Pages

BİR FOTOĞRAF KARESİNDEKİ BAKIŞ

31.03.2009
Bir fotoğraf karesini tutmak şimdi... Bir fotoğraf karesinden şimdiki zamana tutunuvermek... Ellerinde seneler öncesinin yansıması. Ellerinde senelerin ağırlığı...

Saçların aynı. Rengi ve şekli bugünkü gibi. Aynı tebessüm var yine yüzünde. Dudağının gülümserken aldığı şekil bile hiç değişmemiş. Elmacık kemiğinin üzerindeki koyuca lekeden kilona kadar herşeyinle aynı, aynanın karşısında duruyorsun işte. Sen aynanın karşısında, fotoğraf senin ellerinde... Bir aynaya, bir elindeki fotoğrafa bakıyorsun bulmaca çözüyormuş gibi: İki resim arasındaki farkı bulun. Fark mı, ne farkı? Ha evet, elindeki sadece bir fotoğraf, aynadakiyse sensin, hem de kanlı canlı. Gong sesini duyuyorsun; yanlış cevap. Sonra bir kere daha bakıyorsun daha dikkatli. Bakmak ve görmek ayrı şeyler çünkü biliyorsun içten içe. Sen aynaya bakıyorsun, ayna fotoğrafa yansıyor, gözlerin arada kalıyor. Aynı gözler, ayrı zamanlardan, sana farklı bakıyor.

İnsan yüzünün en önemli yeridir belki de gözler... Kah bilinçli kah farkında olmaksızın her türlü hissiyatımızı ortaya döken kelimelerin fışkırıp durduğu ağzımıza, başlıca görevi olan "koku almak" eylemine yönelik hakkında bir kitap yazılıp hatta bir de film çekilen, merkezi konum itibariyle dikkat çekici bir yere sahip olan burnumuza rağmen gözler çok daha ön saflarda yer alır aslında. Hem de "dokunulmazlık" kisvesi altında... Ağzının hem içi hem dışıyla her türlü oynayabilir, burnunu şekilden şekile sokabilirsin günün modasına göre, peki ya gözlerini? Sahte renklerin arkasına gizlemek dışında bakışlarını ne yapabilirsin ki gözlerine? Hele ki gördüğün hala aynı renk olduktan sonra...

Seneler öncesinin gözleri değil şu anda karşında sana bakanlar. O enerji dolu, içi içine sığmayan, o asi, dediğim dedik ve bir o kadar da tecrübesiz değiller artık. Evet yine pırıl pırıl, yine sevgi dolu ama nasıl demeli bir yorgunluk var sanki, bir olgunluk, bir durgunluk. Yürekten gelip te dile dökülemeyen onca şeyin ağırlığı. Ve senelerin acı-tatlı birikmişliği, keskin yaşanmışlığı... Çok şey anlatmış bu bakışlar, çok şey yaşatmış gizliden gizliye, çok şey saklamış dilden yürekten öte... Ve artık büyümüş. Büyümüşsün...

"Bir bakış bile yeterken anlatmaya herşeyi, kalbinizi dolduran duygular kalbinizde kaldı." diyor ya Behçet Necatigil. Ne kadar da haklı aslında. Kalbinde taşıdıkların, içinde yaşattıkların, anların, anıların, cevapsız soruların ne kadar çok ne kadar büyükse, bakışlarında o kadar yoğun bir o kadar ağır oluyor galiba. Yüreğinin büyüklüğü gözlerine yansıyor. Çünkü gözler kalbin aynası..

Şimdi ayna karşısında, ilk defa güzelliğini sorgulamak dışında başka bir amaçla yerini almışken, nasıl gözüktüğünü anlamaya çalışıyorsun. Hala umut dolu, heyecanlı mı eskisi gibi, yoksa bedeninden daha büyük daha yorgun mu bakıyorsun artık yaşama? Ne önemi var ki aslında, sen yaşadıktan, yaşattıktan sonra. Yaşadıkça varsın. Baktıkça yaşarsın. Yeri gelsin gözlerin bedeninden daha yorgun, daha büyük baksın. Ama tatlı bir yorgunluk olsun bu, huzur dolu...İçinde bugüne kadar yaşadığın ve yaşattığın tüm güzellikleri ve tüm sevgileri barındırsın. Ve hep böyle kalsın, hep böyle baksın...

Bir fotoğraf karesinden bakıyorsun şimdi zamana. Gözlerin aynadan durgun, fotoğraftan daha canlı...

Görsel: Deviantart

KIRIK KELİMELER TAMİRCİSİ

27.03.2009
Sen ellerinle dokunuyorsun hayata. Ellerinde kelimelerin karası, kelimelerin ağrısı sızısı, onarılmaz yarası...

Senin ellerin kelimelerle dolu. Kırık dökük, eskimiş, örselenmiş bir sürü kelime taşıyor avuçlarından. Kırık kelimeler tamircisisin sen. Kullanım süresi dolmuş kelimeler yeniden hayat buluyor senin ellerinde. Eskimiş, bir kenara atılmış, yanlış kullanılmış kelimeler yeni öykülerin yeni kahramanları oluyor.

Her insanın bir öyküsü vardır ya kendine dair. Ve her bir öykü bir diğerinin ilişiğindedir. Sen mavi öykülerin efendisisin. Kendinden başlıyorsun önce yazmaya. Sonra kendi öykünden diğerlerine geçiyorsun. Başka öykülerin kahramanı oluyorsun bir anda. Başka öykülerse senin hayranın. Sen kelimelerinle dokunuyorsun hayata. Senin kelimelerin yüreklere sesinden önce ulaşıyor. Her seferinde yine bir öykü, yeni bir öykü, yeniden, senin ellerinden hayata başlıyor.

İşte bizimki de senin elinden çıkma, sıcacık bir öykü tadında başladı. Kokusu yakın tarihe sinmiş birkaç satırlık bir başlangıç. Dumanı üzerinde tütüyordu ve kocaman bir dilim sunulmuştu önüme. Hayır demedim.

Şimdi sen satırlarını üç haneli rakamlarla tescil ettirirken ben seni kaçıncı da yakaladığımı düşünüyorum mesela. Kaçıncı yazından tutunup da dahil olduğumu hayatına. Rakamlarla aram iyi olmadı hiçbir zaman. Ama bildiğim davetsiz bir misafir gibi yer edindiğim öykülerinde kırk yıllık bir dost gibi hiç yabancılık çekmedim.

Resmiyetin baş köşelerde ağırlandığı masalardan yer sofralarına geçişimiz uzun sürmedi. “Sen” demek yeterli oldu bizim için. “Siz” demenin sözde kalan saygısına gerek duymadık. “Biz” olduk kısaca. Aynı dili konuşuyorduk sonuçta. Benzer yerlerde susup, yakın öykülerde buluştuk Biz seninle sırası geçmiş bir tanışma öyküsünün içinde, birbirini geç bulmuş asıl kahramanlar olarak yer bulduk.

Şimdilerde o kocaman yüreğinle biriktirdiğin öykülerin en büyük takipçilerinden biriyim ben de. O kocaman yürekle bizzat tanışma şerefine erişmiş şansli bir isim. İki satırlık başlangıçların sonrasında satırlara sığmadığı bir örnektir bu yazmaya çalıştığım. Ama benim kelimelerimin sesi bu kadar çıkıyor işte. Daha fazla bağırsam, daha sesli yazmaya çalışsam kırılmalarından korkar içim. O yüzden kalemi bırakıp gerçekten yakışan ellere, susmam lazım.

Son olarak; benim hayat öykümde bir yer buldun kendine. Hem de baş köşelerde, dar vakitlerde geniş zamanlar edindin.

Konukluğunu sevdim.
Ne iyi ettin de geldin.
Hoş geldin.


*Sevgili Dostum Celal Çelik'e...

Görsel: Deviantart

ENGELLERİ KALDIRMAK

25.03.2009
“Türkiye’de 8.5 milyon kayıtlı engelli var. Sosyal paylaşım ve uyum alanlarının eksikliğine bağlı olarak topluma ve hayata karışamadıkları için görmezden, duymazdan geliniyorlar.”

“Kalbini engelleme, engelleri kaldır”

1 Haziran 2009 tarihinde hayata geçecek olan bu proje ilk olarak İstanbul Bilgi Üniversitesi Görsel İletişim Tasarımı son sınıf öğrencisi Rodin Alper Bingöl tarafından Türkiye’nin unutulan gerçeği engellilerin hayatını kolaylaştırmayı hedefleyen, konu üzerine farkındalık kampanyalarının hazırlandığı bir tez projesi olarak başlatılmış. Mart 2009’dan itibaren de Bingöl ve destekçiler tarafından kurulan “Engelsizler Derneği” olarak çalışmalarına hızla devam etmekte...

İnternet erişimi olan engellilerin, ailelerinin ve “engelleri kaldır” sistemine dahil olmak isteyen kişilerin hedef kitle olarak alındığı projede http://www.engellerikaldir.com/ web sitesi, fotoğraf çekimleri, reklam filmleri, yaratıcı açıkhava farkındalık kampanyaları, konsept banner ve viral pazarlama araçları tasarım ve uygulamaları gibi çeşitli faaliyetler mevcut.

Hedefler ise şu şekilde belirtilmiş;

* “Kalbini engelleme, engelleri kaldır!” sloganı çerçevesinde düzenlenecek reklam kampanyası ve PR çalışması ile Türkiye’de bulunan 8,5 milyon kayıtlı engellinin ve onlara destek olan aileleriyle birlikte 20 milyon kişinin farkındalığını sağlamak. Topluma ve hayata yeterince karışamadıkları için toplum tarafından görmezden, duymazdan gelindiklerine dikkat çekmek.

* Engellilere yönelik çalışan birçok kurum ile yapılan görüşmeler sonrasında öncelikle engellilerin kullanımı doğrultusunda hazırlanan http://www.engellerikaldir.com/ web sitesi aracılığıyla engellileri eğitmek, bilgi teknolojilerine hakimiyetlerini sağlamak, iletişim becerilerini geliştirmek, eğitim ve bilgiye dayalı eşitsizliği lehlerine çevirerek iş gücüne katılım oranlarını artırmak, birbirleriyle iletişime gecerek site üzerinden seslerini duyurmalarına yardımcı olmak, firmaların engellilere site üzerinden kampanyalarla ulaşımını sağlayarak engellilerin toplu katılımlarını sağlamak.

* Sitenin engellerin kaldırılmasına yardımcı olabilmesi amacıyla da engelli üyelerin engelini kaldırarak gerçekleştirmek istedikleri “iş imkanı, tekerlekli sandalye, maça gitmek, deniz görmek, seyahat etmek v.b” isteklerini paylaşıp, gönüllü üyelerin site üzerinden iletişime geçmeleri sağlanarak bu isteklerini gerçekleştirme yolunda geçici yada kalıcı olarakk engellerinin kaldırılmasına yardımcı olmaktır.

Konuyla ilgili detaylı bilgiyi http://www.engellerikaldir.com/ sitesinden öğrenebilir, isterseniz gönüllü olarak bu projeye hem tanıtım hem de katılım anlamında destek verebilirsiniz. Ne de olsa engelimiz yoksa, engelleri kaldırabiliriz öyle değil mi...

ESKİ VE ŞİİRLİ...

23.03.2009
Ben ona aşıktım. O ise bir başkasına....

SANA
Küçük çocuklar yapıp geceleri kendimden
Seni öpsünler diye gönderiyorum sana
Bana, kucaklarında seni getiriyorlar
Ben de sonra o seni getiriyorum


Ben ona dair düşlerdeydim. O, bir başkasının peşinde...

AKIL GÖZÜ
Seni bulmaktan önce aramak isterim
Seni sevmekten önce anlamak isterim
Seni bir yaşam boyu bitirmek değil de
Sane hep yeniden başlamak isterim.


Ben ona aşk dolu bakarken o benim dostluğumda, karşılıksız aşkına teselli arıyordu.

AŞK
Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin
Kocaman denizlerde ender bir balık gibisin
Bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır, bir güldürür
Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin


Lise sıralarına sığmaya çalışan koca bedenlerimize rağmen küçüktük o zamanlar. Ama benim O’na, O’nun bir başkasına olan aşkı, hepimizden, herşeyden büyüktü.

BİRİ
Ona seni anlattı, sana onu anlattı...
Başı ona anlattı, sana sonu anlattı...
Yarım yarım yaşayan darmadağın evlere
Birin ne kadar bütün olduğunu anlattı.



Sonra birgün o hayatından vazgeçmeye niyetlendi karşılıksız aşkı yüzünden...

HOŞÇAKAL
Siyah beyaz tuşlarında piyanomun
Seni çalıyorum şimdi
Çaldıkca çoğalıyorsun
Sen arttıkça ben kayboluyorum

Seni doğuruyorum geceye
Adını koyuyorum aya bakarak
Her şey sen oluyor her yer sen
Ben ölüyorum

Sesini duyuyorum rüyalarımda
Gözlerimi kamaştırıyor ışığın
Rüzgar sen gibi dokunuyor bana
Ben doğuyorum

Duymak istediklerimi söylemiyorsun hiç
Dokunmuyorsun bana
Sen gibi bir şimşek çakıyor
Tam kalbime düşüyor yıldırımı
Ben gidiyorum


Bense bu yaşattığı acı nedeniyle O’ndan...

ONARMAK ZORDUR
Şarkılar değil de
Hep kulaklar bitiyor,
Onarmak zordur.

Bir yürek üşümüş
Kapamış kapılarını
Onarmak zordur.

Bir şey yitirilmiş
Hiç eskimeyecektir
Onarmak zordur

İnsanın içine düşen korku
Özgürlüğünden olmuştur
Onarmak zordur

Ölümü düşünmek yenilmektir
Sevmek ölümü yenmektir
Onarmak zordur.


Şimdi bu anının kahramanları nerede bilmiyorum. Tek bildiğim O’ndan bana kalan; sayesinde tanıdığım bir sürü şair, şiir ve içime işleyen dizeler oldu...En çok da Özdemir Asaf...

MUHASEBE
Kazandıklarım bitti, yitirdiklerim kaldı
Söylediklerim gitti, dinlediklerim kaldı
Bir bilmek ülkesinin, düşün iline vardım
Öğrettiklerim gitti, öğrendiklerim kaldı...


Sevgili cesetizleri mimlemişti beni uzun süre önce. Bende bu mimi sevgili bariisss, Uzağa Giden Kadın ve Serzeniş Meraklısı’na yolluyorum. Şiir gibi günlere...


Görsel: Deviantart

SUSTUĞUMUZ YER

20.03.2009
Sustuğun yer öyle büyük ki sadece ben değil bu şehir, bu cadde, bu sokak, bu ev, bu oda hepimiz sığıyoruz içine. Yine de koca bir boşluk kalıyor ardında. Hiçbir kelimenin dolduramayacağı. Senden gelmedikten sonra...

Bilinmeyen bir zaman denizinde, ağır ağır ilerliyor yüreğim. Ufukta kara görünmüyor. Sus payı verilmiş bir geçmiş, sessizliğin gölgesinde dinleniyor şimdi. Herkes kendi payına düşeni almış. Ortada bir ben kalmışım yalnız. Bir de bana ait olmayan bir yalan. Kimse sahip çıkmıyor.

Sustuğum yer öyle büyük ki sadece sen değil, sana dair olan herşey; sevgim, saygım, gücüm, zayıflığım, yarıda kalan sözlerim, düşlerim, tarifsiz kırgınlığım, tek başınalığım, doğrularım, yanlışlarım hepiniz sığıyorsunuz içine...Yine de koca bir boşluk kalıyor geriye. Hiç kimsenin dolduramayacağı. Sen gelmedikten sonra...

Kim bilir diye sormak gereksiz. Kimsenin bilmediği yerlerde kaldı aslında herşey. Ben bile bilmedikten sonra. Sen anlatmadıktan sonra. Herşey bir sessizlik denizinde, senin ellerinle boğulduktan sonra. Kıyıda köşede kalanlar göze çarpıyor sadece. Ve suyun üzerinde koca bir yalnızlık yüzüyor.

Boğulmamak için ona sarılıyorum.


Görsel: Deviantart

KENDİME SATAŞMALAR

18.03.2009
Saklandığın yerlerden vuruyor hep zaman. Sustuğun yerlerden acıtıyor en çok canını. En büyük yalanı kendine söylüyor da yüreğin, zamanı kandıramıyorsun işte. Kaçış yok. Geldiğinde kapatamıyorsun kapını...

Oysa sen de biliyorsun herkes kadar yalnızlığın. Ne eksik diğerlerinden, ne daha fazla. Sen sadece öznesi yapmışsın cümlelerinin. Yetinmemiş küçük harflere sığdırmaya çalışmışsın. Bilinmeyen bir dilden geliyor ya hani bazen kendine bile sesin. Bundandır ağırlığı...

Başı sonu belli olmayan yolculuklarda geçiyor ömrün. Öyle çok dalıp gidiyorsun ki bazen, kendi izini kaybediyorsun kendi içinde. Geçmişte kaldığın yerlerde mi aramalı seni, geleceğe varmalarda mı beklemeli bilinmez. Aralarda bir yerlerde sıkışıp kalmışlığın.Yüreğin sanmaktan yorgun, aklın hep varamadığın yerlerde takılı.

Oysa sen de biliyorsun herkes kadar üşümen. Ne daha az diğerlerinden, ne daha çok. Sen sadece gecelere kurmuşsun düşlerini, yastıkaltında sakladığın. Gündüzleri gerçeklerin zamanında yaşıyorsun. Ses etmediğin acılar biriktiriyorsun yüreğinde damla damla. Bundandır fazlalığı...

Zaman hep koşar adım gelip geçiyor yanından. Geçerken her seferinde, hızla çarpıyor sana. Şöyle bir yalpalatıyor, silkeliyor seni. Geçmişin dikişleri atıyor, hafifçe kanıyor yüreğin. Sendeliyor ama düşmüyorsun. Ardına bakmadan çekip gidiyor sonra zaman. Dudaklarında acı ama tanıdık bir tebessüm bırakarak...

Görüyorsun bir tekerleme gibi sürüp gidiyor işte hayat. İçinde eskilerden kalma silinmez izler. Dilin döndüğünce yaşamaktır çalıştığın. Dilinin dönmediği yerlerdeyse geçmişe sarılırsın. Zamanın merhametine sığınıp, kendinden kaçarak...

*Kendime dediğime bakma, aslında kendimden ziyade daha çok sana dair bu sataşmalar. Kendimizi kandırarak değil de, dilimiz döndüğünce yaşayarak yorulmalı aslında. Dilimizin dönmediği yerlerde birbirimizin kelimelerine sarılmalı. İyisiyle kötüsüyle dağılmalı ve dağıtmalı bazen. Ama toparlanacağın son gücü de içinde tutarak. Bir keresinde bana yazmıştın ya hani “yüzümde şu aralar hep aptal bir gülümseme var kötü şeylere inat. Sanki ben yüzümü asarsam kötü şeyler sevinecek.” diye...İşte ben yüzünde herşeye inat, hep o aptal gülümsemeyi görmek istiyorum. Ve hatta o gülümsemenin diğer yarısı olmak...


Görsel: Deviantart

GÜNEŞİ GÖREN VAR MI?

17.03.2009
Doktorlar, Bir Bulut Olsam, Arka Sokaklar, Gece Sesleri, Yol Arkadaşım, Son Bahar...Bunlar çeşitli tv kanallarında akşam kuşaklarında yayınlanan dizilerden sadece bazıları...Kimileri ünlü edebiyat romanlarımızın güncel ve daha trajik bir formatta ele alınarak dizileştirilmiş hali, kimileriyse yabancı tv kanallarındaki bazı dizilerin türçe versiyonu...İçlerinde seyrettiğim yok ama isimlerine bazılarını annemin de seyrediyor olmasından dolayı aşinayım...

Güneşi Gördüm ise Mahzun Kırmızıgül’ün Beyaz Melek’ten sonraki 2. yönetmenlik denemesi olan film. Beyaz Melek filminin çekimleri sırasında 75 yaşındaki bir amcanın anlatığı öyküden yola çıkarak filmin senaryosunu yazdığını söyleyen Kırmızıgül aynı zamanda filmin yönetmeni ve de oyuncularından biri. Film gerek hassas bir noktaya değinen konusu, gerekse Altan Erkekli, Demet Evgar, Ali Sürmeli, Emre Kınay, Erol Günaydın, Menderes Samancılar, Nurseli İdiz gibi güçlü isimlerin yer aldığı kadrosuyla da dikkat çekmekte. Beyaz Melek’le yönetmenlik konusunda genel olarak olumlu eleştiriler alan Mahsun Kırmızıgül’ün bu filmini henüz seyretmedim ama seyredilecekler listemde yerini almış durumda...

Buraya kadar herşey normal. Peki ya bundan sonrası ve ben bunları niye yazdım...

Son birkaç gündür blogumun ziyaretçi sayısı tavan yapmış durumda. Hit ve ziyaretçi sayısı gibi konuları gerçekten önemseyen biri olmadığımdan bu konu çok da dikkatimi çekmedi. Ta ki bu ziyaretçilerin yukarıda ismini saydığım dizi ve Güneşi Gördüm filmini arayan insanlar olduğunu fark edene kadar...Aranılan kelimelere baktığımda “Doktorlar Dizisi”, “Arka Sokaklar 46. bölüm izle”, “Güneşi Gördüm tüm filmi izle” (ki kendisi şu anki saat itibariyle 162 ziyaretçi sayısı ile liste başıdır) vb kelimelerle karşılaştığımda kendi kendime nasıl yani diye sordum.

Çok sevgili arkadaşlar -ya da bu arkadaşları bir şekilde bana yönlendiren çok sevgili google mı demeliyim bilemedim ama- özellikle içe dönük, sorma, sorgulama hatta çoğu zaman öyle olmadığım halde (tanıyanlar bilir) depresif yazılar yazan birinin sayfasında bırakın bu filmi yada dizileri güneşin g’si bile yokken buraya niye gelirsiniz, ne ararsınız, neye bakarsınız sahiden merak etmekteyim. Aradığınızı bulamadığınızda yaşadığınız hayalkırıklığının acısını benden çıkartırmısınız, “ne işim var yahu burada benim” diye söylenerek “bu hatunda kimmiş böyle amma saçmalamış ha” diye düşünürmüsünüz? Yoksa kazara geldiğiniz gibi hiç oyalanmadan koşarak kaçıp gidermisiniz sayfamdan?

Biri bana söyleyebilir mi ben göremedim de, sahiden şimdiye kadar bu sayfalarda güneşi göreniniz var mı?

Bu arada bahsi geçen dizi ve film isimlerini yazarak fırsattan istifade binlerde dolanan ziyaretçi sayımı da onbinlere, yüzbinlere taşımak niyetindeyim bu da aramızda kalsın...

ZAMANI OLMAYAN MEKTUPLAR

13.03.2009
“Nereye” diye soruyor...

“Bilmiyorum” diyorum buz gibi umursamaz bir sesle. Gerçekten bilmemek mi benimkisi yoksa tamamen umursamamak üzerine uydurulmuş güzel bir kılıf mı tüm bu söylediklerim...Belki her ikisine de sığınıyorumdur soruları cevaplarla çoğaltmamak adına kim bilir...

Ama bildiğim bir şey var ki; ne kadar zorlasam da kendimi gözlerimin önüne o ana dair, sana dair hiçbir şey gelmiyor. Sessiz, kırgın ve uzak zamanlardan geriye yüzü olmayan bir adam kalmış sadece belleğimde. Ve o adam, bulduğu her fırsatta belleğimden gün yüzüne çıkarıp da kendini, oturduğu yerden ağır ağır kalkıyor, açıyor kapıyı ve tek kelime etmeden çekip gidiyor.

“Ne zaman” diye soruyor...

“Çok oldu” diye geçiştiriyorum, hatırlayamayacak kadar çok hem de...Hani belleğin unutulmuş bölgesine atılan ve bir daha şimdiki zamana geç(e)meyen, yaşanıp yaşanmadığı bile bir süre sonra bilinmeyen, yarı gerçek yarı rüya, belli belirsiz anlar vardır ya işte onun gibi...

Oysa az önce kapanmışcasına kapıya bakıyor buluyorum kendimi, kulaklarımda belirsiz bir zamana ait ayak sesleri, kendi kendimi yalancı çıkararak içten içe, her adımda benden biraz daha uzaklaşmasını dinliyorum.

İşte böyle anlarda, hani belleğin sana sormadan habersizce tüm ağırlığıyla üzerine abandığı ve senin kayıtsız şartsız teslim olduğun zamanlarda, hiçbir şeyin değişmediğinin bir kez daha farkına varıyorum içim ürpererek. Oysa her seferinde öyle çok yalan biriktiriyorum ki üşümemek adına, öyle çok umursamazlıklarım oluyor ki, kendime yetmelerim, yetmediğimde yok saymalarım, avuntularım...Ama olmuyor işte, ne kadar sağlamasını yapsam da kendi içimde, bir yerinden hep fire veriyor hayat, tutunmalarım hep eksik kalıyor, bir ucu hep sana çıkıyor bütün bu kaçmaların. Ve bütün bu gitmeler var ya hani içimin duvarlarına ellerinle kazıdığın, hepsi yalan aslında, hep zamansız, hep yarım..

Düşünüyorum da şimdi tanıdığım her insanda senin yüzünü arıyorken ve her giden taşıyorken senin ayak seslerini nereye gittiğinin bir önemi kalmıyor aslında, ya da dönüp dönmeyecek olmanın...

Her sene bu zamanlarda yazılıp da, hiçbir zaman yollanmayan karalamalar bunlar. Zamandan bahsettiğime bakma sen, bunlar aslında zamanı olmayan mektuplar. Yıllar geçmiş olsa bile üzerinden ya da sadece birkaç saniye ne farkeder ki, sen hala aynı yerde aynı şekilde kaldıktan sonra zaman “şimdi” değil midir...Ve her nerede olursa olsun, ne kadar saklamaya çalışırsa çalışsın bir baba her zaman kızının yüreğindedir.


* Kahramanları, içeriği farklı olsa da özünde aynı olan bir öyküye; sevgili coffeé'ye...

Görsel: Devianart

MUTLULUK=6TL

11.03.2009
Akşam evde yarı şaka yarı ciddi bir koşuşturma. Erkek kardeşim “meditasyon yapsaydım keşke” diyerek dolaşıyor ortalıkta. Bugün İzmir yolcusu olan annem 2 gün önceden hazır etmiş zaten herşeyi, hevesle “haber verin mutlaka bana, duruma göre geri dönmem” diyor. Dönersen de bizi burada bulamazsın, diyerek gülmeye başlıyoruz. Kızkardeşimse aklıma hiçbir şey gelmiyor şeklinde yan çizse de gözlerinde bir “acaba” bakışı, konuşmaya dahil oluyor ister istemez. Bir hayalden diğerine atlıyoruz bıkmadan usanmadan, dur durak bilmeden anlattıkça anlatıyoruz birbirimize. Şehirler, ülkeler dolaşıyoruz hiç yorulmadan, yaptıklarımızın, aldıklarımızın, verdiklerimizin haddi hesabı yok, yeni, yepyeni hayatlar kuruyoruz kendimize...

Sabah işyerinde yine aynı koşuşturma. Biri “ben bir jip, bir de fotoğraf makinası alırım ve sonra eşimle beraber dönüş tarihi belirsiz bir yolculuğa çıkarım” diyor. Bir diğeri şehir değiştirmekten bahsediyor, “hatta belki de başka bir ülkeye giderim” diye ekliyor sonuna. Bir başkası ise hala hesap kitap peşinde; 4’e bölündüğünde kendisine ne kadar düşeceğini anlamaya çalışıyor. Bir an durup da bakıyorum halimize; her birimiz elimizde birer süper loto kuponu, bir süreliğine uzaklaşıp da hayatın onca ağırlığından, stresinden 6TL ye aldığımız, alacağımız ve büyük ihtimalle yarın akşam sona erecek hayallerimizin peşine takılmış mutlulukla gülümsüyoruz, konuşuyoruz anlatıyoruz birbirimize...

Sonra aklıma sevgili Evren'in bana pasladığı “mutluluk” la ilgili mim geliyor. Bakıp da etrafıma mutluluk diyorum kimi zaman olmayacağını bilsen bile bir hayalin peşine takılıp gitmek belki de...Mutluluk öyle basit, öyle küçük, öyle içimizdeki çoğu zaman es geçip, göremiyoruz, anlamıyoruz, fark etmiyoruz bile...Mutluluk böyle bir şey işte...

Peki ya sizce sevgili Nostatic, perikizi, ve Ateş Böceği "mutluluk" nedir, anlatmak ister misiniz?


Görsel: http://wint3r88.deviantart.com

129K, YAŞAR BEY VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ...

10.03.2009
129K’nın hayatıma girmesi bundan 7 ay öncesine dayanmakta. Gerçi varlığından haberdardım zaten, ama kendisiyle haftanın 6 günü, özellikle sabah saatlerine yönelik yolcu-otobüs ilişkimiz tam olarak eylül ayında, benim Avrupa Yakası’ndan Anadolu Yakası’na taşınmamla başladı. Peki bu 129K, tam olarak kimdir, nedir derseniz eğer, İstanbul’da yaşayan hemen herkesin bildiğine eminim, ama İstanbul dışındaki arkadaşlara yönelik şöyle bir açıklama yapabiliriz; 129K, Kozyatağı-Mecidiyeköy arasındaki İETT hattına ait belediye otobüslerinin adı ya da numarası diyebiliriz, artık ne deniyorsa tam olarak bunlara...

Evet, 129K ile bir geçmişimiz var ama Yaşar Bey’le tanışma şerefine yazık ki yeni eriştim. Geçen gün iş çıkışı, eve dönüşüme yönelik her zamanki güzergahımın dışına çıkıp Mecidiyeköy’den 129K’ya binmeye niyetlendim. Otobüse adımımı atmamla birlikte şoför mahallinde elleri önünde ayakta bekleyen, bir çift gülen gözle karşılaştım. Bu bir çift gülen göz önce sevimli, babacan bir yüze sonra da gayet içten ve samimi bir tavırla “iyi akşamlar buyrun” şeklinde bir karşılamaya dönüştü. Yaşadığım şaşkınlıkla kendime yer aranırken, adının sonradan Yaşar Bey olduğunu öğreneceğim çok sevgili şoförümüz, diğer yolcuları da aynı içtenlikle kapıda ve ayakta karşılamaya devam ediyordu. Hatta otobüse binen yolculardan bazıları “Yaşar Bey, nasılsınız?” “Gözükmüyordunuz ne zamandır, tatilde miydiniz yoksa?” “Torun nasıl Yaşar Bey, büyüdü mü?” şeklinde bu selamlamaya karşılık verip sevgili şoförümüzle ayaküstü hal hatır diyaloglarına giriyorlardı. Ve nihayet kalkış saati geldiğinde, adının artık Yaşar Bey olduğuna emin olduğum sevgili şoförümüz herkese iyi yolculuklar, sevgi ve saygılar dileyerek seromoniye son noktayı koydu ve yolculuk başladı.

Korkunç bir trafik yüzünden şehirlerarası otobüs seyahatine dönüşen yolculuğumuz boyunca, bu durumun beni baştan oldukça şaşırttığını ve hatta biraz da komik geldiğini söylemem gerek, yalan yok. Ama sonrasında Yaşar Bey’in gösterdiği bu ilgi ve alaka, saygı ve iyiniyet beni gerçekten keyiflendirdi. Çok değil, kısa bir süre önce yaşadığım bir olay geldi aklıma.İş yerinden biriyle karşılaşmıştık durakta. Adını bilmiyordum, sanırım o da benimkini. Farklı departmanlardaydık çünkü, ve şu ana kadar tek kelimelik bir diyaloğumuz dahi olmamıştı. Ama biliyorduk işte birbirimizi, aynı çatı altında çalışıyorduk sonuçta, ve eminimki birbirimizi görmek istediğimiz pek çok insandan daha sık görüyorduk zorunluluktan.Durakta aramızdaki birkaç metrelik uzaklıkta süren sessiz bekleyişimiz aynı otobüse binerek sona erdi bir süre sonra. Ve ne tesadüf ki aynı durakta indik, birbirimizin yanından kaçamak bakışlarla ters yönlere doğru geçip gittik. Birkaç adım attıktan sonra yolun ortasında durduğumu hatırlıyorum. Neydi ki bu şimdi böyle, tamam sarılıp öpüşecek değildik elbet, ama bir tebessüm, bir Allah’ın selamı bile çok muydu yani birbirimize. Kızgınlığım sadece ona değildi yanlış anlaşılmasın. Hatta bu sessizliğin, bu selamsız sabahsızlığın bir parçası olduğum, ve değiştirmek adına çaba göstermediğim için kendime daha çok kızmıştım. İşte bunu düşününce Yaşar Bey’in bu yaklaşımını gerçekten bana çok hoş, çok yakın geldi.

Yaşadığımız bu koşturmaca içersinde o kadar çok anlık tanışıklıklar, paylaşımlar yaşıyoruz ki. Otobüs kuyruğunda,banka veznesinde, sinema salonunda yan koltuğumuzda, ilk ve belki de son defa gideceğimiz bir cafenin garsonuyla, kısa süreli, standart diyaloglardan kurulu ve hatta çoğu kez sessiz bir sürü an ve günün karmaşası sona erdiğinde, paylaşılan anların kısalığından ve tekdüzeliğinden bir daha hatırlanmayacak bir sürü yüz var belleğimizde...Bir tebessüm sadece bir arkadaşa mı edilir, bir selam sadece tanıdık bir yüze, sıcak bir bakış sadece sevgiliye mi verilir? Adını bilmediğin, tek bir söz etmediğin, tanımadığın bir yüze tebessüm etmek, bir günaydın veya iyi akşamlar dileği hatta sadece sıcak bir bakış bile kısa bir anlığına da olsa keyif vermek, insan olmanın güzelliğini ve sıcaklığını hissetmek ve hissettirmekten başka ne kaybettirir ki bize? İşte tüm bu düşünceler içerisinde otobüsten inerken, beni görmediğinden ve duymadığından emin olduğum halde, “iyi akşamlar Yaşar bey, ve teşekkürler” diye seslendim çok sevgili otobüs şoförüme.

Gerçekten teşekkürler Yaşar Bey, İstanbul trafiği düşünüldüğünde, böylesine stresli ve sıkıntılı bir işte çalıştığınız halde, bizlere bu olumsuzluklar yerine insanlığınızı, iyiniyetinizi, sıcaklığınızı ve saygınızı yansıttığınız için teşekkürler. Sizi tanıdığıma gerçekten çok memnun oldum. İyi ki varsınız.

*Bu yazı tarih olarak çok eski ama Yaşar Bey ve bana düşündürdükleri hala bugünmüş gibi aklımda. Şu anda evimle birlikte işyerimde Anadolu Yakası’nda olduğundan eskisi gibi 129K hattını kullanmıyorum ve Yaşar Bey hala bu hatta mı, hala çalışıyor mu bunu da bilmiyorum ama yine de ona sevgilerimi ve selamlarımı yolluyorum.


Görsel: http://pagehall.deviantart.com/

MİMDİR MİM...

9.03.2009
Sevgili LiberterKedi’nin yollamış olduğu ve benim her zamanki gibi geç cevaplayabildiğim mim;

*Sizi en çok üzecek olay?
Sevdiğim insanların herhangi bir şekilde özellikle de benim bir hatam nedeniyle zarar görmesi...

*Nerede yaşamak isterdiniz?
Önü deniz, arkası ormandan oluşan bir sahil kasabası olsun da yeri ve adı çok önemli değil...

*Yaşayabileceğiniz en mutlu an?
Sevdiğim birinin hayallerine ulaşmasına şahit olmak...

*Hangi hataları hoşgörüyle karşılayabilirsiniz?
Sahiplenilen, ders alınan ve tekrar edilmemesi anlamında çaba gösterildiğine şahit olduğum hatalar...

*En sevdiğiniz erkek karakter?
Gregory House

*En sevdiğiniz kadın karakter?
Sanırım yok...

*Tarihteki favori kahramanlarınız?
Atatürk ve iz bıraktığı halde isimleri geçmeyen bütün diğer kahramanlar...

*Gerçek hayattaki favori kahramanlarınız?
Annem ve sahip olduğum birkaç dostum...

*En sevdiğiniz ressam?
Salvador Dali

*Bir erkekte en çok beğendiğiniz özellik?
Dürüstlük...

*Bir kadında en çok beğendiğiniz özellik?
Dürüstlük

*En sevdiğiniz erdem?
İyisiyle kötüsüyle yaptığının arkasında durmak...

*Yapmaktan en mutlu olduğunuz iş?
Okumak...

*Kimin yerinde olmak isterdiniz?
Gerçekten kendinin ve içindeki hayatın farkında olan kendimin...

*Arkadaşlarınızda hangi özelliklerin olmasını istersiniz?
Dürüstlük, içtenlik, doğallık, samimiyet...

*Kendinizde gördüğünüz en temel eksiklik?
Kararsızlığım...

*Hayatınızın en büyük şanssızlığı?
Kardeşim, babam, dedem gibi ailemde yer alan erkekleri tanıyamamış olmak...

*En sevdiğiniz renk?
Siyah-kırmızı-mavi...

*En sevdiğiniz çiçek?
Papatya...

*En sevdiğiniz kuş?
Martı

*En sevdiğiniz yazar?
En sevdiğim yok ki sevdiklerim var...

*En sevdiğiniz şair?
En sevdiğim yok ki sevdiklerim var...

*Tarihte en sevmediğiniz karakter?
İnsani değerleri hiçe sayarak kahraman olmaya çalışan herkes...

*En çok isteyeceğiniz özellik?
Şifa veya umut dağıtıyor olabilmek...

*Nasıl ölmek isterdiniz?
Uyurken...

*Hayattaki sloganınız?
Hep denedin hep yenildin. Olsun. Gene dene. Gene yenil. Daha iyi yenil...

*Şu anki ruh haliniz?
Testten sonrasından bahsediyorsak yorgun...

Eğer çok daha önce bu mim onlara uğramadıysa sevgili pRfcfRn,Guguk Kuşu ve feanor’dan cevaplarını bekliyorum...


Görsel: http://arhcamtilnaad.deviantart.com

ARTA KALAN ZAMANLAR

5.03.2009
Uzundu susmalar. Bir pencere kenarından bakıyormuş gibi bizim dışımızda akıp giden yaşama, birbirimizin sözlerindendi hep ödünç almalar. Tutunamadan daha birbirimize, hayatlarımız, artık olmayan bir zamanda tutulup kaldı.

Oysa omuzlarıma örtülen zamansız bir yalnızlıktan, içime usulca çöken bir şehrin karanlığından, kendi amansız varlığımdan biliyordum yokluğunu. İnce bir sızı gibiydin, hep varmış da arada bir unutuluyormuş gibi, sessiz ve derinden, hatırlatıp duruyordun olur olmaz zamanlarda kendini...Sonra hiç gelmemiş gibi yavaş yavaş kayboluyordun tekrar bir sokağın sonunda. Yokluğunu da çekip alıyordun gözlerimden. Koca bir gün gidiyordu bu şehirden ansızın. Sen benden gidiyordun. Aşk peşinden...

Öyle çok gidip gidip geri geldim ki geçmişten, gözlerim zaman yorgunu bugünlerde, yüreğim sessiz, içimde koca bir şehrin yıkıntıları. Koyu, ağır bir gecenin gölgesinde, en çok varlığında mıydı gözlerim yoksa yokluğunda mı kaldı diye düşünüyorum şimdi, kendi penceremden seyrederken senden arta kalan zamanları...


Görsel: http://aldhabi.deviantart.com/

GÜN/BİR

3.03.2009
An geliyor, şöyle bir dönüp de baktığında kendi içine, hiçbir şey olmadığını farkediyorsun, koca ağır bir boşlukta buluyorsun aklını, yüreğini, ne var ne yoksa herşeyini. Sonra o boşluk içinden çıkıp bütün etrafını sarıyor ve hep varmışcasına orada öylece asılı kalıyor. An geliyor sen çoğu zaman kıyılarında dolaştığın hayata tamemen sırtını dönerek belki de, bırakarak kendini o boşluğun en dibine, kendi kendine bir hiç olup çıkıyorsun.

Derken telefonun ucundaki bir ses “kardelen” diyor odanın adı, ve “bunu sadece sen anlarsın” diye ekliyor sonuna. Bir başkası şehrini paylaşmayı teklif ediyor, sen kendi şehrinden daha hiç bahsetmemişken. Bir mektubun satır aralarında buluyorsun kendini, bir konuşmanın öznesi olduğunu farkediyorsun birden bire, yanından geçip giden bir dedenin gözlerindeki tebessüm, küçük sevimli bir kız çocuğunun yarım yamalak konuşması, genç ve bir o kadar acemi bir çiftin aşk telaşı oluyorsun bir anda...Sen ne kadar yumsan da gözlerini, hayat elini kolunu sallaya sallaya dolaşıyor işte etrafında, ince ince değdiriyor sana her biri tanıdık bir o kadar senden olan öykülerini, hissediyorsun.

An geliyor, kendi kendine ihanet etmişcesine pişman ediyor zaman seni, silkeliyor sıkı sıkı, kırıyor, döküyor, vuruyor ama öldürmüyor. Sonra o pişmanlık içersinde yeniden bakışlarını kendi içine döndürüp te alıyorsun aklını, yüreğini ne var ne yoksa herşeyini bıraktığın yerden, sımsıkı sarılıyorsun. An geliyor, görünmez bir bağla bağlanıveriyorsun tekrar hayata tam da sırtını döndüğün yerden...


Görsel: http://isilmetriel.deviantart.com/

SADECE BİRKAÇ DAKİKA...

2.03.2009

Konuyla ilgili “haberdar etmek” dışında birşeyler yazmak istemiyorum. Çünkü “yaşayan bilir” anlamında ne söylersem havada kalacağını, tam olarak düşüncelerimi yansıtmayacağını hissediyorum. O nedenle de sizleri bu sayfada sözlerimle daha fazla oyalamadan bu linke yönlendirmek istiyorum.

Sadece birkaç dakikanızı ayırıp bu linke bakmanız, burada “görerek duyabilenlere” dair yapılan bir çalışmayı en azından çevrenizle paylaşarak katkıda bulunmanız bile yeter...Dedim ya sadece birkaç dakika hepsi bu...