, kokulu, sulu elmalar ayarında bu sevgi
görüyorsun, diyorum. gün yalpıyor alnında
durmadan yürüyorsun, dalgalar siliyor izini kumlardan
yüzünde eksik mevsimlerden kalma bir yaprak.

Aşk, diyorum; iğne atsan yere düşmemektir,
oksijeni bol bir hava solumaktır ya da.
diyorsun ki elveda,
birden akşam oluyor sularda.



OSMAN NAMDAR



Görsel: Deviantart

KÖRLÜK

28.10.2010

Korku insanı kör eder, dedi koyu renk gözlüklü genç kız. Haklısınız, gözlerimiz görmemeye başlamazdan önce bizler zaten kör olmuştuk, korku bizi kör etmişti. Aynı korku yüzünden körlüğümüz sürüp gidecek. Konuşan kim, dedi doktor. Bir kör, diye yanıt verdi ses. Sıradan bir kör, buradakiler gibi. Bunun üzerine gözü siyah bantlı yaşlı adam sordu; körlüğün tam olarak var olabilmesi için kaç kişinin kör olması gerekir? Bu soruya kimse yanıt veremedi.


KÖRLÜK
JOSE SARAMAGO


Görsel: Deviantart

MEKTUP

27.10.2010

Bir zamanlar...

El bebek gül bebektim. Bazı günler külkedisi, bazı günler pamuk prensestim. Herkesten en güzeldim ben senin gözünde. Seninleydim.

Sense benim tek kahramanım. Prensimdin. Ne dersen oydu benim için. Yerle gök yer değiştirecekse bile öyleydi. Sen ne dediysen öyle bilirdim. Benimleydin.

Sonradan...

Büyümekle başladı her şey. Büyüdüm masalların rengi değişti önce. Sonra oyunlarımın şekli. Pamuk prenses yedi cücelerle kalmayı seçti. Sinderella kendi prensiyle evlendi. Masalların kullanım süresi doldu. Sen kahramanlıktan vazgeçtin.

Yaşımdan büyük oldu yüreğim çoğu zaman. Ve bir o kadar da kırılgan. Cevapsız sorularıma yenileri eklendi. Çocuk aklım ermese de pek çok gidişe, ses etmedi. Vedalar hep ağır gelmez mi yüreklere? Bir tanesi yetmişti zaten. Peki sen kalkıp nereye gittin?

Bilseydim gideceğini, inat eder, büyümezdim.

Şimdilerde...

Geçmişin dikişleri atıyor birer birer . Her kopan iple beraber yara biraz daha açılıyor. Biraz daha kanıyor.

Ne eski masallar kalmış artık. Ne de eskisi gibi masal dinleyen çocuklar. Kimse bana kendimi prenses gibi hissettirmedi şimdiye kadar. Masallara kanmayı özledim ben oysa. Yalan da olsa külkedisi olmayı. İçinde küçücük kaldığım oyunlar oynamayı. Ama büyüdükçe yalnızlıklarımız daha çok artıyormuş artık biliyorum.

Düşünüyorum da şimdi kimsenin git demediği ama kalmayı da istemediği bir vazgeçiş oldu bizimkisi. Et tırnağın çok battığını düşündü, tırnak etin kendini çok sıktığını. Hangi istasyonda ayrıldık birbirimizden, hangi arada edildi veda? Sallandı mı bir el arkamdan, bilemedim. Ama etle tırnak birbirinden ayrıldı. Bizim masalımızın sonu kötü bitti.

Geçen onca senenin ardından dışımda oldukça kalın bir kabuk biriktirdim. Ama içim hep aynı kaldı. Sen unuttun mu bilmiyorum. Ben unutmuş gibi yapıyorum sadece ve geçen her güne bir çentik daha atıyorum. Sensiz geçen bir seneyi daha atlattım mesela. En büyük yalanımı söylüyorum kendime. Seviniyorum.

Belki bir gün...

Gelirsin. Prenses değil, külkedisi hiç değil ama babasının kızı olurum ben de. Babası olan bir kız. Ne dersin?

Son...

Bu geç kalmış bir babalar günü yazısı değildir. Bir babaya dair geç kalmış her günün yazısıdır.



*İlk yayın tarihi: 10/09/08
**Görsel:
Deviantart

SÖYLE/MEK

25.10.2010
sanıyordun ki,
her kelimenin
sadece iki sahibi vardır;
bir söyleyen, bir de söylenen.

sanıyordun ki,
bir zamanlar
sadece sana söylenmişti,
yürekten söylenmişti,
senin için söylenmişti,
sizindi yazılanlar.

şimdi ise artık biliyorsun.
kelimeler sahiplerine benzemez asla
sadıktır onlar...



Görsel: Deviantart

NEFRET Mİ DEDİNİZ YOOOK CANIIIM!

22.10.2010

-Kilitte dönen anahtar sesiyle mutfak kapısından kafamı uzatıyorum. Yorgun ve bir o kadar da sıkkın bir ifadeyle içeriye giriyor. Bana yemekte eşlik edebileceğini düşünerek davet etmek için kapı önünde bekliyorum yüzümde güleç bir ifadeyle. Derken çantasını yerden alıyor, selam vermek, yüzüme bakmak ve benzeri bir eylem yapmadan, sanki orada yokmuşum gibi yanımdan geçip odasına giriyor, kapısını kapatıyor ve bir daha çıkmıyor. 6.His filmindeki ya da Ghostwhisperer dizisindeki gibi öldüm ve ruhum etrafta dolanıyor da benim mi bundan haberim yok acaba, diye kendimi çimdikliyorum bir an. Canım yanıyor...

-Kilitte dönen anahtar sesiyle odamın kapısından kafamı uzatıyorum. Telaş içinde kendi odasının kapısını kilitlemeye çalışıyor. Günaydın, diyorum, hayırdır? Geç kaldım, diyor aynı telaşla. Peki kapını niye kilitliyorsun, diye soruyorum sabah şaşkınlığında. Bir an yüzüme kararsız bir ifadeyle bakakalıp, “Allah korusun hırsız falan girer, bilgisayarım var ya odada” diye cevap veriyor. Sokak kapısından rahatlıkla girebilen bir hırsızın ev içersinde giremeyeceği bir alan olabilir mi acaba ve eğer bu hırsız ben olsaydım kapıyı açmak için en etkili ve kısa yol olarak hangisini kullanabilirdim, diye düşünürken buluyorum kendimi bir an. Aklım almıyor...

-Kilitte dönen anahtar sesiyle salon kapısından kafamı uzatıyorum. Elindeki poşetlerle hızla mutfağa giriyor ve aldıklarını alelacele buzdolabına yerleştirmeye başlıyor. Neden sonra nasıl olduysa varlığımın farkına varıp (yaşasın ben bir hayalet değilmişim oh bee) buzdolabı başta olmak üzere mutfakta varolan bütün dolapların içersinde, kendince yaptığı “bu raf benim, bu raf da sana ait olsun, böylece yiyeceklerimiz karışmaz” içerikli söylemini dinliyorum hayretle. Mutfaktan çıkıp gittikten sonra bir onun dolmuş ve taşmış rafına, bir de kendimin 2-3 parçadan oluşmuş rafına bakarken buluyorum kendimi. Şeytan dürtüyor...

-Kilitte dönen anahtar sesiyle evin içinde herhangi bir kapıdan (elbette ki onun oda kapısı dışında, hala en uygun yolu bulmuş değilim) kafamı uzatıyorum. Selam veriyor (eyvah kesin bir şey var bunun altında) ve birkaç gün önce mutfakta yıkadığım bulaşıklardan konu açıyor. Onun bıraktıklarını yıkamama gerek olmadığı (neyse ki bu sefer en azından yıkamış bulunduğum için teşekkür etti) herkesin kendi bulaşığını yıkaması gerektiği ve benzeri konularda birşeyler söylemeye başlıyor. Ve bunu kanıtlamak istercesine kendine ait yıkadığı tabak çanaklarla lavabonun içinde yıkanmamış, tek başına, boynu bükük kalmış bana ait bir kupayı işaret ediyor. Bir kupaya bir ona bakıyorum. Yaşadığım saçmalıklar toplu halde gözümün önüne geliyor, zaman kavramını yitirdiğimi, kendimi kaybettiğimi sanıyorum. Midem bulanıyor...

-Kilitte dönen anahtar sesiyle bu sefer kafasını odasının kapısından uzatan o. Aslında yüzünde bana tam neden bu saatte bu kadar ses yaptığıma dair soru soracakken, elimdeki valizi görüp sorunun mecburiyetten nereye gittiğim şekline dönüşmesinin şaşkınlığı ve sıkıntısı var. Ben bu evde yaşayamıyorum, diyorum anlamasını umarak. Mahalle bakkalıyla uzun uzun sohbet edebiliyorum, her gün bindiğim otobüsün şoförüne başımdan geçen komik yolculuk maceralarını anlatabiliyorum, üst kat komşumuzun sırf ben gireyim diye aralık bıraktığı kapısından girebiliyorum, karşı apartmanda oturan ufaklıklarla elimdeki tek bir elmayı paylaşabiliyorum ama kendi evim olduğu söylenen bu evde yaşayamıyorum. Kalan eşyalarımı sonra alırım, diyorum ve çıkıyorum. Sanırım yaptığım en doğru hareketlerden biri oluyor bu. Üzerimden büyük bir yük kalkıyor...


*Öğrencilik dönemime ait ev arkadaşı modellerinden biri...
**İlk yayın tarihi: 13/09/08
***Görsel:
Deviantart

HER GÜN YAŞAMAK

21.10.2010

Işıklı günlerinde düşün,
Memleketini, dostlarını, sevgilini,
Onlarla kal, dinlen
Bırak kendinden birşeyler,
Bir mağlup akşamın mahzunluğu
Silinsin gözlerinden.

Bir kavga sonunu unut.
Sen maceralar peşinde değil,
Umutsuz bir yolculukta değilsin.

Yaşamak sadece sevmektir, inan bana.
Sevmeyenler dünyamızda yaşamıyor.
Yaşamak suda, toprakta, insanlarda görünerek;
Bir zeytin ağacı gibi...
Bir zeytin ağacı gibi, ne güzel,
Denize yakın olacaksın,
Uzayan dallarında, yapraklarında ışık
Ta derinlerde köklerin.
Bir zeytin ağacı gibi, bin yıl severek
Yaşamak her gün.



ARİF DAMAR



Görsel: Deviantart

KENDİM/L/E KONUŞMALAR-V

19.10.2010

şimdi sen;
içine mi yağıyorsun?
içinden mi?
hangi buluttan nem kaptı yine yüreğin?
hangi zamanın yansıması bunlar?



Görsel: Deviantart

YERALTINDAN GELEN MEKTUP

15.10.2010
Sevgili Ö.,


Birkaç gündür aynı rüyayı görüyorum biliyor musun? Benim gibi rüyalarını hatırlamakta güçlük çeken, neredeyse düş görmediğine inanacak olan birinin rüyalarında aynı iki adam var son birkaç gündür. Yüzleri yok; yüzlerinin yerinde sadece bir karanlık...Sesleri yok; seslerinin yerinde büyük harflerden oluşan koca bir çığlık...İsimleri, isimleri var evet ama benim, senin, hepimizin çoktan unuttuğu, yok saydığı, hatırlamadığı, üzerine kim bilir daha ne çok şeyin konuşulduğu, konuşulacağı birkaç kelime sadece...Ve ben sürekli bu isimleri fısıldar buluyorum kendimi. Takılmış plak gibi aynı isimler dönüp dolaşıyor dilimde. Sonra bir kuşun kanat sesleri bölüyor uykumu ve hemen ardından uyanıyorum.

Birkaç gündür sürekli aynı şeyi düşünüyorum biliyor musun? Anka Kuşu’nu; Şili’nin 33 insanını yerin en dibinden tekrar günyüzüne çıkardığı kapsülün adı Zümrüdü Anka’yı...Hani şu ölümsüzlüğü simgeleyen, öleceği zaman kendi kendini yakan ve küllerinden yeniden doğan, tüm zamanların bilgisine sahip olduğuna inanılan efsanevi kuşu...Belki de diyorum, bir yanımızla masallara, efsanelere inanmayı sürdürebilseydik her şey çok daha başka, çok daha güzel, çok daha kolay olurdu.

Ama biz masalları da bıraktık ardımızda sevgili dostum, efsaneleri de. Biz birbirimize inanmayı bile çoktan bıraktık gerilerde. Şimdi herkes kendi aklında, kendi yüreğinde sadece, kendi derdinde. Baksana Anka Kuşu’yla yaşamlarına yeniden kavuşan 33 madenci için tüm dünya gibi bizler de haklı olarak sevinirken Gülüzar Kartal’la Hayriye Düzcük’ün yüreklerindeki acıyı çoktan unuttuk. Biz bu iki gözü yaşlı, yüreği yaralı kadının kocalarını; Dursun Kartal’la Engin Düzcük’ü yerin tam 700 metre altında unuttuk Ne yaşatmayı becerebildik onları ne de ölülerine sahip çıkıp saygı duyabilmeyi...Biz insanlığı unuttuk sevgili dostum, insan olabilmeyi, insan kalabilmeyi. Sol yanımızın farkında olmayı ve her şeye rağmen sol yanımızın farkıyla yaşamayı unuttuk. Şimdi bana “unutmak” diye bir şey olmadığını hatırlatacaksın biliyorum. Haklısın. Ama biz bunun olmadığını da unuttuk!

Birkaç gündür aynı rüyayı görüyorum biliyor musun? Benim gibi rüyalarını hatırlamakta güçlük çeken, neredeyse düş görmediğine inanacak olan birinin rüyalarında aynı iki adam var son birkaç gündür. Yüzleri yok, sesleri de öyle. İsimleri ise bir mıh gibi kazılı kalmış belleğimde. Görmediğim gözlerinin ağırlığı üzerimde, tam karşılarında oturuyorum mekansız ve zamansız. Oturuyorum ve onlarla birlikte aynı çocukluğumuzda olduğu gibi yeniden bir masala inanmayı dileyerek Anka Kuşu’nu bekliyorum.



*17 Mayıs’ta Zonguldak’ta yaşanan grizu patlamasında 30 maden işçimiz, 30 insanımız göçük altında kaldı. 3 gün sonra 28’inin cesedi ailelerine teslim edildi. Dursun Kartal ve Engin Düzcük’ün cesedi ise 5 aydır göçük altında. Cesetlerin göçükten çıkartılabilmesi için 18 Ekim’de ihale yapılacak ve bu ihalenin ardından çalışmalara başlanacak.

**Görsel:
Buradan alınmıştır.

ŞİLİ'DE MADENCİ OLMAK!

13.10.2010
Günün yoğunluğu arasında elimden geldiğince haberleri takip etmeye çalışıyorum. En çok da yüzümde kocaman bir tebessüm ve mutlulukla Şilili madencilerin kurtarılış haberlerini...

“Tam 69 gündür yerin 622 metre altında mahsur kalan Şili’li 33 madenci birer birer özgürlüğüne kavuşuyor. “Anka Kuşu” adı verilen ve özel olarak yapılan bir kapsülle şu ana kadar 7 kişinin çıkarıldığı kurtarma çalışmaları tahmini olarak 36 saat sürecek. Madencileri Devlet Başkanı Pinera ve Madencilik Bakanı Golborne’un yanısıra madencilerin yakınları ve 2 binden fazla gazeteci karşılıyor.”

Kendi madencilerimiz geliyor sonra aklıma. Daha birkaç ay önce kaybettiğimiz canlar...O günlere dair yaşananları, yazılanları, söylenenleri okuyorum da yüzüm düşüyor bir anda, tebessümüm donup kalıyor. Ne mutlu Şilili madencilere, diye geçiriyorum sonra içimden. Ne mutlu onlara ki kaderlerinde bizim madencilerimiz gibi ÖLÜM yokmuş!

***

Başbakanımız; “Grizu patlamaları maden ocaklarının tabii bir parçasıdır. Bunları yüzde yüz önlemek mümkün değildir. Bunu tekrar söylüyorum bu mesleğin kaderinde vardır.” derken haklı aslında. Adı telaffuz edilmiyor olsa bile, yeraltı maden ocaklarında çalışıyor olmanın kaderinde “ölüm” ne yazık ki vardır. İşte Türkiye Maden İşçileri Sendikası tarafından açıklanan ve pek çoğunu bildiğimiz, yeraltı maden ocaklarında iş kazalarını “kader” yapan nedenlerden bazıları:

*Özel sektörün “önce üretim, önce kar” anlayışının, en küçük bir ihmalin bile toplu ölümlere yol açtığı yeraltı maden ocaklarında iş kazalarına davetiye çıkartması,

*Devletin iş sağlığı ve güvenliği denetimi ve yaptırımlarındaki yetersizlik,

*Maden ocaklarındaki denetim yetersizliği; fenni nezaretçinin işverene bağımlı yapısının sürmesi, yerinde ve sürekli denetimin etkili kılınmaması,

*İş sağlığı ve güvenliği mevzuatındaki yetersizlikler; ILO’nun konuyla ilgili 176 sayılı sözleşmesi Türkiye tarafından onaylanmamış ve dolayısıyla uluslararası standartlar mevzuata yerleştirilmemiştir.

*Özelleştirmeler; özelleştirilen maden ocaklarında iş kazaları artmıştır, istatistiklerle somuttur.

*Taşeronlaştırma/Rödevans; toplu ölümlü iş kazalarının meydana geldiği kömür ocaklarının büyük çoğunluğu taşeronlarca işletilmektedir.

*Sendikal Örgütsüzlük; sendikal örgütlülük yerinde ve sürekli denetim demektir. Son dönemde iş kazalarının meydana geldiği ocakların hiçbirinde sendikal örgütlülük yoktur.

Bunlar yeraltı maden ocaklarında önlenebilir olan iş kazalarını “kader” haline getiren nedenlerden sadece birkaçı. Ve bu nedenlerden ötürü, TTK Genel Müdürlüğü istatistik verilerine göre kömür ocaklarında 1955-2009 yılları arasında yaşanan iş kazalarında 2687 işçi hayatını kaybederken 326321 işçi ise yaralı olarak kurtuldu.

İş kazaları bakımından Türkiye en güvensiz ülkeler sıralamasında başı çekmekte; ülkemiz dünya sıralamasında 3. ve Avrupa sıralamasında ise 1. konumda. Anlaşılan o ki; Avrupa ve dünyada çok fazla esemesi okunamayan “kader” iş kazaları bakımından Türkiye’de ağlarını örmüş durumda. Böylesi bir kader sadece bizim işçilerimizin alınlarında yazılı, böylesi bir kötü talih sadece bizim işçilerimiz için kaçınılmaz...

Peki ya şimdi ne olacak? Bu ağın içersine daha nice canların takılmasına sessiz kalıp kaderimize boyun mu eğeceğiz? Yoksa iş kazalarının “kader” olmaktan çıkartılması için yetkililerin ve sorumluluların gerekenleri bir an önce gerçekleştirmesi adına elimizden geleni yapıp sesimizi mi yükselteceğiz?


*İlk yayın tarihi: 21/05/10
**Görsel:
Buradan alınmıştır.

SUSTUĞUMUZ YER

11.10.2010
Sustuğun yer öyle büyük ki sadece ben değil; bu şehir, bu cadde, bu sokak, bu ev, bu oda, hepimiz sığıyoruz içine. Yine de koca bir boşluk kalıyor ardında. Hiçbir kelimenin dolduramayacağı. Senden gelmedikten sonra...

Bilinmeyen bir zaman denizinde, ağır ağır ilerliyor yüreğim. Ufukta kara görünmüyor. Sus payı verilmiş bir geçmiş, sessizliğin gölgesinde dinleniyor şimdi. Herkes kendi payına düşeni almış. Ortada bir ben kalmışım yalnız. Bir de bana ait olmayan bir yalan. Kimse sahip çıkmıyor.

Sustuğum yer öyle büyük ki sadece sen değil, sana dair olan herşey; sevgim, saygım, gücüm, zayıflığım, yarıda kalan sözlerim, düşlerim, tarifsiz kırgınlığım, tek başınalığım, doğrularım, yanlışlarım hepiniz sığıyorsunuz içine...Yine de koca bir boşluk kalıyor geriye. Hiç kimsenin dolduramayacağı. Sen gelmedikten sonra...

Kim bilir diye sormak gereksiz. Kimsenin bilmediği yerlerde kaldı aslında herşey. Ben bile bilmedikten sonra. Sen anlatmadıktan sonra. Her şey bir sessizlik denizinde, senin ellerinle boğulduktan sonra. Kıyıda köşede kalanlar göze çarpıyor sadece. Ve suyun üzerinde koca bir yalnızlık yüzüyor.

Boğulmamak için ona sarılıyorum.



*İlk yayın tarihi: 20/03/09
**Görsel:
Deviantart

AL BENİ SEVECENLİĞİNE

9.10.2010
Ben sevdayım, al beni sevecenliğine
Ben gülüm, dallarına aşıla beni
Çocuğum ben, göğsünde büyüt
Umudum ben, düşüncende geliştir.

Acıyım, gerçeği ararsan bende
İnancım, coşkuyu yaşarsan bende...


ŞÜKRAN KURDAKUL

Görsel: Deviantart

SAYGI???

7.10.2010
Çok yanlış var. Çok fazla eksik. Karşılıksız bırakılan, zora koşulan, söz, durum, davranış, emek. İşin maddi boyutundan bahsetmiyorsun bile. Çoktan geçmişsin çünkü o kısmından ki eğer geçmemiş olsan burada ne işin var hala.

Buna rağmen, “ne oldu” diye soruyorlar, ne olduğunu bilmiyormuş gibi. Oysa her şey açık seçik ortada. Ve beklediğin çok şey de yok aslında. En azından bir çaba görsen, verdiğin desteğin bir karşılığına denk gelsen, hepsinden geçtin küçük bir özre sığdırılmış bir iyi niyet hissetsen belki geçip gitmesi kolay olacak. Atlatması, bir anlık bir sinirin bir rüzgarmışcasına yüzünü yalayıp geçmesi gibi kolay...

Ama geçmiyor işte. Sana kalkıp da hiçbir şey olmamış gibi davrananları gördüğün an, o esip geçmesini beklediğin küçücük rüzgar, sertleşiyor bir anda, yüzüne değdiği an bir tokatmışcasına çarpıyor, acıtıyor canını. Koca bir fırtınaya dönüşüp, sertçe vuruyor aklına, yüreğine, seni bugüne kadar yaptığın her şey için pişman ediyor.

Sonra o fırtınanın içinde kendi kendine gülmeye başlıyorsun sinirli sinirli. İlk defa fark etmiş gibi, aslında içten içe uzun zamandır bildiğin bir gerçeği; hatanın en büyüğü bende diye düşünüyorsun. Ve vazgeçiyorsun savurmaktan, o fırtınanın tüm gücüyle içinde ne var ne yok toplayıp da sırf sen yüzlerine çarpasın diye, dilinin ucuna kadar getirip bıraktığı bütün kelimeleri.

Sadece “yok bir şey” diyorsun. Çünkü gerçekten yok. Olmadığını biliyorsun. Yazık ki insana saygı yok burada. Ve saygı olmadıktan sonra herhangi bir şey beklemenin de hiçbir anlamı yok.


Görsel: Deviantart

AJANDAM/2

5.10.2010

*Bu yıl 9.su düzenlenecek olan Filmekimi 8 Ekim’de başlıyor. Atlas, Beyoğlu ve Cinebonus Maçka G-Mall sinemalarının 4 ayrı salonunda dünyanın belli başlı festivallerinde gösterilen ödüllü yapıtlardan ve usta yönetmenlerin son filmlerinden oluşan tam 31 film gösterime sunulacak. Pek çok filme daha şimdiden bilet kalmamış durumda hatta gala fiyatı üzerinden ek seanslar düzenlenmekte. Listem hazır hazır olmasına da bilet alma işlemine anlaşılan o ki ben yine geç kaldım.

*Pera Film’den “Arjantin’den Öyküler” programı... 5-10 Ekim tarihleri arasında çağdaş, bağımsız filmlerden oluşan bir seçki Tepebaşı’ndaki Pera Müzesi Oditoryumu’nda gösterilecek.

*Devlet Tiyatroları 2010-2011 sezonunu 1 Ekim’de açtı. Bu sene Vahşet Tanrısı, Profesyonel, İki Çarpı İki gibi geçen sezonda gösterilen oyunların yanı sıra Pir Sultan Abdal, Bedensiz Kadın, Ölüleri Gömün gibi yeni oyunlar da var. Bense bu sezonki açılışımı yarın akşam geçen sene seyredemediğim İki Çarpı İki oyunuyla yapacağım.

*Tiyatro deyince aklıma geldi. Yaklaşık 250 yıllık bir geçmişe sahip olan Türk Tiyatrosu’na dair, başlangıçtan bugüne kadar sahne almış tiyatro topluluklarının afiş, broşür ve fotoğraflarından imzalı maaş bordrolarına, mask ve oyun aksesuarlarından Osmanlıca ve Türkçe el ilanları, bilet ve davetiyelere kadar kapsamlı bir koleksiyonu görmek için Türvak Tiyatro Müzesi’ne de uygun bir zamanda mutlaka gidilmeli derim.

*TİM’de Chicago müzikali var, gitme isteği ve hevesi de var ama biletler dudak uçuklatan cinsten. En azından benimkini uçuklatıyor!

*İstanbul’da “Tarih ve Yıkım / Hayal-et Yapılar” projesiyle aynı adı taşıyan kent kültürü sergileri başladı. Projenin temelini İstanbul’un farklı dönemlerine ait ve farklı nedenlerle yıkılıp günümüze kadar ulaşamamış İncili Köşk, Direklerarası, Sadabad Sarayı, Levent İlaç Fabrikası gibi 12 yapı oluşturuyor. Çırağan Sarayı-Heykel Galerisi’nde 14 Eylül’de başlayan ve 17 Ekim’e kadar sürecek olan sergide ”1834 yılında temeli atılan Çırağan Sarayı, ilk yapıldığı gibi kalsaydı İstanbul nasıl gelişirdi?” sorusunun yanıtını bulmak mümkün.

*Belgeselci, gazeteci ve yazar Güneş Karabuda’nın objektifinden 50 yıllık bir dostluğun hikayesi; “Al Gözüm Seyreyle” / Güneş Karabuda’nın Yaşar Kemal Fotoğrafları” sergisi...17 Ekim’e kadar Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde yer alacak olan sergide Güneş Karabuda’nın 1956’dan beri çektiği fotoğraflara Yaşar Kemal’in metinleri de eşlik ediyor. Gitmeli ve görmeli derim.


Görsel: Deviantart

KUMAŞ VE TERZİ

2.10.2010
Dokunduğun an dağılıverecek bir kumaş parçası gibi ömrüm. Vitrinlerdeki hiçbir elbiseye rengim uymadı. Yama gibi eğreti tek başınalığım. Üzerimde yılların tozu ve ağırlığı...

Bir prova mankeni gibi her beden hayat denendi üzerimde. Olmayan gözlerimden bakıyorum da zamana; üzerimdeki iğne izleri kadar çok ve derin hüznüm. Ya küçük geldi yalnızlığım bana, ya da içine hiç sığamadım. İçimdeki makas izleri hep kan kırmızı...

Dokunduğun an eriyiverecek bir kumaş parçası gibi ömrüm. Hiçbir açığı kapatamadı yüreğim. Akıl oyunlarının hep gerisinde kaldı. Yitip gidecek ne varsa hep aslını yaşadım ben. Elimde kalan sadece yalan hayatların kopyaları...

Hiçbir yaşamın içine ait hissedemedim kendimi. Ya fazla gelip taştı yüreğim, ya eksik kaldı tüm bildiklerim. Yer edinemedim. Hayat denen bu albümde hep bir yanı kesilmiş bana ait anların fotoğrafları...

Şimdi seçim senin; dokunup da en ince ipliklerine kadar ayıracak mısın kalan ömrümü ellerinle? Yoksa en bıçkın terzinin bile yapamadığını yapıp, alıp da yüreğimi yüreğine dikecek misin, ekleyecek misin kendi ömrüne?



*İlk yayın tarihi: 18/10/08
**Görsel:
Deviantart

YAZ BİTTİ

29.09.2010

yazın bittiği her yerde söylenir
söylenmeyen şeyler kalır geriye

ve sonra hiçbir şey olmamış gibi
ağır, usul bir hazırlık başlar
uykuya benzer yeni bir mevsime

orda burda, ev içlerinde, kır kahvelerinde, deniz kenarlarında
incelen yazın akşam esintilerinde
zaman usulca sıyrılır aramızdan
ta içimizde duyarız gelecek günlerin geçmişini
başka ne gelir elimizden
büyük bir uzaklığa gülümseyerek
geçiştiririz
ıskaladığımız şeyleri

yatıştırır rüzgarlar
dışavurur içimizdeki lodosu, poyrazı, günbatımlarını
saklar bizi
gözlerimizdeki hüzne “dinginlik” adını verir
“seni iyi gördüm” diyenler
biz de iyi hissederiz kendimizi
elimizden başka ne gelir ki?

köşe başları, akşamüstleri, kokular
tozar gider zamanın boşluğunda
karışır anların kuytu belleğine
belki sonraları bir gün
hatırlanır aynı kederle
yazın bittiği her yerde söylenir
söyleyenler inanır gerçekten birşeylerin bittiğine
yaz biter
eskir geceler, serin, hüzünlü
yeni mevsime hazırlık: ömrün teyel yerleri
bir yanı telaş, bir yanı ürperten yaz sonu ikindileri
çıkarır sizi dalgın derinliğinizden
yaşadığınızı duyarsınız teninizde
bir zamanlar okumuş olduğunuz kitapları özlersiniz
sıcak odaları, beyaz, temiz yastıkları
ahşap pancurları
yaz bitti
bitmeyen şeyler kaldı geride

yaz bitti
yaz bitti
yüksek sesle söylüyorum bunu kendime
her yerde söylendiği gibi
yaz bitti
yaz bitti
hiçbir şey hiçbir şey
hiçbir şey
yalnızca üşüyorum şimdi



MURATHAN MUNGAN


Görsel: Deviantart

AYIN RÖPORTAJI HEDİYESİ

27.09.2010


Blog aleminin en sevilen isimlerinden sevgili rectoa, Malın Gözü ’nde yayınladığı “Ayın Röportajı” serisinde eylül ayını bana uygun görmüş. Ne büyük bir onur ve mutluluk benim için diye daha sevinemeden bir de baktım ki yetinmeyip röportajı doğumgünüme yani bugüne denk getirmiş. Bir kez daha çok ama çok teşekkürler sevgili rectoa bu güzel doğumgünü hediyesi için...

Röportajı buyrun buradan okuyun lütfen...



Görsel: Deviantart

BOŞUNALIK...

24.09.2010

“Sese dönen her şey anlamlandırılır.”

Anlamlandırmak gerekir mi her şeyi? Bilinmez...Anlam içindedir senin çünkü. Senin verdiğin kadardır anlam. O kadar çok ya da o kadar az...

Ama seslendirdiğinde bir şeyi, söze döktüğünde yani, genellikle anlamdan uzaklaşır insan. Konuşmanın/kelimelerin kifayetsiz olduğu zamanlar vardır gerçekten. Bir türlü anlatamazsın ne olmakta olduğunu. Bazen kendine bile...Anlatmaya çalıştıkça, anlaşılır olmaktan gittikçe uzaklaşır, debelenir, debelenir ve nihayet batarsın kimi zaman. Ve vazgeçersin. Boşuna bir çaba gibi gelir sözler. Kocaman bir boşunalık duygusu kaplar yerini göğünü. Susarsın...Herkes kendi anladığı ile kalır sonuçta. Ve herkes kendi anladığını yaşar...

Hani klişe laftır ya; “Karşındakine anlatabileceklerin, onun anlayabilecekleri ile sınırlıdır” derler. Öyledir de...

Bu zorluğu yaşamış insanlar sonra içlerinde biriktirdiklerini “söz”e dökerler, ama bu kez romanlar, hikayeler ya da şiirler çıkar ortaya. Sonra sen, ben, o yani biz sanatçı olmayan diğer insanlar onları okurken “işte yaa, tam da buydu demek istediklerim” deriz ve birden anlarız ki hepimiz aynıyız aslında. Biricik ve özel sandığın tüm duygular daha önce de yaşanmış, tüketilmiş birçok insan tarafından...

O zaman bir boşluk oluşur sanki etrafında. Sakin, durgun ve tuhaf bir boşluk...henüz huzurlu değil...Ama sakin...Sakin...


BELLA


*Tam da söylediği gibi; sakin, durgun ve tuhaf ve henüz huzurlu olmayan o boşluk varken etrafımda, denk geldi sevgili BELLA’nın kelimeleri...O nedenle de ben sustum. Sustum ki; tam da şu anda beni bana anlatan BELLA konuşsun.

*Görsel:
Deviantart

RÜYA/GERÇEK

21.09.2010
Bütün bir gece rüyamda gördüm onu. Nasıl olduğunu tam olarak hatırlamasam da bütün bir rüyayı birlikte ve konuşarak geçirdik. Oysa uzun zaman önce sona ermişti herşey. Tersyüz edilmiş bir zamanın iki ayrı tarafında, nedeni sorulmamış bir sessizliğin (bilinenlerin yeterli olduğu düşünülerek belki de), kabullenilmiş iki ayrı ucunda çoktan yerimizi almıştık, biraz kendi seçimimiz, çokça da mecburiyetten. Aynı dilsizliğin kelimeleriyle takip ediyordum onu çoğu zaman, görüyordum aynı cümlelerden bahsediyorduk ama habersiz. Sessiz ve izsiz bir takipti benimkisi var olduğu halde yok sayılan, kendi gözüme bile batmayan, kimseyi rahatsız etmeyen. Sadece göz önünde değil, içimde, belleğimde, hatırladığım hatırlamadığım her şeyde silik, artık canımı yakmayan bir yaşanmışlık, bir iz olarak yerini almıştı bir süre sonra. Almalıydı. Öyle sanmıştım. Ama değilmiş.

Düşünüyorum da şimdi beni en çok şaşırtan ve üzen, hiç ummadığım bir anda zamanın ve hatta kendi belleğimin oyununa gelmek mi, yoksa bunca zamanın ardından bir rüyanın etkisiyle ilettiğim bir dileğin, sadece nezaketime teşekkür edilmesi şeklinde tek bir cümleyle geçiştirilerek (ki aslında tam olarak beklediğim nasıl bir cevaptı bunu da bilmiyorum ya) bu yaşanmışlığın, bu izin sadece bende kaldığını, benim canımı yaktığını bu şekilde anlamış olmak mı?

Öyle ya, hayat akıp gidiyor ve çoğu insan geçmişini hiç yaşanmamışcasına ardında bırakarak, çoğu zaman şimdiyi bile atlayarak, önüne bakmaya devam ediyor. Bense hala böylesine belirgin, böylesine yüzeyde izler taşıyıp, hala yakın bir tarihin içinde, ya da tarihi kendi içimde demek daha doğru sanırım, yaşıyorum. Merak ediyorum, bir geçmişe sahip ol(a)mamak, kendimi bir yere ait hissedememek mi acaba yaşadığım ve yaşayacağım benzeri anları unutmamamı sağlayan. Beni birilerine, birşeylere bağlayan bu izler aracılığıyla, o bağın hiç kopmaması adına, şimdiden kendimce bir geçmiş oluşturma çabası mı tüm bu yaptıklarım, hissettiklerim. Bilmiyorum.

Ama bildiğim bir şey var ki; zamansız dahil olduğum ve aynı şekilde dışında bırakıldığım bu tuhaf öyküde benim dışımda herkes kendi payına düşeni almış durumda. Bense bir yalanın uzantısında, sorulmamış soruların cevaplarını, cevapların bir bıçak gibi keskin, can acıtıcı yanlarını taşıyorum içimde tek başıma. Belki de bu yüzden sadece kendi kendimi kesip, kendi kendime kanıyorum.

Peki ben bunları sana niye ve neden bu şekilde anlatıyorum. Bilmiyorum deyip işin içinden çıkmak isterdim ama o an için biz bilmiyor bile olsak her şeyin mutlaka bir nedeni olduğuna inandığımdan bu soruyu es geçemiyorum ne yazık ki. Yüzünü bildiğim ama konuşamadığım birini, yüzünü bilmediğim ama konuşabildiğim birine anlatmak belki de bir şekilde rahatlatıyor beni. Bir şekilde içimdeki eksik kalan yanları tamamlıyor kendi kendine kim bilir. Neden bu şekilde kısmına gelince işte bu daha da zor galiba. Bu sefer bir ekranın başına dikip de gözlerimi, parmaklarımı klavye üzerinde dolaştırarak oradaki harfleri kullanıp yazmak ve “send” tuşuna basmak yerine, bana ait beyaz bir sayfanın üzerine arada bir kulak arkası takıp arada bir dişlediğim bir kalemle, sadece bana ait olan harflerle yazmak istedim. Yazdıklarımı başka bir ekranın başından değil de benim, parmaklarımın, kelimelerimin izi olan bir kağıda bakarak okumanı. Dokunarak hissedip yazdıklarımı, dokunarak okuyup anlamanı...

Hepsi bu...



UNUTMA MEKTUPLARI-III
EYLÜL 09’



Görsel: Deviantart

BAŞKA DİLDE AŞK/ZEYNEP'İN DİLİNDEN...

16.09.2010
Uzaktı. Gökyüzü gibi. Görebildiğin ama dokunamadığın kadar uzak. Sözün olduğu zamanlardan kalma ya tüm bu med-cezirler. Oysa ne kadar saklamaya çalışırsan çalış en iyi sen biliyordun; içindeki bütün yaraların bir adı vardı...

Yorgunum. Hem de çok...Yüreğimde ucu açık cümlelerin izleri kalmış hep. Aklımda söylendiği halde duyulmayan, duyulduğu halde anlaşılmayan, anlaşıldığı halde anlatılmayanların ağırlığı... Devrik zamanlı cümlelerde gizliymiş bildiğim tüm özneler. Ve ben bunca zamandır kelimelere yüklemişim içimdeki koskoca bir hayatı. Anlamlarına sığınıp da her birinin, yaşıyorum sanmışım. Kendimi kandırmışım. Şaşkınlığım bu yüzden...

Korkuyorum. Hem de çok...Şimdi sen o kocaman sessizliğinle dikilirken karşımda, aşk kaybolup gidiverecek ellerimden diye tüm bu telaşım. Boğulup kalıverecek her şey dilin kelimesizliğinde. Kelimesiz olmak, çıplak kalmak gibi ve her şey kirleniverecek sanki başkalarının sözlerinde, gözlerinde...Yaşanmaz, yaşatılamaz olacak, başlamadan son bulacak. Varken yok olma çabam, yokken var etme sevdam, hep bir kararsızlık sonrası, hep bir saklı zaman...Bakma cevap bekleyen gözlerinle gözlerime. Acemiliğim bu yüzden...

Biliyorum. Bir gün çekip alacağım kendimi bu eşikten, siyah beyaz zamanları ardımda bırakarak. Kendi gözlerimin rengine inanacağım önce. Kendi sözümde koyacağım noktayı, sessizliğimle öğreneceğim yeniden konuşmayı. Kendimden bakacağım içimdeki hayata. Önce kendimi yaşayacağım. Geldim bak işte, yine kapındayım. Sessiz, kırgın ama artık kararlı. Hadi yeniden al beni içeriye. Al ve susalım. Susalım ve yaşayalım sil baştan. Başka dilde, başka aşkta...Aşk’la yaşayalım.

Hala orada olduğumu biliyorum, tam orada; yüreğinde. Hala burada olduğunu bildiğin gibi, tam burada; yüreğimde... Tüm bu yaşananlara inat, gelip de yüreğine sığınmam işte bu yüzden...


ZEYNEP’İN DİLİNDEN...
BAŞKA DİLDE AŞK



*Başka Dilde Aşk/Onur'un Dilinden...

*Başka Dilde Aşk/Kamuran'ın Dilinden...

ANLAMAK!

14.09.2010
“Olacakları bilmenin tek yolu vardır; olanları anlamak! Eğer şimdiye kadar olanları gerçekten kavrayabilirsen olacaklara da kolayca vakıf olursun.”


ŞAHBAZ’IN HARİKULADE YILI 1979
MİNE SÖĞÜT



Görsel: Deviantart