Pages

PROMETHEUS OLMAK/OLABİLMEK!

30.07.2010
O bir kahindi. Bir geleceği gören. O, tanrısına başkaldırmış bir asi. O, “insan”ın yanında olmayı seçen. Bilimi, sanatı ve uygarlığı insanlığa armağan edendi o. Ve tüm bunlar yüzünden cezalandırılıp, eziyet çeken. Ama zincirlere vuruluyken bile sormaktan, sorgulamaktan, en önemlisi de umut etmekten asla vazgeçmeyen!

O belki de ta o zamanlardan bugünlere, kimi zaman kaybetsek de, unuttuk sansak da hatta unutmuş gibi yapsak da içimizde bir yerlerde olduğunu hep bildiğimiz bir sesti. İçimizdeki hayatın sesi. Yolumuzu çizen aklımızın, gücümüzü aldığımız yüreğimizin, insanca yaşama hakkımızın, insan yanımızın sesi. Her şeye rağmen hiç kaybetmememiz gereken umudun sesi...

28 Temmuz Çarşamba akşamı Rumeli Hisarı’nda geçmişi hatırlamak, şimdiyi anlamak ve geleceğin farkına varmak, sormak ve sorgulamak için o sese ben de ortak oldum. İnandığım gibi yürekten seslendim ben de; “Bir gün gelecek!” diye. Ben de içimdeki hayatın izi, aklın ve yüreğin, umudun sesi, ben de Prometheus oldum.

Oyun Hakkında: İstanbul ve Ruhr 2010 Ajansları ile Atina Epidaurus ile Hellenic Festival’in katkılarıyla gerçekleştirilen “Promethiade” projesi, Prometheus efsanesinden yola çıkılarak hazırlanan 3 ayrı oyundan oluşmakta. Üç büyük tragedya yazarından biri olarak kabul edilen Aiskhylos’un yazdığı “Zincire Vurulmuş Prometheus” ise bu projenin ikinci oyunu. 9 Temmuz’da Atina’da dünya prömiyeri yapan oyun 26-27 ve 28 Temmuz’da Rumeli Hisarı’nda İstanbullularla buluştu. Almanca, Türkçe ve Yunanca olarak sahnelenen oyunun yönetmeni ise Yunan ve dünya tiyatrosunun bilinen isimlerinden Theodoros Terzopoulos. Türk, Yunan ve Alman oyuncuların yer aldığı oyunda Devrim Nas, Kerem Karaboğa gibi isimlerin yanısıra Prometheus rolünde de Yetkin Dikinciler oynuyor. İstanbul ayağını bitiren oyun 5-6-7 Ağustos’da Almanya Essen’de sahne alacak.

Projedeki ilk oyun Şahika Tekand’ın yönettiği ve Stüdyo Oyuncuları’na ait olan “10 Adımda Unutmak (Anti Prometheus)” 19 ve 20 Temmuz tarihlerinde Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde izleyicilerle buluşmuştu. Son olarak Almanya’dan Rimini Protokol’ün “Prometheus Atina’da” adlı çalışması ise eylül ayında belgesel olarak gösterilecek.


ATTIS TİYATROSU
ZİNCİRE VURULMUŞ PROMETHEUS
Metin: Aiskhilos
Çeviri: Eleni Varopoulou, Heiner Müller, Sabahattin Eyüboğlu
Yönetmen:Theodoros Terzopoulos
Sahne Tasarımı: Yannis Kounellis
Müzik: Takis Velliantitis
Kostüm: Alexandros Kokkinos
Oyuncular : Yetkin Dikinciler, Sophia Michopoulou, Goetz Argus, Kerem Karaboğa, Stathis Grapsas, Devrim Nas, Savvas Stroumpos, Antonis Myriagkos, Ismail Deniz, Thanasis Alevras, Maximilian Löwenstein, Umut Kircali, Nazmi Sinan Mihci, Andree- Osten Solvik, Alexandros Tountas

DİLE/MEK

27.07.2010
Bir çocuğun gözlerinden bak bana. Her seferinde ilk defa görüyormuş gibi heyecanlı, coşkulu, istekli, sevgi dolu...

Bir çocuğun diliyle konuş. Sor içinden geleni, içinden geldiği gibi. Yeni kelimeler yarat çocuk aklınla, anlamını sadece ikimizin bildiği...

Bir çocuk gibi küs küseceksen. As suratını ama uzun sürmesin. Bir söze, bir bakışa döndür yine çevirdiğin başını. Bir öpücüğe kan, bir elma şekerine sevin...

Bir çocuğun aklıyla düşün. Sınır, tanım, anlam koyma. Olanı olduğu gibi yaşayalım, bırakalım, bırak akalım sonsuzluğa...

Bir çocuğun yüreğiyle sev beni. Karşılıksız, çıkarsız, olabildiğince yalın ama ısrarlı...Her vazgeçtiğin anda ve her gün yeniden başla...

Bir çocuğun elleriyle dokun. Meraklı, yavaş yavaş, yeniden keşfederek...Dokunduğun yere en masum izlerini bırak tarifi olmayan bir hevesle...Dokunduğun yerde bırak kendini...

Bir çocuğun düşleriyle sarıp sarmala beni. En güzel niyetlerle büyüt içinde...Bir o kadar çok, bir o kadar içten, bir o kadar gerçek ve senin kalayım...



Görsel: Deviantart

NEREDESİN GRİNGO

24.07.2010
Hatırlarsan biz, duruşuna düşsel gıcırtılar yakıştırdığımız tozlu bir çıkrığın dibine oturmuş, bir yandan ellerimizi belli belirsiz aydınlatan beyaz leblebiyle bira içiyor, bir yandan da masmavi susuyorduk. Zamanlardan yaratılmış bir mekandaydık sanki, her şeyi aynı anda, ancak susarak yaşayabiliyorduk. Gene de sen arada bir aynaya bakıyordun. Kendini yokluyordun belki; hala yaşayıp yaşamadığına şöyle bir göz atıyor, masaya abanan bedenini gördükçe de kendini kendi gözünden biraz daha siliyordun. Biliyorum, elinden gelse her şeye karışıp başka gözlerden de silinecektin. Renklerin ardına gizlenmiş bir renk gibi tıpkı. Ama silinemiyordun ve vardın. Üstelik hem ayna hem de masadaydın. İş arkadaşlarının gönlündeydin elindeki kahverengi çantayla. Onlarla birlikte şehrin her köşesine dağılmıştın; çocuğunun geçmişinde ve geleceğindeydin, karının aklındaydın, kardeşlerinin kardeşlik duygularında, bir denizin belleğinde, kendine mektuplar yazan bir adamın hatıralarında, kitapçıların bilgisayarındaydın. Öyle çoktun ki yoktun.

Gözlerinse maviydi, nereye bakarsan bak, iki damla deniz içine çeke çeke kendini martısızlığa vuruyordu. Zaten, iki martısızdık biz; o gün Han’da çalınan şarkılar şarkı değil, içimizdeki yosunların iniltisiydi. Ağır ağır kum evrenleri çöküyordu içimize. Bir şeylerin altında kayboluyorduk bu yüzden; Han’ın önünden gelip geçen insanların sözgelimi, bir bakışın, düşlerimizi paramparça eden bir sesin, kokuşan ilişkilerin, her gün tozu alınan yalanların...



NEREDESİN GRİNGO
HASAN ALİ TOPTAŞ



Görsel: Deviantart

BİR UMUT OLMAK...

22.07.2010
Aşağıda okuyacağınız mail, zaman zaman mailbox’larımıza düşen gerçekliği tartışılır maillerden değildir. Şahsen de tanıdığım ve sık sık görüştüğüm sevgili arkadaşım Başak’ın, yıllardır çalıştığı bir firmanın satın alma sorumlusu olan Murat Bey’den aldığı kişisel bir maildir. Bu nedenle gerçekliği tartışılır benzer maillerin arasında kaybolup gitmesine izin vermeden özen gösterip dikkatle okumanızı rica ediyorum.


Başak Hanım;

4 yaşındaki kız çocuğum bundan 3 ay önce lösemi hastalığına yakalandı. Şu an bu amansız hastalığı nedeniyle Ankara Onkoloji Hastanesi’nde tedavi görmektedir. Bu çok pahalı ve masraflı bir tedavidir. Bütçeminde kısıtlı olmasından dolayı sizden kızım için hem manevi hem de maddi yardımlarınızın bir umut olmasını temenni ederim. Yardım etmek isterseniz aşağıda hesap numaramı bulabilirsiniz.

Murat Şahin
Merzifon Halk Bankası
Merzifon Şubesi
Şube Kodu: 301
Hesap No: 01004577


Görsel:
Deviantart

NASILIM?

20.07.2010
-Nasılsın!

Yaklaşık 10 dakikadır aynı kelimeye, tek bir kelimeye bakıyor gözlerim. Anlamadığımdan, görmediğimden, bilmediğimden değil. Aksine anlamak, görmek ve bilmek belki de beni böylesine cevapsız bırakan. Oysa yazacağım kelime, vereceğim cevap o kadar basit ki; “iyiyim” demek ve bitirmek. Ama ben o “nasılsın” sorusunun (sonunda soru işareti yok ünlem var dikkatinizi çekerim) hep duyduğum, bildiğim, çoğu zaman herkes gibi denk geldiğim, hatta soran tarafında da bulunduğum hani üstünkörü sunulan ve aynı şekilde cevaplanan, aslında içeriğinde ne merak, ne de başka birşey, herhangi bir niyet barındırmayan içi boş bir kelime olmadığını biliyorum. İşte bu nedenle belki de içi dolu dolu olan, gerçek bir soruya gerçek bir cevap yazma konusunda bu kadar zorluk çekiyorum.

-Nasılsın!

Sahiden nasılım diye düşünüyorum şimdi. İyiyim dersem yalan olacak, değilim dersem koca bir nankörlük. Arada bir yerlerde gidip gelmek, sürekli med cezirler yaşamak, anı anına uymamak belki de bu bende ki. Dengeli dengesizlik halleri işte tipik bir terazi örneği. Ah be Maya; başkaları adına göstermek için tüm gayretinle çabaladığın adaletin bir kısmını, çok değil sadece bir kısmını birazcık kendine de gösterebilseydin ya diye söyleniyorum yine kendimle dalga geçer gibi. Kendimle dalga geçebildiğime, espri bile yapabildiğime göre iyiye yakın duruyorum demektir şimdilerde, tam da şu anda. Ama beş dakika sonrasını bilemem.

-Nasılsın!

Telefonum çalıyor ve gözüm bilgisayar ekranında, annemin şaşkın, üzgün ve bir an önce yola çıkmaya hazırlanan telaşlı sesini dinliyorum. Ben az önce “beş dakika sonrasını bilemem” diye yazmamış mıydım sahi. Oysa biliyormuşum ne yazık ki. Yine o bilindik, bu aralar sıkça duymakta olduğum ağır kelime. Ölüm. Bir yakınımızı daha almış yanına hastalık maskesine bürünerek. Ve ben o yakınımızı senelerden beri görmediğimi, yüzünü gözümün önüne getiremediğimi fark ediyorum ilk şoku atlattıktan sonra. Şimdi boğazına düğümlenen acıyı çözüp de birden, çözülüp de ta içinden, ölüme hiç susmadan ağlamalı mı? -bir tanesi bile nasıl kanatır böyle zamanlarda, nasıl açtırır eski mezarları, geçmiş duaları hatırlatıp nasıl gevşetir hayatla arandaki bağı- Yoksa yakınım dediğin bir insanın ne kadar da uzak olduğunu fark ettirdiği için -böyle zamanlarda hep fark ettirdikleri ama sonrasında, üzerinden kısa bir zaman geçince mesela bizim ısrarla unutmuş gibi yaptıklarımız için- karşısında dikleştirip de kendimizi, hayatımızı yeniden mi gözden geçirmeli, yeniden mi sıkılaştırmalı gevşeyen bağları? Hangisi yine bilemedim.

-Nasılsın!

İyiyim iyi. Ellerimde günün getirdikleri bir öyle bir böyleyim işte. Demiştim ya hani medcezir halleri. Hangimiz sağlam kalabiliyoruz ki hayatta tam olarak, eksilmeden, eksiltmeden hangimiz yaşayabiliyoruz ki? Ama deniyoruz en azından. Düşe kalka, önümüzde çıkan taşlara çarpa çarpa yürüyüp gidiyoruz işte. Durmak da çözüm değil en azından bunu biliyoruz ya öyle değil mi?

Görsel: Deviantart
*Yazılanlar gerçek fakat eski tarihlidir.

YETİŞİR

17.07.2010
Beni hatırladıkça
Arasıra gönlümü al
Sokakta görünce gülümse,
Yanıma yaklaş
Az elin elimde kal

Evine misafir geleyim
Kahvemi sen pişir
Taze doldurulmuş sürahiden
Bir bardak su ver
Yetişir...


YETİŞİR
ZİYA OSMAN SABA


Görsel: Deviantart

YAMALI BOHÇA

15.07.2010
Hayat;
Yaşamak yerine
Yamalı bir bohça gibi
Yanımda taşıyorum seni
Arada bir kaybedince içindekileri
Sağda solda arayıp da sormam ondandır...



*İlk yayın tarihi: 22/07/08
**Görsel:
Deviantart

DÜŞ ŞEHİR/GERÇEK ADAM

12.07.2010
Uzun ve zor bir yolculuk olacak bu biliyorum. Kafamı otobüsün camına dayadığımda hissettiğim soğuğu, kimilerini kendime katıp kimilerini ardımda bırakarak geçeceğim durakları, üzerime sinmiş bekleme kokusunun kalkacağı zamanı, ve ne çok yerden, şeyden, kişiden geçip de sonunda varacağım yeri bildiğim gibi...

Sadece duraklardan değil, sokaklardan geçeceğim mesela; oyunlarına imrendiğim çocuk seslerinin yankılandığı, kaldırım taşlarına nice öykülerin sindiği caddelerden, atılan her adımın başka bir hayata geçirdiği, bir ayırıp bir birleştirdiği yollardan geçeceğim. Büyüdükçe yalnızlaşan şehirlerden geçeceğim, her geçişimde kendimden bir parça daha bırakacağım kalabalıklaşsın diye, kendi yalnızlığımı dert edinmeden. Zamanlar geçeceğim saklandıkça yakalandığım, içimin duvarlarına kendi ellerimle kazıdığım anlardan, anılardan geçeceğim. Hayatın içine buram buram sindiği cumartesilerden geçeceğim diğer günlerin kıskanıp da bakakaldığı. İnsanlardan geçeceğim kimini görmeden, görünmeden kimine sessiz sedasız, kimininse yüreklerinin tam da orta yerinde bağıra çağıra yer edindiğim. Sözlerden geçeceğim canı acıyan, can acıtan, kelimelerin günahı boynumda, izi sadece yüreğimde saklı. Mevsimlerden geçeceğim sonra, kışlarında yanıp yazlarında üşüdüğüm, her son’unda yeniden doğup her ilk’inde yeniden öldüğüm baharlardan...Gün gelecek kendimden geçeceğim belki; bırakacağım yarı yolda umutlarımı, yorgunum vazgeçtim diyeceğim, saymayacağım akıp giden zamanı...

Uzun ve zor bir yolculuk olacak bu biliyorum. Bittiğinde senin şehrinde, caddende, sokağında, kapında, hayatında bulacağım kendimi. Sen bekliyor olacaksın zamanını bilmediğin halde, kapıyı açtığında hiç şaşırmayacaksın. Yüzünde tanıdık koca bir tebessümle sımsıkı sarılarak karşılayacaksın beni.Yol yorgunu avuçlarımı dinlendireceksin ellerinde...

Cam önüne benim için kurduğun masaya oturacağım. Nasıl olduğunu sormadan kahvemi hazırlayacaksın sen ve ben kulağımda yanan odunların çıtırtısı, sesini duymadan seni dinliyor olacağım sessizce. Sonra gelip tam karşıma oturacaksın, acısını çıkartmak ister gibi yakınken uzak olduğumuz günlerin. Uzun uzun bakacağım, hiç görmediğim halde en ince ayrıntısına kadar bildiğim yüzüne...

Öncesinin ve sonrasının bir kenara bırakıldığı bir sohbetin içinde bulacağız kendimizi birden. Şimdi’nin gölgesinde, nerede bıraktıysak oradan devam edeceğiz konuşmaya. Sen bana kış bahçenden anlatacaksın, en son seyrettiğin filmden bahsedip, aklının defterine yazdığın bir satırı okuyacaksın, tren yolculuğu planlayacaksın ilkyaz günlerine dair, içinden geldiği gibi. Bense sana henüz yazılmamış bir öyküden bahsedeceğim kahramanını sadece benim bildiğim, bir vapur sefasını dillendirip en son okuduğum kitabı dökeceğim kelimelerime, yol üzerinde gördüklerimi anlatacağım hevesle, arada bir kaçırdığımız zamandan yakınıp susmaya yeltensem de başlamışken bildiğim bilmediğim ne varsa anlatacağım, içimden geldiği için...

Uzun ve zor bir yolculuk olacak bu biliyorum.
Yolun sonuna vardığımda her şeye rağmen değdiğini göreceğim gibi...


Görsel: Deviantart

BEN KİMİM?

9.07.2010
Sevgili Dalgaları Aşmak 7 maddede kim olduğumu sormuştu bana. İşte 7 maddede kendime dair aklıma ilk gelenler;

*Dengeli dengesiz bir teraziyim. Sağım solum belli olmaz; bir melek gibiyken bir anda şeytana dönüşebilirim. Ama dengesizliğim kendi içimde, bilerek ve isteyerek kendimden başka kimseye zararım olmadı, olmaz da. İşte dengem de oradan geliyor ya zaten o yüzden içiniz rahat olsun korkmayın benden...

*Bakmayın böyle genellikle hüzünlü cümleler kurduğuma aslında çok eğlenceli ve komiğimdir de. Hele evdeki hallerimi bir görseniz bu yazılanlar gerçekten bu hatundan mı çıkıyor diye şüphe edersiniz o derece. Valla ben diyenlerin yalancısıyım. İnanmazsanız buyrun eve gelin, yakından bakın.

*Eylül’de 33 oluyorum olmasına da içimdeki çocuk büyümemekte ve öyle aklı ve yüreği bir karış havada gezinmeye devam etmekte kararlı anlaşılan. İçim dışıma da aynen yansımış olmalı ki hem tipime hem de hal ve hareketlerime bakan biri 33 olacağıma inanmıyor bir türlü. Ama deli olduğuma dair hiçbir şekilde şüphesi olmuyor buna eminim.

*Çocuk hastasıyım. Hiç tanımadığım bir çocuk için ölecek kadar hem de. Bu yüzden belki de beni en çok bir çocuk üzüp ağlatır ve en çok da yine bir çocuk güldürüp mutlu edebilir. Hayatla kimi zaman incelen kimi zaman da sağlamlaşan bağlarım hep o küçücük ellerdedir, ellerdendir. Sorarsanız eğer çocuklar da beni sever bunu da bilirim.

*Mektup yazmayı çok severim. Elime kalemi kağıdı alıp her an, her yerde herkese mektup yazabilecek bir potansiyelim var ki yapmadığım şey de değil. Eşe dosta, aşka meşke olduğu kadar beni çok etkileyen film karakterlerine, roman kahramanlarına, tamamen kendi uydurduğum hayali birilerine, yolda yürürken o an benim önümden geçme gafletinde bulunmuş hiç tanımadığım kişilere bile yazmışlığım vardır. Tabiki tercihim gönderilen ve cevabı alınan mektuplardan yanadır.

*Hayal kurmaktan asla vazgeçmem, vazgeçmedim. Çoğu zaman sadece kendimin bildiği, çok yakınlarımın bile kısmi bilgilere sahip olup ayrıntılardan hiç haberdar olmadığı değişik model ve tiplerde, değişik zaman dilimlerine ait hayallerim vardır. Hatta bazen kurmakla yetinmem, gerçekleştirmek adına akla gelmeyecek eylemler içersine de girebilirim. Hani bir duyan, bilen olsa deliliğimi tescilleştirecek kadar tuhaf eylemler..Ki benden duymuş olmayın ama son dönemlerde yine bir hayalin peşinde, ince işler içindeyim.

*Uzak veya yakın fark etmez, bir yolculuk halindeysem, kulağımda mp3 varsa, hele bir de keyfim yerindeyse kimse susturamaz beni. Nerede olduğumun pek bir önemi olmaz o anda, mp3 te çalan şarkıya elimden geldiğince, dilim döndüğünce eşlik ederim. Hani bir gün yolda giderken olur da karşınıza kendi kendine şarkı söyleyen biri çıkarsa bilin ki o benim.


İşte bana dair, ben’e dair aklıma ilk gelenler. Bu mimde bu blogdan yola çıkarak kim olduğunu 7 maddede sıralamak isteyen herkese gider.


P.S:
Şarkıyı senin için şu anda dinleyemedim ama öyle güzel denk düştü ki bildiğim ve çok sevdiğim bu şarkının ismini, bu mim yazısına başlık yapmak istedim...

Görsel: Deviantart


BAŞKA DİLDE AŞK/ONUR'UN DİLİNDEN...

7.07.2010
Şimdi sana anlatayım istiyorsun. Peki, tamam, kabul. Ama biraz zaman tanımalısın bana. İçimdekileri arayıp bulmam için birazcık zaman. Çünkü ben en son babamın yanında bırakmıştım sesimi. Onun benden utanan gözlerinde kalmıştı tek tek bütün kelimelerim. Annemin tek bir sözüne endeksli yaşamaya çalışırken, oğlumu koruyorum sanmalarında vazgeçmiştim insanlara güvenmekten. Ve sonra bir gün babam çekip gitti. Onunla beraber pek çok şey de ardından. En çok da sesim ve kelimelerim. Bir insan ne zaman vazgeçer kendinden bilir misin?

Şimdi sana anlatayım istiyorsun. Peki, tamam, kabul. Ama biraz zaman tanımalısın bana. Kendimi sakınıp, sakladığım sığınağımdan çıkabilmem için birazcık zaman. Kütüphaneleri bu yüzden severim ya zaten, konuşmak gereğinde bulunmaz insan. Duymanın da bir önemi yoktur. Herkes kendi dünyasında sadece kendini dinliyor, kendiyle konuşuyordur. Kimse tarafından başka gözlerle bakılmıyordur eksik yanlarına. Kimsenin yapamadıklarına dair yargısı, düşüncesi, acıması yoktur. Bir insan kendini duyabilir değil mi? Kendiyle konuşabilir de üstelik. Peki sence bir insan gerçekten kendini anlayabilir mi? Sağır ve dilsizken üstelik...

Şimdi sana anlatayım istiyorsun. Peki, tamam, kabul. Ama biraz zaman tanımalısın bana. Ben de hata yaptım, yapıyorum da hala. Kendimle yüzleşmem lazım önce. Yinelememek için belki de, yeniden başlayabilmek için, sorularımı bulup içimde, kendi kendime cevaplamam lazım. Öğrenmem lazım tüm o bakışlara, karşı çıkışlara, kayboluşlara karşı ayakta durabilmeyi. Ve öğretmem lazım önce kendime “ben” olabilmeyi. Farkındalık can acıttığı için mi kabuğuna çekilir insan? Canı ne kadar yanıyor olsa da kendi olmayı seçemez mi?

Şimdi sana anlatayım istiyorsun. Peki, tamam, kabul. Ama biraz zaman tanımalısın bana. Aşk bu ne de olsa, hiç ummadığın bir anda çıkıverir insanın karşısına. Kabuklarından sıyırmaya çalışır yavaş yavaş seni. Geçmişin dikişleri teker teker atmaya başlar. Bu yüzden korkar ya insan zaten. Vazgeçtiyse eğer çoktan, vazgeçildiyse, sesini, kelimelerini, güvenini çoktan terk ettiyse, aşkın eski yaralarını açmasıdır çekindiği. Yüreğinden korkar en çok da. Duymayan kulağından, olmayan dilinden değil de yüreğinin sevmeyi bilip bilmediğinden korkar. Sahi sessizlik bir aşkı yok edebilir mi?

Şimdi sana anlatayım istiyorsun. Peki, tamam, kabul. Ama biraz zaman tanımalısın bana. Her aşk kendine özeldir ya hani, başka türlü bir dili vardır sadece kendi kahramanlarının tam olarak anladığı ve bildiği. Dilimin döndüğünce anlatırım ben de elbette, sesimin yettiğince. Yaşadığımca bulup da bir zamanlar kaybettiğim kelimeleri yeni anlamlar yüklerim hepsine. Şimdi sana anlatayım istiyorsun. Peki, tamam, kabul. Anlar mısın peki beni tam olarak? Bence hayır...



ONUR’UN DİLİNDEN...
BAŞKA DİLDE AŞK

*Başka Dilde Aşk/Kamuran'ın Dilinden...

*Başka Dilde Aşk/Zeynep'in Dilinden...

4 TMMZ

5.07.2010
Sana daha önce kendimi hiçbir yere ait hissetmediğimi söylemiş miydim? Geçmişin kökleri ne derece sağlam ve sıkıysa o kadar çok ve güçlü olur derler ya hani bu bağlılık, bu ait olma hali. Belki de ben; unutmuş gibi yaptığım ve çok ama çok derinlere atıp bir daha gün yüzüne çıkarmadığım içimdeki kopuk kopuk geçmiş parçaları yüzünden kendimi hiçbir yere ait hissedemiyorum. Ve bunu da en çok sıradan gündelik yaşantımın dışına çıkıp da, bu haftasonu yaptığım gibi, başka şehirlerin, başka insanların, başka hikayelerin misafiri olduğum zamanlar anlıyorum.

Dün sabah denize karşı kurulu kahvaltı masasında da, o sıcağa rağmen yapılan ve saatler süren sahil gezintisinde de, çarşıda sokak aralarında dolaşılıp çay bahçelerinde verilen molalarda da, eve dönüşte yorgunluk nedeniyle 1 saatliğine sığınılan yarı uykulu yarı uyanık zamanlarda da, çatlayana kadar yediğim akşam yemeğinde de, balkonda deniz manzaralı ve bitmek bilmeyen davullu zurnalı kına alayının eşliğinde içtiğimiz şaraplarda da, gecenin sonunda çok uzaklardan gelen ama hemen yanıbaşımızdaymışcasına dinlediğimiz fasılda da, sana yazdıklarımda da bu düşünce içimde bir yerde hep vardı. Ve biliyorum ki ben nerede ne yapıyor olursam olayım hep de olacak...

İşte bu yüzden; bir sırt çantam olmalı benim, içinde birkaç önemli eşyam sadece. Ve ben yollarda olmalıyım, başka başka şehirlerde, başka başka insanlarla, başka başka öykülerde. Ne tanıdık ne de bir yabancı olmalıyım gözlerinde. İlk defa gelmiş gibi meraklı ve çekingen ama sanki öncesi de varmış gibi sıcak, samimi ve doğal karşılamalı, karşılanmalıyım. Tadını çıkarmalıyım orada olduğum her bir anın ve sonra tadında bırakarak her şeyi, alışmadan ve alıştırmadan gitmeliyim. Ama ardımda mutlaka birkaç insan, birkaç bakış, birkaç kelime, birkaç iz bırakmalıyım kendimden. Çok değil ama; beni tanımalarına yetecek ve bir o kadar da bana yabancı kalacak kadar. Bir gün o şehre tekrar gelecekmiş gibi ve bir o kadar da bu gidişin bir dönüşü olmayacakmış gibi. Ne ait olmalıyım, bağlanmalıyım o şehre ne de tamamen köksüz ve bağsız bir yabancı olarak kalmalıyım. Hiçbir zaman bulamayacağını içten içe bilse de hanını arayan bir yolcu gibi olmalı benim varlığım. Her seferinde hem bir geri dönüş hem de bir terk ediş gibi...


TEMMUZ MEKTUPLARI 10’


Görsel: Deviantart

KELEBEĞİN ÖMRÜ

2.07.2010
Gözün görmediği mekanlardayım. Sözün terk edildiği susmalarda. Zamansız. Gözden ve sözden uzak, hayatın üzerinde bir ip cambazıyım şimdi. Yürüme gayretindeyim. Düşeceğim yer açık seçik.

Zamanın denk geldiği ilk arada soruyorum da içimdeki falcıya; bir kelebeğin ömrüne bağlanıp kalmış senin düşlerin, diyor. Kelebeğin ölüsünü koyuyor avuçlarıma; artık gerçeğe aç gözlerini...

Yüreğimde görülmemiş kabusların kasılmaları. Düşlerim gerçeğe yansımıyor. Gerçek, kelebeğin katili. Köşebaşında düşmemi bekliyor.

Alıyor ipin üzerinden, bir tren vagonuna bindiriyor beni hayat. Artık gerçeğe dönme vakti geldi, diyor. Biletim önceden kesilmiş. Seçmediğim bir yolculuk bu. İçimin almadığı. Başladığım istasyona gönderiliyorum. Hiç gitmemişim gibi. Bilmemişim gibi yaşadıklarımı. Hiç sinmemişim gibi içine yüreğinin...

Ağır ağır giderken bir tren vagonunda şimdi, bir kelebeğin ölüsünü tutuyorum avuçlarımın arasında. Atmaya kıyamadığım. Kırılan kanatlarına sığınıyor tüm haykırışlarım. Acaba farkında mıydı diye düşünüyorum; güzelliğinin ve bu kısacık ömrüne sığdırılan tüm yaşanmışlığın?


*İlk yayın tarihi: 24/07/08
**Görsel:
Deviantart