Pages

AŞKIVEDA

30.10.2010

Ellerin bir elmayı ikiye bölüyor, elmas
bir bıçak yerine. bölüşüyoruz kuşları
kardeşçe kardelenlerle birlikte
yaz gelir, diyorum. kirinden arıtılmış bir sesle

Sen yükünü doldurup küfene, gidiyorsun
peşinde sokak köpekleri, ağır aksak.

Sert, kokulu, sulu elmalar ayarında bu sevgi
görüyorsun, diyorum. gün yalpıyor alnında
durmadan yürüyorsun, dalgalar siliyor izini kumlardan
yüzünde eksik mevsimlerden kalma bir yaprak.

Aşk, diyorum; iğne atsan yere düşmemektir,
oksijeni bol bir hava solumaktır ya da.
diyorsun ki elveda,
birden akşam oluyor sularda.



OSMAN NAMDAR



Görsel: Deviantart

KÖRLÜK

28.10.2010

Korku insanı kör eder, dedi koyu renk gözlüklü genç kız. Haklısınız, gözlerimiz görmemeye başlamazdan önce bizler zaten kör olmuştuk, korku bizi kör etmişti. Aynı korku yüzünden körlüğümüz sürüp gidecek. Konuşan kim, dedi doktor. Bir kör, diye yanıt verdi ses. Sıradan bir kör, buradakiler gibi. Bunun üzerine gözü siyah bantlı yaşlı adam sordu; körlüğün tam olarak var olabilmesi için kaç kişinin kör olması gerekir? Bu soruya kimse yanıt veremedi.


KÖRLÜK
JOSE SARAMAGO


Görsel: Deviantart

MEKTUP

27.10.2010

Bir zamanlar...

El bebek gül bebektim. Bazı günler külkedisi, bazı günler pamuk prensestim. Herkesten en güzeldim ben senin gözünde. Seninleydim.

Sense benim tek kahramanım. Prensimdin. Ne dersen oydu benim için. Yerle gök yer değiştirecekse bile öyleydi. Sen ne dediysen öyle bilirdim. Benimleydin.

Sonradan...

Büyümekle başladı her şey. Büyüdüm masalların rengi değişti önce. Sonra oyunlarımın şekli. Pamuk prenses yedi cücelerle kalmayı seçti. Sinderella kendi prensiyle evlendi. Masalların kullanım süresi doldu. Sen kahramanlıktan vazgeçtin.

Yaşımdan büyük oldu yüreğim çoğu zaman. Ve bir o kadar da kırılgan. Cevapsız sorularıma yenileri eklendi. Çocuk aklım ermese de pek çok gidişe, ses etmedi. Vedalar hep ağır gelmez mi yüreklere? Bir tanesi yetmişti zaten. Peki sen kalkıp nereye gittin?

Bilseydim gideceğini, inat eder, büyümezdim.

Şimdilerde...

Geçmişin dikişleri atıyor birer birer . Her kopan iple beraber yara biraz daha açılıyor. Biraz daha kanıyor.

Ne eski masallar kalmış artık. Ne de eskisi gibi masal dinleyen çocuklar. Kimse bana kendimi prenses gibi hissettirmedi şimdiye kadar. Masallara kanmayı özledim ben oysa. Yalan da olsa külkedisi olmayı. İçinde küçücük kaldığım oyunlar oynamayı. Ama büyüdükçe yalnızlıklarımız daha çok artıyormuş artık biliyorum.

Düşünüyorum da şimdi kimsenin git demediği ama kalmayı da istemediği bir vazgeçiş oldu bizimkisi. Et tırnağın çok battığını düşündü, tırnak etin kendini çok sıktığını. Hangi istasyonda ayrıldık birbirimizden, hangi arada edildi veda? Sallandı mı bir el arkamdan, bilemedim. Ama etle tırnak birbirinden ayrıldı. Bizim masalımızın sonu kötü bitti.

Geçen onca senenin ardından dışımda oldukça kalın bir kabuk biriktirdim. Ama içim hep aynı kaldı. Sen unuttun mu bilmiyorum. Ben unutmuş gibi yapıyorum sadece ve geçen her güne bir çentik daha atıyorum. Sensiz geçen bir seneyi daha atlattım mesela. En büyük yalanımı söylüyorum kendime. Seviniyorum.

Belki bir gün...

Gelirsin. Prenses değil, külkedisi hiç değil ama babasının kızı olurum ben de. Babası olan bir kız. Ne dersin?

Son...

Bu geç kalmış bir babalar günü yazısı değildir. Bir babaya dair geç kalmış her günün yazısıdır.



*İlk yayın tarihi: 10/09/08
**Görsel:
Deviantart

SÖYLE/MEK

25.10.2010
sanıyordun ki,
her kelimenin
sadece iki sahibi vardır;
bir söyleyen, bir de söylenen.

sanıyordun ki,
bir zamanlar
sadece sana söylenmişti,
yürekten söylenmişti,
senin için söylenmişti,
sizindi yazılanlar.

şimdi ise artık biliyorsun.
kelimeler sahiplerine benzemez asla
sadıktır onlar...



Görsel: Deviantart

NEFRET Mİ DEDİNİZ YOOOK CANIIIM!

22.10.2010

-Kilitte dönen anahtar sesiyle mutfak kapısından kafamı uzatıyorum. Yorgun ve bir o kadar da sıkkın bir ifadeyle içeriye giriyor. Bana yemekte eşlik edebileceğini düşünerek davet etmek için kapı önünde bekliyorum yüzümde güleç bir ifadeyle. Derken çantasını yerden alıyor, selam vermek, yüzüme bakmak ve benzeri bir eylem yapmadan, sanki orada yokmuşum gibi yanımdan geçip odasına giriyor, kapısını kapatıyor ve bir daha çıkmıyor. 6.His filmindeki ya da Ghostwhisperer dizisindeki gibi öldüm ve ruhum etrafta dolanıyor da benim mi bundan haberim yok acaba, diye kendimi çimdikliyorum bir an. Canım yanıyor...

-Kilitte dönen anahtar sesiyle odamın kapısından kafamı uzatıyorum. Telaş içinde kendi odasının kapısını kilitlemeye çalışıyor. Günaydın, diyorum, hayırdır? Geç kaldım, diyor aynı telaşla. Peki kapını niye kilitliyorsun, diye soruyorum sabah şaşkınlığında. Bir an yüzüme kararsız bir ifadeyle bakakalıp, “Allah korusun hırsız falan girer, bilgisayarım var ya odada” diye cevap veriyor. Sokak kapısından rahatlıkla girebilen bir hırsızın ev içersinde giremeyeceği bir alan olabilir mi acaba ve eğer bu hırsız ben olsaydım kapıyı açmak için en etkili ve kısa yol olarak hangisini kullanabilirdim, diye düşünürken buluyorum kendimi bir an. Aklım almıyor...

-Kilitte dönen anahtar sesiyle salon kapısından kafamı uzatıyorum. Elindeki poşetlerle hızla mutfağa giriyor ve aldıklarını alelacele buzdolabına yerleştirmeye başlıyor. Neden sonra nasıl olduysa varlığımın farkına varıp (yaşasın ben bir hayalet değilmişim oh bee) buzdolabı başta olmak üzere mutfakta varolan bütün dolapların içersinde, kendince yaptığı “bu raf benim, bu raf da sana ait olsun, böylece yiyeceklerimiz karışmaz” içerikli söylemini dinliyorum hayretle. Mutfaktan çıkıp gittikten sonra bir onun dolmuş ve taşmış rafına, bir de kendimin 2-3 parçadan oluşmuş rafına bakarken buluyorum kendimi. Şeytan dürtüyor...

-Kilitte dönen anahtar sesiyle evin içinde herhangi bir kapıdan (elbette ki onun oda kapısı dışında, hala en uygun yolu bulmuş değilim) kafamı uzatıyorum. Selam veriyor (eyvah kesin bir şey var bunun altında) ve birkaç gün önce mutfakta yıkadığım bulaşıklardan konu açıyor. Onun bıraktıklarını yıkamama gerek olmadığı (neyse ki bu sefer en azından yıkamış bulunduğum için teşekkür etti) herkesin kendi bulaşığını yıkaması gerektiği ve benzeri konularda birşeyler söylemeye başlıyor. Ve bunu kanıtlamak istercesine kendine ait yıkadığı tabak çanaklarla lavabonun içinde yıkanmamış, tek başına, boynu bükük kalmış bana ait bir kupayı işaret ediyor. Bir kupaya bir ona bakıyorum. Yaşadığım saçmalıklar toplu halde gözümün önüne geliyor, zaman kavramını yitirdiğimi, kendimi kaybettiğimi sanıyorum. Midem bulanıyor...

-Kilitte dönen anahtar sesiyle bu sefer kafasını odasının kapısından uzatan o. Aslında yüzünde bana tam neden bu saatte bu kadar ses yaptığıma dair soru soracakken, elimdeki valizi görüp sorunun mecburiyetten nereye gittiğim şekline dönüşmesinin şaşkınlığı ve sıkıntısı var. Ben bu evde yaşayamıyorum, diyorum anlamasını umarak. Mahalle bakkalıyla uzun uzun sohbet edebiliyorum, her gün bindiğim otobüsün şoförüne başımdan geçen komik yolculuk maceralarını anlatabiliyorum, üst kat komşumuzun sırf ben gireyim diye aralık bıraktığı kapısından girebiliyorum, karşı apartmanda oturan ufaklıklarla elimdeki tek bir elmayı paylaşabiliyorum ama kendi evim olduğu söylenen bu evde yaşayamıyorum. Kalan eşyalarımı sonra alırım, diyorum ve çıkıyorum. Sanırım yaptığım en doğru hareketlerden biri oluyor bu. Üzerimden büyük bir yük kalkıyor...


*Öğrencilik dönemime ait ev arkadaşı modellerinden biri...
**İlk yayın tarihi: 13/09/08
***Görsel:
Deviantart

HER GÜN YAŞAMAK

21.10.2010

Işıklı günlerinde düşün,
Memleketini, dostlarını, sevgilini,
Onlarla kal, dinlen
Bırak kendinden birşeyler,
Bir mağlup akşamın mahzunluğu
Silinsin gözlerinden.

Bir kavga sonunu unut.
Sen maceralar peşinde değil,
Umutsuz bir yolculukta değilsin.

Yaşamak sadece sevmektir, inan bana.
Sevmeyenler dünyamızda yaşamıyor.
Yaşamak suda, toprakta, insanlarda görünerek;
Bir zeytin ağacı gibi...
Bir zeytin ağacı gibi, ne güzel,
Denize yakın olacaksın,
Uzayan dallarında, yapraklarında ışık
Ta derinlerde köklerin.
Bir zeytin ağacı gibi, bin yıl severek
Yaşamak her gün.



ARİF DAMAR



Görsel: Deviantart

KENDİM/L/E KONUŞMALAR-V

19.10.2010

şimdi sen;
içine mi yağıyorsun?
içinden mi?
hangi buluttan nem kaptı yine yüreğin?
hangi zamanın yansıması bunlar?



Görsel: Deviantart

YERALTINDAN GELEN MEKTUP

15.10.2010
Sevgili Ö.,


Birkaç gündür aynı rüyayı görüyorum biliyor musun? Benim gibi rüyalarını hatırlamakta güçlük çeken, neredeyse düş görmediğine inanacak olan birinin rüyalarında aynı iki adam var son birkaç gündür. Yüzleri yok; yüzlerinin yerinde sadece bir karanlık...Sesleri yok; seslerinin yerinde büyük harflerden oluşan koca bir çığlık...İsimleri, isimleri var evet ama benim, senin, hepimizin çoktan unuttuğu, yok saydığı, hatırlamadığı, üzerine kim bilir daha ne çok şeyin konuşulduğu, konuşulacağı birkaç kelime sadece...Ve ben sürekli bu isimleri fısıldar buluyorum kendimi. Takılmış plak gibi aynı isimler dönüp dolaşıyor dilimde. Sonra bir kuşun kanat sesleri bölüyor uykumu ve hemen ardından uyanıyorum.

Birkaç gündür sürekli aynı şeyi düşünüyorum biliyor musun? Anka Kuşu’nu; Şili’nin 33 insanını yerin en dibinden tekrar günyüzüne çıkardığı kapsülün adı Zümrüdü Anka’yı...Hani şu ölümsüzlüğü simgeleyen, öleceği zaman kendi kendini yakan ve küllerinden yeniden doğan, tüm zamanların bilgisine sahip olduğuna inanılan efsanevi kuşu...Belki de diyorum, bir yanımızla masallara, efsanelere inanmayı sürdürebilseydik her şey çok daha başka, çok daha güzel, çok daha kolay olurdu.

Ama biz masalları da bıraktık ardımızda sevgili dostum, efsaneleri de. Biz birbirimize inanmayı bile çoktan bıraktık gerilerde. Şimdi herkes kendi aklında, kendi yüreğinde sadece, kendi derdinde. Baksana Anka Kuşu’yla yaşamlarına yeniden kavuşan 33 madenci için tüm dünya gibi bizler de haklı olarak sevinirken Gülüzar Kartal’la Hayriye Düzcük’ün yüreklerindeki acıyı çoktan unuttuk. Biz bu iki gözü yaşlı, yüreği yaralı kadının kocalarını; Dursun Kartal’la Engin Düzcük’ü yerin tam 700 metre altında unuttuk Ne yaşatmayı becerebildik onları ne de ölülerine sahip çıkıp saygı duyabilmeyi...Biz insanlığı unuttuk sevgili dostum, insan olabilmeyi, insan kalabilmeyi. Sol yanımızın farkında olmayı ve her şeye rağmen sol yanımızın farkıyla yaşamayı unuttuk. Şimdi bana “unutmak” diye bir şey olmadığını hatırlatacaksın biliyorum. Haklısın. Ama biz bunun olmadığını da unuttuk!

Birkaç gündür aynı rüyayı görüyorum biliyor musun? Benim gibi rüyalarını hatırlamakta güçlük çeken, neredeyse düş görmediğine inanacak olan birinin rüyalarında aynı iki adam var son birkaç gündür. Yüzleri yok, sesleri de öyle. İsimleri ise bir mıh gibi kazılı kalmış belleğimde. Görmediğim gözlerinin ağırlığı üzerimde, tam karşılarında oturuyorum mekansız ve zamansız. Oturuyorum ve onlarla birlikte aynı çocukluğumuzda olduğu gibi yeniden bir masala inanmayı dileyerek Anka Kuşu’nu bekliyorum.



*17 Mayıs’ta Zonguldak’ta yaşanan grizu patlamasında 30 maden işçimiz, 30 insanımız göçük altında kaldı. 3 gün sonra 28’inin cesedi ailelerine teslim edildi. Dursun Kartal ve Engin Düzcük’ün cesedi ise 5 aydır göçük altında. Cesetlerin göçükten çıkartılabilmesi için 18 Ekim’de ihale yapılacak ve bu ihalenin ardından çalışmalara başlanacak.

**Görsel:
Buradan alınmıştır.

ŞİLİ'DE MADENCİ OLMAK!

13.10.2010
Günün yoğunluğu arasında elimden geldiğince haberleri takip etmeye çalışıyorum. En çok da yüzümde kocaman bir tebessüm ve mutlulukla Şilili madencilerin kurtarılış haberlerini...

“Tam 69 gündür yerin 622 metre altında mahsur kalan Şili’li 33 madenci birer birer özgürlüğüne kavuşuyor. “Anka Kuşu” adı verilen ve özel olarak yapılan bir kapsülle şu ana kadar 7 kişinin çıkarıldığı kurtarma çalışmaları tahmini olarak 36 saat sürecek. Madencileri Devlet Başkanı Pinera ve Madencilik Bakanı Golborne’un yanısıra madencilerin yakınları ve 2 binden fazla gazeteci karşılıyor.”

Kendi madencilerimiz geliyor sonra aklıma. Daha birkaç ay önce kaybettiğimiz canlar...O günlere dair yaşananları, yazılanları, söylenenleri okuyorum da yüzüm düşüyor bir anda, tebessümüm donup kalıyor. Ne mutlu Şilili madencilere, diye geçiriyorum sonra içimden. Ne mutlu onlara ki kaderlerinde bizim madencilerimiz gibi ÖLÜM yokmuş!

***

Başbakanımız; “Grizu patlamaları maden ocaklarının tabii bir parçasıdır. Bunları yüzde yüz önlemek mümkün değildir. Bunu tekrar söylüyorum bu mesleğin kaderinde vardır.” derken haklı aslında. Adı telaffuz edilmiyor olsa bile, yeraltı maden ocaklarında çalışıyor olmanın kaderinde “ölüm” ne yazık ki vardır. İşte Türkiye Maden İşçileri Sendikası tarafından açıklanan ve pek çoğunu bildiğimiz, yeraltı maden ocaklarında iş kazalarını “kader” yapan nedenlerden bazıları:

*Özel sektörün “önce üretim, önce kar” anlayışının, en küçük bir ihmalin bile toplu ölümlere yol açtığı yeraltı maden ocaklarında iş kazalarına davetiye çıkartması,

*Devletin iş sağlığı ve güvenliği denetimi ve yaptırımlarındaki yetersizlik,

*Maden ocaklarındaki denetim yetersizliği; fenni nezaretçinin işverene bağımlı yapısının sürmesi, yerinde ve sürekli denetimin etkili kılınmaması,

*İş sağlığı ve güvenliği mevzuatındaki yetersizlikler; ILO’nun konuyla ilgili 176 sayılı sözleşmesi Türkiye tarafından onaylanmamış ve dolayısıyla uluslararası standartlar mevzuata yerleştirilmemiştir.

*Özelleştirmeler; özelleştirilen maden ocaklarında iş kazaları artmıştır, istatistiklerle somuttur.

*Taşeronlaştırma/Rödevans; toplu ölümlü iş kazalarının meydana geldiği kömür ocaklarının büyük çoğunluğu taşeronlarca işletilmektedir.

*Sendikal Örgütsüzlük; sendikal örgütlülük yerinde ve sürekli denetim demektir. Son dönemde iş kazalarının meydana geldiği ocakların hiçbirinde sendikal örgütlülük yoktur.

Bunlar yeraltı maden ocaklarında önlenebilir olan iş kazalarını “kader” haline getiren nedenlerden sadece birkaçı. Ve bu nedenlerden ötürü, TTK Genel Müdürlüğü istatistik verilerine göre kömür ocaklarında 1955-2009 yılları arasında yaşanan iş kazalarında 2687 işçi hayatını kaybederken 326321 işçi ise yaralı olarak kurtuldu.

İş kazaları bakımından Türkiye en güvensiz ülkeler sıralamasında başı çekmekte; ülkemiz dünya sıralamasında 3. ve Avrupa sıralamasında ise 1. konumda. Anlaşılan o ki; Avrupa ve dünyada çok fazla esemesi okunamayan “kader” iş kazaları bakımından Türkiye’de ağlarını örmüş durumda. Böylesi bir kader sadece bizim işçilerimizin alınlarında yazılı, böylesi bir kötü talih sadece bizim işçilerimiz için kaçınılmaz...

Peki ya şimdi ne olacak? Bu ağın içersine daha nice canların takılmasına sessiz kalıp kaderimize boyun mu eğeceğiz? Yoksa iş kazalarının “kader” olmaktan çıkartılması için yetkililerin ve sorumluluların gerekenleri bir an önce gerçekleştirmesi adına elimizden geleni yapıp sesimizi mi yükselteceğiz?


*İlk yayın tarihi: 21/05/10
**Görsel:
Buradan alınmıştır.

SUSTUĞUMUZ YER

11.10.2010
Sustuğun yer öyle büyük ki sadece ben değil; bu şehir, bu cadde, bu sokak, bu ev, bu oda, hepimiz sığıyoruz içine. Yine de koca bir boşluk kalıyor ardında. Hiçbir kelimenin dolduramayacağı. Senden gelmedikten sonra...

Bilinmeyen bir zaman denizinde, ağır ağır ilerliyor yüreğim. Ufukta kara görünmüyor. Sus payı verilmiş bir geçmiş, sessizliğin gölgesinde dinleniyor şimdi. Herkes kendi payına düşeni almış. Ortada bir ben kalmışım yalnız. Bir de bana ait olmayan bir yalan. Kimse sahip çıkmıyor.

Sustuğum yer öyle büyük ki sadece sen değil, sana dair olan herşey; sevgim, saygım, gücüm, zayıflığım, yarıda kalan sözlerim, düşlerim, tarifsiz kırgınlığım, tek başınalığım, doğrularım, yanlışlarım hepiniz sığıyorsunuz içine...Yine de koca bir boşluk kalıyor geriye. Hiç kimsenin dolduramayacağı. Sen gelmedikten sonra...

Kim bilir diye sormak gereksiz. Kimsenin bilmediği yerlerde kaldı aslında herşey. Ben bile bilmedikten sonra. Sen anlatmadıktan sonra. Her şey bir sessizlik denizinde, senin ellerinle boğulduktan sonra. Kıyıda köşede kalanlar göze çarpıyor sadece. Ve suyun üzerinde koca bir yalnızlık yüzüyor.

Boğulmamak için ona sarılıyorum.



*İlk yayın tarihi: 20/03/09
**Görsel:
Deviantart

AL BENİ SEVECENLİĞİNE

9.10.2010
Ben sevdayım, al beni sevecenliğine
Ben gülüm, dallarına aşıla beni
Çocuğum ben, göğsünde büyüt
Umudum ben, düşüncende geliştir.

Acıyım, gerçeği ararsan bende
İnancım, coşkuyu yaşarsan bende...


ŞÜKRAN KURDAKUL

Görsel: Deviantart

SAYGI???

7.10.2010
Çok yanlış var. Çok fazla eksik. Karşılıksız bırakılan, zora koşulan, söz, durum, davranış, emek. İşin maddi boyutundan bahsetmiyorsun bile. Çoktan geçmişsin çünkü o kısmından ki eğer geçmemiş olsan burada ne işin var hala.

Buna rağmen, “ne oldu” diye soruyorlar, ne olduğunu bilmiyormuş gibi. Oysa her şey açık seçik ortada. Ve beklediğin çok şey de yok aslında. En azından bir çaba görsen, verdiğin desteğin bir karşılığına denk gelsen, hepsinden geçtin küçük bir özre sığdırılmış bir iyi niyet hissetsen belki geçip gitmesi kolay olacak. Atlatması, bir anlık bir sinirin bir rüzgarmışcasına yüzünü yalayıp geçmesi gibi kolay...

Ama geçmiyor işte. Sana kalkıp da hiçbir şey olmamış gibi davrananları gördüğün an, o esip geçmesini beklediğin küçücük rüzgar, sertleşiyor bir anda, yüzüne değdiği an bir tokatmışcasına çarpıyor, acıtıyor canını. Koca bir fırtınaya dönüşüp, sertçe vuruyor aklına, yüreğine, seni bugüne kadar yaptığın her şey için pişman ediyor.

Sonra o fırtınanın içinde kendi kendine gülmeye başlıyorsun sinirli sinirli. İlk defa fark etmiş gibi, aslında içten içe uzun zamandır bildiğin bir gerçeği; hatanın en büyüğü bende diye düşünüyorsun. Ve vazgeçiyorsun savurmaktan, o fırtınanın tüm gücüyle içinde ne var ne yok toplayıp da sırf sen yüzlerine çarpasın diye, dilinin ucuna kadar getirip bıraktığı bütün kelimeleri.

Sadece “yok bir şey” diyorsun. Çünkü gerçekten yok. Olmadığını biliyorsun. Yazık ki insana saygı yok burada. Ve saygı olmadıktan sonra herhangi bir şey beklemenin de hiçbir anlamı yok.


Görsel: Deviantart

AJANDAM/2

5.10.2010

*Bu yıl 9.su düzenlenecek olan Filmekimi 8 Ekim’de başlıyor. Atlas, Beyoğlu ve Cinebonus Maçka G-Mall sinemalarının 4 ayrı salonunda dünyanın belli başlı festivallerinde gösterilen ödüllü yapıtlardan ve usta yönetmenlerin son filmlerinden oluşan tam 31 film gösterime sunulacak. Pek çok filme daha şimdiden bilet kalmamış durumda hatta gala fiyatı üzerinden ek seanslar düzenlenmekte. Listem hazır hazır olmasına da bilet alma işlemine anlaşılan o ki ben yine geç kaldım.

*Pera Film’den “Arjantin’den Öyküler” programı... 5-10 Ekim tarihleri arasında çağdaş, bağımsız filmlerden oluşan bir seçki Tepebaşı’ndaki Pera Müzesi Oditoryumu’nda gösterilecek.

*Devlet Tiyatroları 2010-2011 sezonunu 1 Ekim’de açtı. Bu sene Vahşet Tanrısı, Profesyonel, İki Çarpı İki gibi geçen sezonda gösterilen oyunların yanı sıra Pir Sultan Abdal, Bedensiz Kadın, Ölüleri Gömün gibi yeni oyunlar da var. Bense bu sezonki açılışımı yarın akşam geçen sene seyredemediğim İki Çarpı İki oyunuyla yapacağım.

*Tiyatro deyince aklıma geldi. Yaklaşık 250 yıllık bir geçmişe sahip olan Türk Tiyatrosu’na dair, başlangıçtan bugüne kadar sahne almış tiyatro topluluklarının afiş, broşür ve fotoğraflarından imzalı maaş bordrolarına, mask ve oyun aksesuarlarından Osmanlıca ve Türkçe el ilanları, bilet ve davetiyelere kadar kapsamlı bir koleksiyonu görmek için Türvak Tiyatro Müzesi’ne de uygun bir zamanda mutlaka gidilmeli derim.

*TİM’de Chicago müzikali var, gitme isteği ve hevesi de var ama biletler dudak uçuklatan cinsten. En azından benimkini uçuklatıyor!

*İstanbul’da “Tarih ve Yıkım / Hayal-et Yapılar” projesiyle aynı adı taşıyan kent kültürü sergileri başladı. Projenin temelini İstanbul’un farklı dönemlerine ait ve farklı nedenlerle yıkılıp günümüze kadar ulaşamamış İncili Köşk, Direklerarası, Sadabad Sarayı, Levent İlaç Fabrikası gibi 12 yapı oluşturuyor. Çırağan Sarayı-Heykel Galerisi’nde 14 Eylül’de başlayan ve 17 Ekim’e kadar sürecek olan sergide ”1834 yılında temeli atılan Çırağan Sarayı, ilk yapıldığı gibi kalsaydı İstanbul nasıl gelişirdi?” sorusunun yanıtını bulmak mümkün.

*Belgeselci, gazeteci ve yazar Güneş Karabuda’nın objektifinden 50 yıllık bir dostluğun hikayesi; “Al Gözüm Seyreyle” / Güneş Karabuda’nın Yaşar Kemal Fotoğrafları” sergisi...17 Ekim’e kadar Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde yer alacak olan sergide Güneş Karabuda’nın 1956’dan beri çektiği fotoğraflara Yaşar Kemal’in metinleri de eşlik ediyor. Gitmeli ve görmeli derim.


Görsel: Deviantart

KUMAŞ VE TERZİ

2.10.2010
Dokunduğun an dağılıverecek bir kumaş parçası gibi ömrüm. Vitrinlerdeki hiçbir elbiseye rengim uymadı. Yama gibi eğreti tek başınalığım. Üzerimde yılların tozu ve ağırlığı...

Bir prova mankeni gibi her beden hayat denendi üzerimde. Olmayan gözlerimden bakıyorum da zamana; üzerimdeki iğne izleri kadar çok ve derin hüznüm. Ya küçük geldi yalnızlığım bana, ya da içine hiç sığamadım. İçimdeki makas izleri hep kan kırmızı...

Dokunduğun an eriyiverecek bir kumaş parçası gibi ömrüm. Hiçbir açığı kapatamadı yüreğim. Akıl oyunlarının hep gerisinde kaldı. Yitip gidecek ne varsa hep aslını yaşadım ben. Elimde kalan sadece yalan hayatların kopyaları...

Hiçbir yaşamın içine ait hissedemedim kendimi. Ya fazla gelip taştı yüreğim, ya eksik kaldı tüm bildiklerim. Yer edinemedim. Hayat denen bu albümde hep bir yanı kesilmiş bana ait anların fotoğrafları...

Şimdi seçim senin; dokunup da en ince ipliklerine kadar ayıracak mısın kalan ömrümü ellerinle? Yoksa en bıçkın terzinin bile yapamadığını yapıp, alıp da yüreğimi yüreğine dikecek misin, ekleyecek misin kendi ömrüne?



*İlk yayın tarihi: 18/10/08
**Görsel:
Deviantart