Pages

İYİ SENELER

31.12.2011
Geçen onca zamandan sonra değişen pek bir şey yok aslında...Yani ben yine; gördüm. Duydum. Hissettim. Okudum. Yazdım. Düşündüm. Sordum. Cevap verdim. Dinledim. Sessiz kaldım. Anladım. Anlattım. Merak ettim. Edildim. Tanıdım. Tanındım. Sandım. Kandım. Güvendim.Yanıldım. Yandım. Kırdım. Kırıldım. Acıdım. Acıttım. Şaşırdım. Üzüldüm. Ağladım. Güldüm. Heyecanlandım. Diledim. Sevdim. Sevildim. Sevindim. Düşledim. Gerçek yaptım. Başladım. Bitirdim. Gittim. Geldim. Arada kaldım. Düştüm. Kalktım. Canım yandı. Can yaktım. Ekledim. Çıkardım. Eksildim. Çoğaldım. Büyüdüm. Öğrendim...

Şimdi dönüp de baktığımda ardımda bıraktığım zamana farkındayım ki; YAŞADIM.

Düş gibi daha nice zamanlarımız olsun yaşayıp, yaşatacağımız ama gerçek. Bana, size, hepimize iyi seneler...





Görsel: Buradan alınmıştır.

HATIRLA/MAK

27.12.2011
"Bugün bile, ne zaman onu düşünsem, sakin bir pazar sabahı gelir aklıma. Doğmak üzere olan dingin, güzel bir gün. Ödevsiz, her ne istiyorsanız yapabileceğiniz bir pazar günü. İzumi daima bana, uzanıp keyfinize baktığınız bir pazar sabahı hissini vermişti." diye anlatıyor seneler önceki sevgilisini Haruki Murakami, Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında adlı kitabında. Az önce eve dönüş yolu üzerinde okuduğum bu satırlar koca bir tebessüm olup aynı anlama çıkan farklı kelimelerle yeniden yazılmış gibi gelip de yerleşiyor yüzüme. Şu an yüzüme bakan birinin okuyabileceği kadar net üstelik. Senin bakmadan da görüp hissedebileceğin kadar sahici. Birkaç gündür geçmişinin en güzel kıyılarına demir atmış bu kadının, benim, birkaç saat önce kurduğu cümleler de çok farklı değildi ya zaten. Tek fark; ben hatırlamak için notaları ve kelimeleri seçmiştim sadece. Onun notaları vardı çünkü gitarıyla tane tane yazdığı. Benimse kalemimle çalıp söylediğim kelimelerim...

Düşünüyorum da; bir sürü başka nota geçti kulağımdan şimdiye kadar, hala geçiyor da. Ve kalemimden bir sürü kelime yazıldı, ki daha da yazılacak. Ama tek bir şarkı çalınıp söylenen ve tek bir yazı kalemden dökülen sadece ona ve bana, bize ait. O şarkı bizden önce de çalınıp söylendi başkaları tarafından ve söyleniyor da hala ama biliyorum ki o şarkıyı o çaldığında aklından ve yüreğinden geçen sadece benim. Başka bir şarkıda değil üstelik, sadece o şarkıda ve başka biri -hatta şu andaki hayat arkadaşı bile değil- sadece ben.

Ve ben, sahibi olan olmayan, yazıldığı kişiye ulaşan ulaşmayan, kimi dostani kimi sadece aşktan bahseden nice mektuplar yazmış, yazıyor ve hatta yazacak olan ben, ona yazdıklarımda çok başka, çok farklı kelimeler, anlamlar buluyorum her seferinde okudukça. Biliyorum çünkü; o yazılanlar onun ve benim dilimden. Sadece onun ve benim...

Hatıraları hatıra yapan onlara yüklenen anlamlar değil midir sevgili Ö.; bizim yüklediğimiz ve bize yüklenen anlamlar? O hatıraların varlığı insanlar, bizler değil miyiz biraz da? Kimsenin o anlara, yaşananlara sadık kalmaması o hatıraların kimden olduğu hatta kim olduğu gerçeğini değiştirir mi? O şarkı onun tarafından her çalınıp söylendiğinde ben ve o yazılar benim tarafından her okunduğunda o oluyorsa?

Hatırlamak güzel şey be sevgili Ö., hatırlanmak ve de. Hele böylesi bir kıyıysa onca zamana rağmen üzerinde hala keyifle yürüdüğün ve o’nun da yürüdüğünü bildiğin, hatırlamak ve hatırlanmak gerçekten çok güzel...


Sağlıcakla...





*Haruki Murakami’yle tanışmamı sağlayan Nehir İda'ya sevgi, saygı, his...


**Görsel: Özge Baki

SEN...

23.12.2011
sen cihanın hazinesisin, cihan bir yarım arpaya değmez. sen cihanın temelisin, cihan senin yüzünden taptazedir. diyelim ki alemi meşale ve ışık kaplamış; çakmaksız ve taşsız olduktan sonra o, iğreti bir rüzgardan başka nedir?

bedenin her zerresinden bir feryat duy, bir inilti işit; çünkü sen büyük bir şehirsin; belki de bir şehir değil, binlerce şehirsin sen. her şey sensin; her şeyden öte ne varsa o da sensin; o da senden ibaret.

murat sensin. neden oraya buraya koşuyorsun? o, sen demektir. ama sen, sakın ben deme, hep sen diye söyle. göz dürüst görürse, sen o olursun. o da sen olur.

insanların taş yüreklerinde öylesine bir ateş vardır ki perdeyi kökünden yakar. perde yandı mı, insan hızır hikayelerini de tamamen anlar. o eski aşktan gönlün içinde yeniden şekiller meydana gelir.

ey tanrı kitabının örneği insanoğlu. ey şahlık güzelliğinin aynası mutlu varlık. her şey sensin. alemde ne varsa senden dışarı değil. sen ne ararsan kendinde ara, çünkü her varlık sende.


MEVLANA CELALEDDİN RUMİ



Görsel: Buradan alınmıştır.

BAŞKA BİR AŞK HİKAYESİ

20.12.2011
Aşk bir yalan üzerine kurulabilir mi? Belki. Peki gerçeğin bedelini en çok kim öder? O yalanı söyleyen mi, o yalana inanan mı, o yalanla yeniden hayat bulan mı, o yalana şahit olan mı, yoksa o yalan yüzünden dışarıda bırakılan mı?

O, Sebastian değildi. Olamazdı da zaten. Ama bunu o an için, hastane koridorunda karşılaştığı ve kızlarının geçirmiş olduğu trafik kazası nedeniyle şokta olan aileye söyleyemedi. Ne de olsa kazaya o neden olmuştu ve üstelik kızın durumu da ağırdı. Aile ise yoğun bakımda yatan kızlarını ziyarete gelen bu adamı, yani Jonah’ı, kızlarının erkek arkadaşı Sebastian sandı. Julia’nın Sebastian’ı. Jonah kendi dışında ve ani gelişen bu sürece, vicdan azabı, şaşkınlık, endişe ve korkunun karışımıyla ses çıkar/a/madı. Kısa bir süreliğine diye geçirdi içinden, ortalık yatışana kadar, Julia iyileşene kadar mesela, ne kaybederdi ki? Ve onlar için Sebastian olarak kaldı.

Bir kazayla gözünü açtı bu yalan. Vicdan azabıyla kendini buldu, korku ve endişeyle büyüdü yavaş yavaş. Ve çok da zorlanmadan, hatta en çok da sahibinin inancıyla tam da hayatın ortasında, kendisine iyi bir yer buldu. Biri söyledi, biri inandı. Bir başkası şahit oldu, bir başkası bu yalanla hayat buldu. Bir diğeri ise bu yalan yüzünden dışarda bırakıldı. Gerçek hep gölgede kaldı, hep bir sonraya ertelendi. Yaşanan hayat sorgulandı, gizem ve tutku cazip yönünü gösterdi. Ve nihayet aşk bulaştı bu yalana. Aşk, yalanı meşrulaştırıp başka başka hallerde gösterdi. Hayat bir anda yalanın ta kendisi oldu.

O, Sebastian değildi. Olamazdı da zaten. O Jonah’tı çünkü. Eşi ve iki çocuğuyla yaşayan, farklı ülkeleri gezme hayalleri kuran, yaşamdan çok ölümün ilk hallerini fotoğraflayan kendi halinde, adli tıp fotoğrafçısı, sıradan bir adam. Bir gün bir kaza yüzünden, bir yalan söyledi. Ve bu yalanın uzantısında, bir süre sonra kendi gerçeğini kaybettiği için Sebastian olarak kaldı. Oysa onun bilmediği gerçek öyle büyük ve ağırdı ki, aşk bile temize çıkarama/z/dı yaşananları. Çıkaramadı da zaten. Belki de bu yüzden ölürken bile Jonah değil, hala Sebastian’dı.

Aşk bir yalan üzerine kurulabilir mi? Elbette. Peki gerçeğin bedelini en çok kim öder? O yalanı söyleyen mi, o yalana inanan mı, o yalanla yeniden hayat bulan mı, o yalana şahit olan mı, yoksa o yalan yüzünden dışarıda bırakılan mı?



*Bu yazı Just Another Love Story filminin ardından yazılmıştır. İlk yayın tarihi; 30/03/10'dur. Görsel filmden alıntıdır.

KENDİM/L/E KONUŞMALAR-XIII

16.12.2011
Peki bir şey değişecek mi? Hayır! Yeni hesaplar yaşanacak bir yandan. Yeni hedefler, yeni kinler, yeni öçler. Söylemiştim değil mi, hayat kendini tekrar etmeyi çok sever. Eğer insan yaşananlardan ders almayı seçseydi, her şey bambaşka olurdu. Ama herkes kendi kitabını yazmanın peşinde. Söylenmiş tüm sözler sonsuza dek tekrar tekrar söylenecek. Önemli olan senin hangi sözü tekrarlamayı seçeceğin...”

ŞAHBAZ’IN HARİKULADE YILI 1979
MİNE SÖĞÜT


*Hiç söylenmemiş bir söz var mıdır gerçekten? Hiç yaşanmamış bir an, hissedilmemiş bir zaman, görülmemiş bir yüz? Tüm bunlar varsa eğer, bulunabilir mi peki? Bulunursa eğer dünya değişir mi?



**Görsel: Flickr.com

SESSİZLİK

14.12.2011
Sessizlik bitmek mi demektir? Yitip gitmek mi? Vazgeçmek midir yoksa? Çoğu zaman gerçeğe yenilmek mi? Kaybetmek midir sözlerini, gözlerini, aşkını, düşlerini ve buna rağmen hiç arayıp sormadığın, çabalamadığın için geçmek midir hepsinden tek bir nefeste? Derin derin iç çekmek midir? Aklının ve yüreğinin içine sığmayan kalabalıklığına hiç farkında değilmişcesine sırtını dönmek midir?

Yoksa büyümek midir sevgili, sessizlik büyütmek midir içten içe? Sakınıp gözlerden, ellerden saklayıp da kendinden bile esirgemek midir? Sindirmek midir tüm yaşanmışlığı, içini acıta acıta hissetmek midir? Her gün biraz daha fark etmek midir anlamını, gün günden çoğalarak beslemek midir? Okumayı yeni öğrenir gibi tanımak mıdır harfleri, olanla yetinmediğinden aramak mıdır yeni, yepyeni bir dili?

Sessizlik be sevgili, tüm söylenenlerden, yazılıp çizilenlerden, işitilenlerden, görünenlerden, tüm hissedilenlerden arınıp da çırılçıplak, henüz konuşulmamış bir dilde, bulunmamış bir alfabede, duyulmamış bir seste, görülmemiş bir gözde, hissedilmemiş bir yürekte her gün biraz daha çok sevilip, sevmek midir?




Görsel: Flickr.com

ÜÇ/LEME

8.12.2011
Tükürür gibi konuşuyor. Hastalıklı bir vücudun öksürmesi gibi saçılıyor ağzından tüm kelimeler. Ve beyaz bir mendile bulaşan kan lekeleri gibi kulaklarımda büyüdükçe büyüyor. Araya girip yatıştırmaya çalışmak niyetim ama o buna izin vermediği gibi kelimeleriyle can acıtmaya, yakmaya devam ediyor inatla. Öfkesi ucu çoktan bitmiş bir kalem gibi; boş bir sayfaya bastırıp duruyor sürekli. Yazmıyor ama izini bırakıyor batıra batıra. Derken kendi sesinden kendi yorulmuşcasına başladığı gibi aniden susup, ardına bile bakmadan, çekip gidiyor. Geride paramparça kelimeler kalıyor oraya buraya dağılmış. Canı acımış ve can acıtmış kelimeler. Sessizce eğilip, birer birer topluyorum hepsini ve zaman denilen kayığa koyup yolluyorum aklımın derinliklerine...

...

Yaşadığı hayalkırıklığının tarifi yok. O da bunu anlamış olmalı ki anlatmak yerine kafasını kaldırmadan sessizce ağlıyor. Gözyaşları damlıyor sürekli önündeki kağıdın üzerine. Kağıtda bir kayık resmi. Gitmek. Deniz. Dönüş. Mavi...Neden çizmiş olabileceğini düşünürken birden başını kaldırıyor ve bana dikiyor gözlerini. Tarifi olmayan bir acıdan bahsetmemi bekliyor benden, sözlerimin acısını geçirmese bile en azından bir mendil gibi gözyaşlarını silmesini istiyor, biliyorum. Ama benim sesim çıkmıyor, çıkamıyor işte. Anlamını bilmediğim bir acının üzerine kendimin bile inanmadığı yalan avunmalara sığınamıyorum bir türlü ve kimse de sığınsın istemiyorum. Bilmiyorum doğru kelimeleri. Nasıl söylemeli ki bunu o’na? Nasıl anlatmalı ki üzüldüğümü? Neden sonra ümidi kesmiş olacak ki artık benden, yavaşça kalkıp gidiyor tek bir söz bile etmeden. Ardında koyu, ağır bir acı bırakıyor. Masada bıraktığı kalemi alıp tarih düşüyorum çizdiği resmin hemen yanına. Bütün bir acıyı yükleyip de kağıttan bir kayığa, bu son olsun diye diliyorum içimden...

...

Kağıt bir mendilmişcesine buruşturup atıveriyor sanki bir çırpıda her şeyi. Hayatı, insanları, aşkı, sevgiyi en önemlisi de kendini. Her günü hiç içine girmeden üstünkörü yaşıyor, değmeden, değdirmeden yüreğine tek bir kelimeyi bile, geçip gidiyor zamanın içinden. Zaman onun içinden hiç yokmuşcasına geçip gidiyor. Mutlu mu diye merak ediyorum ama sormak gelmiyor içimden. Adımlarımız sessizce birbirine eşlik ediyor sahil yolunda, yavaşca yürüyoruz. Aynı anda aynı şeyi görmüş gibi duruyoruz birden. Kıyıya çekilmiş, yer yer boyaları dökülmüş bir kayık. Kenarında sanki bitmek üzere olan bir kalemle yazılmış gibi silik, büyük harflerle adı yazıyor: HAYAL. Birden dönüp bana, ‘ne gerek var ki’ diyor; döndüğün yer yine kara olacaksa hiç bilmediğin bir denize açılmana ne gerek var. Bilmediğin fırtınalara tutulmana, olmadık sağanaklarda ıslanmana, sadece küçük ve geçici birkaç mutluluk için yabancısı olduğun topraklara girmeye, buna yeltenmeye ne gerek var. Hayaller çocuklar içindir, büyükler için değil...Söyleyebilecek o kadar çok şey varken konuşmak gelmiyor içimden, çünkü kelimelerimin yüreğine değmeyeceğini, kulaklarından bir ıslıkmışcasına geçip gideceğini biliyorum. Karşılıklı susmaya devam ediyoruz aynı zamanın içinde ve adımlarımız aynı sessizlikte birbirine eşlik etmeye devam ediyor.

...

Tuhaf diye düşünüyorum kendi kendime kaldığım an, üzerime yapışıp kalmış tüm bu sessizliğin ağırlığında, gerçekten tuhaf. Hayat içimde dalgalı deniz bugünlerde, suskunluğumsa sanki can simidim. Ve ben tüm bu kalabalığın içersinde boğulmadan yüzmeye çalışıyorum...




*İlk yayın tarihi: 08/02/10’-10/02/10’-12/02/10’
**Görsel:
Özge Baki

DENE/MEK

6.12.2011
Bazen bildiğin halde, artık karşındaki insanın, olayın, durumun, düşüncenin sana birşey katmayacağını aksine senden alıp götüreceğini, hiçbir şeyin değişmeyeceğini ve kaldığın yerden asla devam edilmeyeceğini, yine de denersin.

Bir ihtimal belki, diye denersin ya da kendi yanılma payını görmek, gerçeği tam anlamıyla hissetmek için denersin.

Kalan son parçayı da yok etmek için denersin, o’na dair, o olaya, duruma, düşünceye dair tek bir soru işareti bile kalmasın içinde, bir daha geri dönüşü/n olmasın diye...

Denersin, yine yanılırsın belki yine yenilirsin. Ama denersin. Aynı o bilindik sözdeki gibi; bu sefer -daha iyi- yenilirsin...



Görsel: Özge Baki

HAYAT...

2.12.2011
Hayat senin için ne demek? Sadece soluk almak mı? Birine bağlanmak mı? Bir ideal uğruna savaşmak mı?

Gerçek hayat sizlerin yaşadığı değil aslında biliyor musun? Gerçek hayat ‘sadece var olmak’tan başka hiçbir ideali bulunmayan bu narın yaşadığı ya da herhangi bir meyvenin, çiçeğin, ağacın, toprağın sürdürdüğü. Hayat insanlardan çok uzakta, hiçbirinin bilmediği, çözmeye çalışmadığı o gizemli dili konuşan başka canlıların dünyasına ait bir şey. İnsanlar devamlı ölümü yaşıyorlar. Birbirlerini öldürmeyi düşünerek ve ölümden deli gibi korkarak, hayatın farkına varmayarak. Çürüyen bedenlerinin, topraktan başka bir canlı olarak çıkacak olmasındaki harikuladeliği kavrayamıyorlar. Kendilerine yalan cennetler, yalan cehennemler uyduruyorlar. Sahip oldukları hiçbir şeyi yitirmek istemiyorlar. Oysa yitirmek ilerlemektir.


ŞAHBAZ’IN HARİKULADE YILI 1979
MİNE SÖĞÜT



*Görsel: Özge Baki

UYAN/MAK

29.11.2011

sen eski düşlerinde
uyuyorken hala
ben yeni yeni
sana uyanıyordum
kayıptı söz...

bulduğumuzda;
sen uyandın
ben yoruldum.




*İlk yayın tarihi: 16/12/09'
**Görsel: Flickr.com

KENDİM/L/E KONUŞMALAR-XII

25.11.2011












Şairin dediği gibi; büyüdükçe insan daha da yalnız kalıyor, doğru. Ve yalnız kaldıkça daha da büyüyor hep içine içine, hep kendine doğru. Bu yüzdendir ya belki de; ne yaparsa yapsın bir daha hiçbir yere, hiç kimseye sığamıyor.



Görsel: Özge Baki

BİR BABAYA MEKTUP

23.11.2011
“Alınan bu karar en doğrusu. Çünkü yakında af çıkacak ve senin aftan yararlanmak için yakalanmış olman lazım. Korkmana gerek yok. Biz her türlü teması yaptık ve hiç sıkıntı çekmeyeceksin. Ve kesinlikle daha rahat edeceksin. Yakında af çıktığında ise bu olay bitmiş olacak ve unutacağız, geleceğe bakacağız.”

Unutacağız elbet. Hatta çoktan unuttuk bile, baksana artık bu haber eskidi. Sizler eskidiniz. Şimdi yeni gündemlerimiz var bizim hayata ama en çok da ölüme dair. Yeni cinayetlerimiz var, yeni tecavüzlerimiz, kazalarımız var sonra, ortadan kaybolup bir daha kendilerinden haber alınamayan çocuklarımız var. Grevlerde açlık sınırına dayanmış işçilerimiz var, vatan sağolsun diyerek evlatlarını şehit vermenin acısını yüreklerine gömen ana babalarımız, ısrarla çözülmeyen, adalet önünde cezası verilmeyen, hapisten davullarla zurnalarla salıverilen katillerimiz var sonra.

Anlayacağın hayat devam ediyor aynı şekilde ve bizler yeni yeni acılar ekliyoruz kendimize her gün gazete sayfalarından. Televizyon ekranlarından yeni yüzler kazınıyor belleklerimize, eskilerin, sizlerin üzerine. Ekliyoruz, bir süre kendi aramızda bire bin katarak konuşuyoruz, sadece konuşuyoruz hiçbir şey yapmadan, bitirip tüketiyoruz sonra sıkılıp bıkıyoruz aynı konudan ve yavaşça hatta kendimize bile fark ettirmeden bir bakmışsın başka bir konuya geçiyoruz. Hep bir sonrakine, hep bir sonra ki unutmaya kadar...

O yüzden siz sakın endişelenmeyin aileniz, kendiniz, en çok da oğlunuz için. Sizin deyiminizle istemeden bir kaza yapmışsınız, arabayı duvara vurmuşsunuz sadece, ama en azından siz sağsınız, oğlunuz sağ nasıl olsa. Her şeyi unuttuğumuz, unutabildiğimiz gibi bunu da unuturuz, sileriz hafızalarımızdan. Aslında unutmak diye bir şey yoktur da bence, işte nasıl denir unutmuş gibi yaparız, bir daha anmayız adlarınızı, yok sayarız düşünmeye bile dayanamadığımız, kaldıramadığımız bu yaşanmışlığı, en azından. Af çıkacak demişsiniz ya hani, henüz ufukta gözükmüyor olsa bile siz istedikten sonra, sizler onay verdikten sonra olur elbet pek yakında, biz buna da ses çıkarmayız. Göstermelik olarak birkaç yıl yatıp çıkarsınız sadece “af”ın dayanılmaz hafifliğinden yararlanarak.

Hapisteki o birkaç yıl zaten dışardaymışcasına rahat geçer sizler için, siz bir baba, bir aile reisi olarak ailenize sahip çıkar, üzerinize düşeni fazlasıyla yaparsınız, öncesinde yaptığınız gibi. Başka bir yerde yaşamanıza gerek kalmaz belki de ama en kötüsü yurtdışında kendinize yeni bir hayat kurarsınız. Bu sefer kaçak olarak değil ama, bir “hata”nın bedelini ödemiş, cezasını çekmiş insanlar olarak başınız dik dolaşırsınız sağda solda. Hiçbir şey olmamış gibi devam edersiniz işinize, gündelik yaşamlarınıza. Hiç olmadı yeni bir düzen kurarsınız yepyeni hallerinizle. Sonra bir gün bakarsınız oğlunuz evlenir, güzel bir eşi olur ve sonra da çocukları. Dede olmanın müthiş hazzını yaşarsınız, çok ama çok seversiniz torunlarınızı. Ve o küçük melekler için dua edersiniz içten içe; bir gün gelir de birine inanmanın, birini sevmenin bedelini Münevver gibi ödemesinler diye...


*27 Ocak 2010: Yukarıdaki bölüm Münevver Karabulut’u öldürmek suçuyla şu an hapiste bulunan ve şubat ayında yargılanmayı bekleyen Cem Garipoğlu’na, yine bu cinayet sırasında oğluna yardım etmek suçuyla yargılanacak olan babası Mehmet Nida Garipoğlu’nun, teslim olması amacıyla yazdığı söylenen bir mektuptan alıntıdır.

**Ve 18 Kasım 2011: Münevver Karabulut’un katil zanlısı sanık Cem Garipoğlu, “çocuğa karşı tasarlayarak, canavarca bir hisle ve eziyet ederek” öldürmek suçundan, en üst sınır olan 24 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Baba Nida Garipoğlu beraat ederken, anne Garipoğlu ve amca Hayyam Garipoğlu’nun aralarında bulunduğu diğer 5 sanık 3’er yıl hapse mahkum edildi.

24 yıl ceza alan Cem Garipoğlu 2 yıl 3 aydır tutuklu. Normal koşullarda 21 yıl 9 ay daha infaz süresi var. Şartlı salıverme kanununa göre eğer bu tarihten 13 yıl 9 ay sonra iyi halli olduğuna dair rapor verilirse 8 yıl öncesinden serbest kalacak.


***Görsel: Flickr.com

BEŞ SATIRLA...

21.11.2011

Annelerin ninnilerinden,
spikerin okuduğu habere kadar,
yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
anlamak, sevgilim, o, müthiş bir bahtiyarlık
anlamak gideni ve gelmekte olanı.


NAZIM HİKMET RAN


BÜYÜ/MEK

17.11.2011
Eskiden müzikten birbirimizin sesini duyamadığımız -işin aslı duymak için çok da çaba harcamadığımız- mekanlarda kutlardık doğum günlerini. Kalabalık mekanlarda -ki her birimizin yanında bir de kendi kalabalıklığı. Küçücük masalara sığamayacak kadar büyüktü ya heveslerimiz, hayallerimiz, düşüncelerimiz, aşklarımız, yüreklerimiz, oturmazdık pek. Bir elimizde içki, diğerinde yere göğe sığdıramadığımız hayat, daha çok ayakta salınırdık. Her şey birbirine karışırdı; sesler, konuşmalar, içkiler, danslar, insanlar; herkes birbirine. Gecenin sonunda ne kadar yorgun, kafan güzel, uykulu olursan ol, koca bir tebessüm kalırdı yüzünde. Hüzün pek uğramazdı yanımıza, uğrasa da sessiz ama derinden sözleşmiş gibi, anında kovalardık.

Şimdi ise artık, büyük masaların konuğuyuz; önümüzde tabak, kadeh ve çoğunlukla karıştırıp kafamıza göre kullandığımız çatal bıçak çeşitleri. Her şeyin üzerinde bir ağırlık; kadehe doldurulan içki, çatalın ucundaki lokma, ağızdan çıkan söz, gözlerimizden yansıyan hayat. Olacak biteceklerin o heyecanlı telaşı, olan bitenin renksizliğine bırakmış artık yerini. Kayıtsızlığına, umarsızlığına...Her birimizin yüzüne sinmiş bir parça hüzün. Herkes bir parça gri. Ve belki de her birimizin yüreğinde geçmiş zaman düşleri. Tüm bu içinde olduğum ama bir şekilde hep eğreti durduğum zamana bakıyorum da şimdi; onca yaşanmışlığın ardından büyümek böyle bir şey mi sahi?



Görsel: Flickr.com

GÜN/ON BİR

14.11.2011
denizin ortasında
hayata tutunuyorum
hayatın ortasında
denize...
her ikisi de dalgalı, soğuk
ve gri bugünlerde
sahi ben en çok
hangisinde boğuluyorum?


Görsel: Flickr.com

VAN'A 1 MİLYON OYUNCAK KAMPANYASI

4.11.2011
Çocuk oyunlarında yıkılan bir ev gördünüz mü hiç?
Oyunlardaki gibi yıkılmaz evler yapmak, mutlu ve yaratıcı çocuklar yetiştirebilmek için...
Van’daki çocuklarımızı oyuncaklarla sarıyoruz.
Haydi! Top, bebek, lego, araba, yap-boz yollayalım.
Boya kalemi ya da bir kitapla çocuk gülücüklerine karışalım.

1Milyon Kalem Ailesi


Adres:
Van Valiliği
Cumhuriyet Cad.
Hükümet Konağı
65100 Şerefiye/VAN


*Konuyla ilgili 1MK dan da bilgi alabilirsiniz.

SUÇLU OLAN KİM?

1.11.2011
*Çok değil 1,5 sene kadar önce bazı araştırma sonuçları kullanılarak hazırlanmış bir yazı bu. Kullanılan araştırma sonuçları ise yine aynı dönemde; 29-30 Nisan 2010 tarihlerinde Yeni Yüzyıl Üniversitesi’nin düzenlediği “Cinsel Suç Kavramı ve Delillendirme” konulu sempozyumda İstanbul Adli Tıp Enstitüsü’nden Prof. Dr. Fatih Yavuz’un açıkladığı bilgilerden oluşmakta. 1,5 sene sonra bugün geldiğimiz noktadan baktığımızda en dikkat çeken nokta ise; araştırma sonuçlarına göre cinsel suçların ortaya çıkmama nedenlerinden biri olan “saldırganın cezalandırılmayacağı korkusu”nun yargı tarafından ete, kemiğe büründürülüp gerçek hale getirilmesi, kesinleşmesi! 13 yaşındayken 26 kişinin tecavüzüne uğrayan N.Ç'nin davasında inanılmaz bir gerekçeyle tecavüzcülere uygulanan ceza indirimi de bu durumun en iyi örneği!

***

Cinsel taciz ve tecavüz. Hep vardı ve hala da var. Ama son günlerde birbiri ardına patlak veren olaylar, özellikle çocuklara yönelik taciz ve tecavüz vakalarının sayısındaki hızlı artış ve gün yüzüne çıkan, çıkartılan dosyalar nedeniyle daha çok konuşulur, tartışılır oldu. Bir çocuğun bir başka çocuğa tecavüz edip öldürmesi ise bu konunun ne vahim ve tehlikeli bir boyuta geldiğinin en büyük kanıtı ne yazık ki...

Yapılanlar karşısındaki acı ve olabilecekler karşısındaki korku artık hepimizin yüreğine yerleşmiş durumda. Artık görmezden gelemeyeceğimiz, sessiz kalamayacağımız bu durum karşısında aslında pek çok olasılığın bizzat içimizde, evimizin içinde yer alabileceğini gösteren bir araştırmanın sonuçları açıklandı geçtiğimiz günlerde.

Yeni Yüzyıl Üniversitesi’nin 29-30 Nisan tarihlerinde düzenlediği “Cinsel Suç Kavramı ve Delillendirme” konulu sempozyumunda İstanbul Adli Tıp Enstitüsü’nden Prof. Dr. Fatih Yavuz’un açıkladığı araştırma sonuçlarına göre; saldırganların çoğu aslında içimizden biri.

Adli Tıp Enstitüsü’nün en küçüğü 1, en büyüğü ise 78 yaşında olan 1200 cinsel istismar mağduru arasında yaptığı araştırmada saldırıya uğrayanların yüzde 50’sinin çocuk ve saldırganların yüzde 90’ının ise tanıdık olduğu ortaya çıkmış durumda. Yine aynı araştırmada saldırının gerçekleştiği yerlere bakıldığında yüzde 60’ının saldırgan ya da mağdurun evi olduğunu görmekteyiz. Cinsel saldırının ortaya çıkmama nedenlerinin başında ise toplumun olumsuz yaklaşımı ve saldırı iddiasının ciddiye alınmayacağı korkusu yer almakta.

Yine Prof. Dr. Fatih Yavuz’un deyimiyle her yıl cinsel suçlarla ilgili adliyeye yansıyan davaların toplamı 13-18 bin arasında değişiyor. Yansımayanlar, yansıtılmayanlar düşünüldüğünde ise bu rakam neredeyse 20 katına yani 336 bin civarına ulaşıyor. Araştırmada yer alan diğer sonuçlar da aynı oranda çarpıcı ve düşündürücü.

Namus konusuna bu kadar önem verilen ve hatta uğruna acımasızca cinayetlerin işlendiği bir ülkede, cinsel taciz ve tecavüz olaylarında saldırganların büyük bir oranının tanıdık olması ve tüm bu saldırıların sonrasında toplumun olumsuz yaklaşımından korkularak sessiz kalınması büyük bir çelişki değil mi sizce de? Ve devletin bu çelişkiyi gidermek ve bu sorunu çözmek adına eğitim, yaptırım, ceza vb konularda bir an önce gerekli tedbirleri alması gerekirken, aksine bu çelişkinin devlete bağlı bazı merciler tarafından “kan davası olmasın” vb bahanelerle üstü örtülürmüşcesine sürdürülmesi ne kadar doğru?

Farkında mıyız acaba; bu çocuklar hepimizin. Bu çocuklar geleceğimiz bizim. Ne aileleri ne de devlet olarak kendi çocuklarımıza, kendi geleceğimize sahip çık/a/mıyor, hastalıklı ve ruhları zarar görmüş bir nesil yaratarak onların yüreklerini, masumiyetlerini yok edip vicdanlarımız kadar geleceğimizi de karartıyoruz. Kendi ellerimizle kendi çocuklarımızı cehenneme sokuyor ve orada onları yalnız bırakıyoruz. Peki böylesine bir cehennemin içersinde hangimiz yanmadan yaşayabilir ki?


ARAŞTIRMA SONUÇLARI:

MAĞDUR PROFİLİ:
*Erişkin Kadın: %35-40
*Çocuk: %50
*Erişkin Erkek: %5
*Zihinsel Engelli: %3
*Yaşlı: %1-3

SALDIRININ GERÇEKLEŞTİĞİ YER:
*Issız ve karanlık bir yer: %10
*Saldırgan ya da mağdurun evi: %60
*Bir başka ev: %20
*Diğer kapalı yerler: %20

ZORLAMA TÜRÜ:
*Fiziksel şiddet: %50
*Tehdit ve korkutma: %20-50
*Hile-kandırma: %20

SALDIRGAN PROFİLİ:
*Kadınlara yönelik: %75’i tanıdık
*Çocuklara yönelik: %90’ı tanıdık
*En küçük mağdur: 1 yaşında
*En büyük mağdur: 78 yaşında

CİNSEL SUÇLARIN ORTAYA ÇIKMAMA NEDENİ:
*Toplumun olumsuz yaklaşımı
*İddiasının ciddiye alınmayacağı korkusu
*Saldırganın cezalandırılmayacağı korkusu
*Saldırganı zor durumda bırakmamak
*Saldırganın misilleme korkusu




**Konuyla ilgili bilgiler buradan alınmıştır.


***Görsel: Flickr.com

YUNUS

26.10.2011
Yunus dün babasından gizli internet kafeye gitti. Sonra deprem oldu.

Enkazın altından çıkardıklarında ilk sözü “Saat kaç?” oldu. Epey geç olduğunu öğrenince de “Babam çok kızacak.” dedi. Bina üstüne yıkılmış, üzerinde tanımadığı bir adamın cansız bedeni ama Yunus hala babası azarlayacağı için endişeleniyordu.

Çocuk işte...

Yunus kurtulamadı.

Hani internette dolanır ya Hz.İsa’lı, Atatürk’lü siyah beyaz bir resim vardır. “30 saniye gözünü kırpmadan bak sonra duvara bak ne göreceksin” diye.

Hah işte.

Şimdi gözünü kapat ve sadece kalbinle bak şu resme. İster 30 saniye, istersen 1, farketmez.














Hala “Hak ettiler, İlahi adalet” diyebiliyor musun?

Diyebiliyorsan git şimdi duvara bak. O duvar aslında bir ayna. Sen de şu an kendini görüyorsun.




BEN "İNSAN"IM!

24.10.2011
Adım Özlem ve ben bir "insan"ım. Yaşımın, işimin, yaşadığım coğrafyanın, kimlik rengimin hiçbir önemi yok. Hatta adımın bile. Ben sadece bir "insan"ım. Aklımın alabildiği, beş duyu organımın hissedebildiği ve yüreğimin olabildiği kadar insan!

Kem gözlerin ve sözlerin hüküm sürdüğü bu akıl almaz zamanda, söz söyleme cesaretini gösterip, söyleyebilecek söz bulamayan veya sözü olamayanların çirkince susturduğu nice sayısız isimden biriyim ben de; Hem Hırant Dink'im hem de bir o kadar Uğur Mumcu!

Hem sokaktaki yaşam savaşında kendince tutunmaya çalışan tinerci çocuğum ben, hem de dünyanın herhangi bir yerinde açlık sınırına, sınırlar ötesi dayanma gücüyle karşı koymaya çalışan binlercesinden biri. Hem bir köşede, oyuncak diye eline tutuşturulan kurşunlarla akıllara zarar oyunların en ağırını ödemekteyim küçücük bedenimle, hem de başka bir toprak parçasının üzerinde annemin reva görüldüğü en ağır işkenceleri kaydetmekteyim güzel gözlerimle silinmemecesine belleğime!

Utanılacak hiçbir şey yapmadığı halde adı tam olarak yazılmayan F.T'yim ben, namus kisvesi altında töreye peşkeş çekilmiş, ve A.Ö'yüm; aynı zihniyetin insani tanımlaması olmayan davranışlarına maruz kalarak daha 16 yaşında anne belletilmiş!

Deprem enkazından 7 gün sonra sağ olarak çıkartılan 25 yaşındaki genç kızım ben. Özlük haklarını korumak için açlık grevine yatmış tekel işçisi. Cumhurbaşkanının önünde oğlunu şehit vermenin acısıyla yığılıp kalan, bir cana karşılık bir madalya sunulan babayım ben. Kaybolan çocuklarını aylardır beklemekten vazgeçmeyen yüreği yaralı anne!

Herkesim ben; kadın, erkek, çocuk, siyah, beyaz, ermeni, türk, yahudi, müslüman farketmez. Herkesi ve herşeyi görebildiğim, duyabildiğim, hissedebildiğim kadar herkes. Her türlü insanlık dışı söze, davranışa, harekete şiddetle karşı çıkabildiğim, tepki verebildiğim avazım çıktığınca karşı koyabildiğim kadar insan!

Adım Özlem ve öncelikle "insan"ım ben. Cinsiyetim, yaşım, rengim, dilim, ırkım hepsi sonra gelir. İnsanca olan, insana yakışan her sözü, davranışı, hareketi başımın üzerinde taşır, iyi ve güzel bellerim. Önünde saygıyla eğilirim. Beni böyle kabul eden, duyan, gören, dinleyen, hisseden beri gelsin!



*İlk yayın tarihleri: 25/01/09' ve 20/01/10'

GÜN/ON

20.10.2011
bugün günlerden;
adları şehit,
kaderleri ortak,
hayatları yarım,
geride kalanları noksan,
şimdi konuşulup
yarın unutulacak olan
bir çok CAN!

...

hiç saymıyorum bile
hatırlanmayan dün’ü
henüz gelmemiş olan yarın’ı!

...

18.10.2011
bir yerde karşılaşırız

yüzün kızarır
ellerim kaktüse dokunur
“merhaba”
tanıma beni, unut

bir gün karşıma çıkacaksın
artık adını düşündüğümde
kelebekler uçmayı bırakacak
“merhaba”
tanışıyor muyduk, unuttum

bir vakitte, bir koridorda
gözlerini şaşkınlık kesecek
aşkımız bir savaştı
“hoşçakal”
tanıştırılmadık, unuttu

OZAN KAYRA

Görsel: Özge Baki

KENDİM/L/E KONUŞMALAR-XI

14.10.2011


sonu yaşıyorum’la biten
pek çok cümlenin
gizli öznesidir “inanmak”
o olmazsa eğer;
bütün o cümleler yarım,
yaşamak’lar devrik kalır.





Görsel: Özge Baki

NASILIM?

13.10.2011
-Nasılsın!

Yaklaşık 10 dakikadır aynı kelimeye, tek bir kelimeye bakıyor gözlerim. Anlamadığımdan, görmediğimden, bilmediğimden değil. Aksine anlamak, görmek ve bilmek belki de beni böylesine cevapsız bırakan. Oysa yazacağım kelime, vereceğim cevap o kadar basit ki; “iyiyim” demek ve bitirmek. Ama ben o “nasılsın” sorusunun (sonunda soru işareti yok ünlem var dikkatinizi çekerim) hep duyduğum, bildiğim, çoğu zaman herkes gibi denk geldiğim, hatta soran tarafında da bulunduğum hani üstünkörü sunulan ve aynı şekilde cevaplanan, aslında içeriğinde ne merak, ne de başka bir şey, herhangi bir niyet barındırmayan içi boş bir kelime olmadığını biliyorum. İşte bu nedenle belki de içi dolu dolu olan, gerçek bir soruya gerçek bir cevap yazma konusunda bu kadar zorluk çekiyorum.

-Nasılsın!

Sahiden nasılım diye düşünüyorum şimdi. İyiyim dersem yalan olacak, değilim dersem koca bir nankörlük. Arada bir yerlerde gidip gelmek, sürekli med cezirler yaşamak, anı anına uymamak belki de bu bende ki. Dengeli dengesizlik halleri işte tipik bir terazi örneği. Ah be Maya; başkaları adına göstermek için tüm gayretinle çabaladığın adaletin bir kısmını, çok değil sadece bir kısmını birazcık kendine de gösterebilseydin ya diye söyleniyorum yine kendimle dalga geçer gibi. Kendimle dalga geçebildiğime, espri bile yapabildiğime göre iyiye yakın duruyorum demektir şimdilerde, tam da şu anda. Ama beş dakika sonrasını bilemem.

-Nasılsın!

Telefonum çalıyor ve gözüm bilgisayar ekranında, annemin şaşkın, üzgün ve bir an önce yola çıkmaya hazırlanan telaşlı sesini dinliyorum. Ben az önce “beş dakika sonrasını bilemem” diye yazmamış mıydım sahi. Oysa biliyormuşum ne yazık ki. Yine o bilindik, bu aralar sıkça duymakta olduğum ağır kelime. Ölüm. Bir yakınımızı daha almış yanına hastalık maskesine bürünerek. Ve ben o yakınımızı senelerden beri görmediğimi, yüzünü gözümün önüne getiremediğimi fark ediyorum ilk şoku atlattıktan sonra. Şimdi boğazına düğümlenen acıyı çözüp de birden, çözülüp de ta içinden, ölüme hiç susmadan ağlamalı mı? -bir tanesi bile nasıl kanatır böyle zamanlarda, nasıl açtırır eski mezarları, geçmiş duaları hatırlatıp nasıl gevşetir hayatla arandaki bağı- Yoksa yakınım dediğin bir insanın ne kadar da uzak olduğunu fark ettirdiği için -böyle zamanlarda hep fark ettirdikleri ama sonrasında, üzerinden kısa bir zaman geçince mesela bizim ısrarla unutmuş gibi yaptıklarımız için- karşısında dikleştirip de kendimizi, hayatımızı yeniden mi gözden geçirmeli, yeniden mi sıkılaştırmalı gevşeyen bağları? Hangisi yine bilemedim.

-Nasılsın!

İyiyim iyi. Ellerimde günün getirdikleri bir öyle bir böyleyim işte. Demiştim ya hani medcezir halleri. Hangimiz sağlam kalabiliyoruz ki hayatta tam olarak, eksilmeden, eksiltmeden hangimiz yaşayabiliyoruz ki? Ama deniyoruz en azından. Düşe kalka, önümüzde çıkan taşlara çarpa çarpa yürüyüp gidiyoruz işte. Durmak da çözüm değil en azından bunu biliyoruz ya öyle değil mi?



*Yazı eski tarihlidir. Ama içerik hala güncelliğini korumakta...
**İlk yayın tarihi: 20/07/10’
***Görsel:
Özge Baki

ŞEMS! UNUTMA!

11.10.2011










Her hikâyede geçer zaman.
Her zamandan geçer hikâye.
Kalan yok geriye.

Bir kırık ezgi olurum,
yollarında savrulurum,
dua olur, kulağına sarılırım,
renk olur, gözlerinde oynaşırım,
gün gelir, giderim buralardan.

Adını, hikâyeni anlatırım
seni başka bilenlere.
Kalbimdeki yerini anlatırım
Gelenlere, gidenlere.
Bir şarkı olurum
esirgeyen ve bağışlayan
başka başka dillerde.

Aşk yolunda kervan,
dağ yolunda taşı kırık çeşme,
söğüt altında, uykuda bir ses
bir heves olurum yad ellere gidenlere.

Gün gelir, sen olurum, ben olurum, biz olurum.
Yabancı olurum, âşık olurum, maşuk olurum.
Gün gelir, karanlığa ağıp ışık olurum.

Ateşe pervane, âbına peymane, emrine amade olurum.
Unutmayasın diye sakin bir hikâye olurum.
Güneşinden ve senden uzak,
âlemler içre kayıp bir seyyare olurum.
Seni en seven ben olurum!

İhtiyar olurum, çocuk olurum,
kadın olurum, erkek olurum,
insan olurum, felek olurum,
tozlu yolda yön söyleyen direk olurum.

Kerrâ Hatun olurum, sonra Alaaddin ile Veled,
bir garip yabancı sonra,
Kimya’nın acılı ruhu olurum.
Parçalara ayrılıp bütün olurum.

Dil ile hikâye olurum,
Ebedi bir aşka girizgâh olurum,
Bir cinayete sonsöz, bir aşka önsöz olurum.

Size bir masal bırakırım,
şu zalim dünyaya bir mesel.
Adını “Şeeeeems!..Unutma!..” korum.
Gün gelir, ben de kendi hikayemde yok olurum.

Unutma diye, sırf unutma diye...



ÖZEN YULA
İTİRAZ OYUNLARI/ŞEMS, UNUTMA!



*Dün akşam 2011-2012 tiyatro sezonunu Şems! Unutma! oyunu ile açtım ve galiba ben hala dün akşamda kaldım. Ağzımı açtığımda Şems! Unutma! diyesim, elime kalem aldığımda Şems! Unutma! yazasım, bir melodi duyduğumda Şems! Unutma! mırıldanasım var. Anlaşılan o ki; sadece dün değil bana bugün de günlerden Şems! Unutma!. Oyun ve oyuncularla ilgili bir şeyler yazmayı çok istiyorum ama şimdi değil. İçimde biraz demlendikten sonra...

**Bu doğumgünü hediyesi için bir kez daha teşekkürler sevgili İpek. Bu güzel akşamı seninle/sizinle paylaştığım için ne mutlu bana!

VAR OL/MAK

7.10.2011
Hiç bilmediğin bir kelime olup da düşeyim aklına. Duyulmamış bir ses, dokunulmamış bir yürek, görülmemiş bir yüz. Hiç gidilmemiş bir şehir olayım içinde. Ayak basılmamış bir toprak, yüzülmemiş bir deniz. Hiç seyredilmemiş bir film olayım fikrinde, dilinde söylenmemiş bir şarkı, ezberinde okunmamış bir kitap...

Var’ken yok olayım şu anda olduğum gibi. Bilinmeyen bir zamanda asılı kalayım bir süre. Sen gelip geç içinden, içimden sürekli...

Sonra bir gün aniden çıkayım karşına. Aniden var olayım. Şaşır, merak et, düşün, anlamaya çalış. Sor bana kim olduğumu ve ne istediğimi. Günler geceler geçsin, zamanlar, mevsimler. Yollar, hayatlar bitsin ve yeniden başlasın birer birer. Ben acele etmeden, ağır ağır, usulca anlatayım.



Görsel: Flickr.com

AK KEDİ/KARA KEDİ

5.10.2011
Düşünüyorum da bu tarz sözler söylenip, cümleler kurulmadı pek bizim evimizde. Hiç görmediğimiz dedemizin ağırlığından ve kendince onun izinden gidiyor olan oğlunun yani babamın biraz mecburi aracılığından olsa gerek, bizim evimizde hurafeler, batıl inançlar değil de gerçek olduğu söylenen ve bir o kadar da ürkütücü olan konuşmalar, olaylar, öyküler yer aldı çoğu zaman. Dedemi babamın anlatmasıyla tanıdık. Okuduğu dualarla ve inancıyla hasta insanları yerinden doğrultan, babanneme kızdığında tahta masaları yürüten, namı sınır ötesine taşmış olan dedem gururdan çok korku duyulan, yüzü olmayan bir hayalet gibiydi bizim için. Hep bizimle, hep yanımızda bir yerlerde...

O yüzden belki de küçükken aman ha geceleri tırnak kesilmez, sözlerini pek ciddiye aldığım söylenemez. Çünkü gece denince benim aklımda hep, babamın şahit olduğu dünyadışı müziklerin yer aldığı bir peri düğünü vardı. Yok uyumazsan, yemek yemezsen, annenin sözünü dinlemezsen, yok şöyle yapmazsan gelir seni alır denilen değişik isimli, lakaplı kişi veya şeylerin yerineyse çeşitli zaman ve durumlarda görülen cinler, periler. Kara kedi geçtiğinde saçını çek diyenlere ise dedemin başından geçtiği söylenen anlatması bile ürkütücü kedili hikayeyi düşündüğümden olsa gerek, gülüp geçtim çoğu zaman. Ne de olsa bu hikayede de kedi siyahtı ve eminim ki eğer ortada uğursuzluk ve lanet gibi bir durum varsa çekeceğim hiçbir saç -Rapunzel’inkiler dahil- beni bu durumdan kurtaramazdı.

İşte ben yüzünü hiç görmediğim bir dedenin, yüzünü artık görmediğim bir babanın yaşadığı bu tarz pek çok öyküyle birlikte büyüdüm. Bir yanımla gerçekliğine hep inandığım, hakkında çok fazla konuşmadığım, babadan oğula geçtiğini küçüklüğünden beri erkek kardeşimin yaşadıkları ve hala da yaşıyor olduklarıyla anladığım ama benden hep uzak olsun diye dilediğim bu yaşanmışlıklarla. Dediğim gibi bizim evde sadece yaşananlar anlatıldı. Ve hala da öyle. O yüzden belki de bizim için ne kedinin rengi, ne tırnak kesilen zaman dilimi, ne de ziyaret edeceği söylenen kişi veya şeyler, hiçbiri yaşananlar kadar gerçek, önemli ve korkutucu olmadı.



*Küçükken uyarı, korkutma veya batıl inançlar nedeni ile söylenen ama sizin o afacan çocuk aklınızla söylenenleri gözünüzde çok alakasız bir şekilde canlandırdığınız, korktuğunuz fakat büyüyünce “lennn nasıl da yediler beni bununla küçükken” dediğiniz birşeyler var mı? Varsa nelerdir? diye sorarak mimlemişti beni sevgili Pandora taaa Haziran ayında. Ve tabi ki en uzun sürede mim yazma rekorunu her şekilde elinde bulunduran bendeniz ancak yazabildim.

**Peki bugün için bu mimi yazmayı düşünürken dün gece Muhallebi Kralı’ndaki konunun da hurafelet, batıl inançlar olması bu mimin ne kadar doğru zamanda yazılmış olduğunun kanıtıdır desem hafifletici neden sayılır mı acaba sevgili Pandora? Sor bakalım programı baştan sona seyrettin mi diye, tabi ki hayır ama bak yapılan anket sonuçlarında ilk sırayı “kara kedi görünce saç çekmek” almış o kısmı kaçırmadım.

***Bu mim sevgili suvebeyaz’a, Azura’ya (merak etme mimin aklımda) ve Pilli Petro’ya gitsin tabi eğer yazmak isterlerse...

***Görsel: Flickr.com

DİLE/MEK

3.10.2011
Bir çocuğun gözlerinden bak bana. Her seferinde ilk defa görüyormuş gibi heyecanlı, coşkulu, istekli, sevgi dolu...

Bir çocuğun diliyle konuş. Sor içinden geleni, içinden geldiği gibi. Yeni kelimeler yarat çocuk aklınla, anlamını sadece ikimizin bildiği...

Bir çocuk gibi küs küseceksen. As suratını ama uzun sürmesin. Bir söze, bir bakışa döndür yine çevirdiğin başını. Bir öpücüğe kan, bir elma şekerine sevin...

Bir çocuğun aklıyla düşün. Sınır, tanım, anlam koyma. Olanı olduğu gibi yaşayalım, bırakalım, bırak akalım sonsuzluğa...

Bir çocuğun yüreğiyle sev beni. Karşılıksız, çıkarsız, olabildiğince yalın ama ısrarlı...Her vazgeçtiğin anda ve her gün yeniden başla...

Bir çocuğun elleriyle dokun. Meraklı, yavaş yavaş, yeniden keşfederek. Dokunduğun yere en masum izlerini bırak tarifi olmayan bir hevesle. Dokunduğun yerde bırak kendini...

Bir çocuğun düşleriyle sarıp sarmala beni. En güzel niyetlerle büyüt içinde. Bir o kadar çok, bir o kadar içten, bir o kadar gerçek ve senin kalayım...



*İlk yayın tarihi: 27/07/10'
**Görsel:
Özge Baki

4

30.09.2011








SESSİZLİK ACITIR!








Görsel: Afiş buradan alınmıştır.

OYUNBOZAN

28.09.2011
Çünkü oyunbozanlık eden bir şeyler çıkar daima. Sarkmış bir iplik mesela; sarkmış ve apartman kapılarına takılmış ya da ait olduğu kostümün tamamen sökülmesine sebep olmuş. Balonda hava kaçıran delik, sürgitte anlık duraklık, dönemeçten dönememek gibi...yahut onmadık yara, olmadık hayal, gözbebeğinde leke, tabakta kırıntı gibi...veya kotarılmamış bir meşgale, tamamlanmamış bir madde, bitmemiş bir hikaye gibi...bazı şeyler hep mızıtır ve eksik kalır. Ne kadar kusarsak kusalım yediğimiz pastadan geriye en az bir lokma kalır midemizin kuytusunda, ne kadar şişersek şişelim, kaç kazan süt içersek içelim paçamıza yapışıp havalanmamıza müsade etmeyen bir ağırlık gibi. Ve ne denli titiz olursak olalım, her göz temizliğinde halının altına saklanmış bir süprüntü kalır daima; unutmadığımız, unutturulmadığımız bir hatıra. Hep bir şeyler kalır. Bir şeyler hep eksik kalır.


MAHREM
ELİF ŞAFAK



Görsel: Özge Baki

27 EYLÜL

27.09.2011
Gördüm. Duydum. Hissettim. Okudum. Yazdım. Düşündüm. Sordum. Cevap verdim. Dinledim. Sessiz kaldım. Anladım. Anlattım. Merak ettim. Edildim. Tanıdım. Tanındım. Sandım. Kandım. Güvendim. Yanıldım. Yandım. Kırdım. Kırıldım. Acıdım. Acıttım. Şaşırdım. Üzüldüm. Ağladım. Güldüm. Heyecanlandım. Diledim. Sevdim. Sevildim. Sevindim. Düşledim. Gerçek yaptım. Başladım. Bitirdim. Gittim. Geldim. Arada kaldım. Düştüm. Kalktım. Canım yandı. Can yaktım. Ekledim. Çıkardım. Eksildim. Çoğaldım. Büyüdüm. Öğrendim...

Şimdi dönüp de baktığımda ardımda bıraktığım zamana farkındayım ki; YAŞADIM. Ve hala yaşıyorum da. Ne mutlu bana!




Görsel: Flickr.com

YALAN

23.09.2011
Kara, kuru bir yılan gibi sinsice kıvrılarak gelip de çöreklendi aramıza kaç zamandır, farkındayım. Soğuk, kaygan ve çatal dilli. Konuşursan sokacak. Konuştuğun an, taşıdığı tüm zehir, sesinden sesime, dilinden dilime, kelime kelime içimize akacak. Sessizliğin bu yüzden. Etrafındaki her şeyi bir bıçak gibi kesmekten korkarcasına taşıdığın sessizliğin. Benimki mi? Benimki seninki kadar ağır değil belki. Ama bol soru işaretli. Ve çok daha korkak.

Kanapenin sol yanına düşmüş ağırlığın. Bense içimdeki tüm yangınla birlikte sağ tarafta, bir başına. Aramız boş. Aramızdaki boşluk ha bir kol boyu, ha dünyanın diğer ucu. Ne fark eder ki? Sen, tüm dikkatin elindeki kağıtta, onunla oynuyorsun sürekli. O bomboş, bembeyaz kağıt parçası her şeyinmiş gibi sadece onunla ilgileniyorsun. Buruşturuyor, açıyor, katlıyor, kıvırıyor, şekilden şekile sokuyorsun. Bakmıyorsun yüzüme. Gözlerime kaç zamandır değmiyorsun. Elindeki kağıt parçası kendi kurduğun bir dünya gibi. Kim bilir kaç kere yeniden yaratıp yok ettiğin. Ve hiçbirinde bana, varlığıma yer vermediğin. Sahi, kimin nerede, ne yapıyor olduğu önemli mi bu saatten sonra? Böyle bir şey değil mi zaten yakınken uzak olmak?

Kara, kuru bir yılan gibi sinsice kıvrılarak gelip de çöreklendi aramıza kaç zamandır, farkındasın. Sessizliğin bile artık örtemediği kaba, karanlık, ağır bir şey bu. Zorluyor, yoruyor, yok ediyor bizi içten içe. Her seferinde ardımızda bize yakışmayan kara bir iz. Neden sonra, onca zaman sonra, tüm bu can acıtıcı sessizlikten sonra gözlerini gözlerime dikiyor ve kırıyorsun dilsizliğini. Önce elinden kağıdı atıyorsun sonra içinden sana ait olmayan kelimeleri. Göz göz, söz söz kendinden taşıyorsun. Boğulmadan geçerim sanıyorsun diğer kıyıya ama olmuyor. Dilinden dökülen her şey kararıp soluyor bir anda. Kendi yalanın kendi dilini sokuyor. Simsiyah bir zehir akıyor aramızdaki boşluğa. Ölüyorum. Ölüyorsun.



*Bir süredir yazmayan ama tekrar yazmasını umduğum sevgili nani’den aylar önce gelen bir mimdi bu ‘yalan’a dair. Ve isteyen herkes yazabilir.
**Görsel: Flickr.com

KENDİM/L/E KONUŞMALAR-X

21.09.2011
Zaman arsız bir kuş gibi...
Bir geçmiş'ten bir şimdi'den kanat vurup duruyor.

Başa sardım zamanı. Aylar öncesine. Geçtim başlangıç çizgisine ve sonra üzerinden tek bir adımla atlayıp da kendi kendine konuşulup tüketilmiş kelimelerle dolu ayların, yeniden şimdiki zaman’a vardım. Sayfası yırtık bir kitap, ayağı kırık bir sehpa, parçası kayıp bir puzzle, kahramanı olmayan bir öykü gibi. Tavanarasına kaldırılmış anahtarı bilinmeyen bir sandık. Başa sardım. Aylar öncesine. Zamanı, kendimi... Yok sayılmamak için daha fazla belki de, ben kendimi yok saydım!


Görsel: Flickr.com

2.BOĞAZİÇİ KİTAP FUARI

19.09.2011
*"Selam Vladimir, naber, nasılsın? Görüşemedik kaç zamandır, bu aralar İstanbul’da mısın?" diye başlayan konuşma bir anda cumartesi buluşmasına döndü. Okumayı ve yazmayı seven iki kafadar olarak da buluşma mekanımız bu yıl Almanya’nın konuk ülke olarak katıldığı ve “Göç” temasının işlendiği 2.Boğaziçi Kitap Fuarı oldu.

*Günüm, artık gün ve saat ayrımı yapmayan İstanbul trafiğinin de katkılarıyla gelenekselleşmiş cumartesi dişçi randevuma 1 saat geç kalmakla başladı. Neyse ki Vladimir’le saat konusunu netleştirmemiştik de kendisini bekletmek zorunda kalmadım. Ama tabi Vladimir’i de trafiğe takılmaktan kurtaramadım.

*Taksim’den Harbiye’ye doğru yürüyüşümüz esnasında ne İstanbul Kongre Merkezi’ne ne de 2.Boğaziçi Kitap Fuarı’na dair herhangi bir bilgi veya afişin olmaması oldukça dikkat çekiciydi. Yine de fazla soruya gerek kalmadan tahminlerimizin de yardımıyla İstanbul Kongre Merkezi’ne ulaşmamız çok zor olmadı.

*Fuar dışında birkaç etkinliğe daha evsahipliği yapan bol yürüyen merdivenli merkezin içersinde de ne yazık ki etkinliklere dair yönlendirici bilgiler yoktu. Oldukça büyük olmasına rağmen bize pek de kullanışlı gelmeyen merkezde neredeyse her aralık kapıdan kafamızı uzatarak, kimseye sormadan el yordamıyla ilgili salonları bulduk diyebilirim. Yürüyen merdivenlerle sürekli aşağıya iniyor olmak ve bu fuar hakkında ne basında ne de merkez içersinde çok fazla bilgiye rastlamamak bizde gizli saklı bir yeraltı fuarına gidiyormuş izlenimi uyandırdı.

*Salonlar ne yazık ki boştu hatta bir salonda sadece Vladimir’le ben vardım. Bütün yayınevlerindeki görevli arkadaşlar da sağolsunlar her türlü sorumuzu cevaplayıp bize yardımcı oldular. Özellikle Heyemola Yayınları’nın standında bir hayli vakit geçirdik. Bunda Ekim 2009 da 40 kitapla başlayan, 80 kitaba çıkan ve 100’e tamamlanmak istenen, her bir semtinin orada yaşamış ya da uzun vakitlerini o semte adamış ayrı bir yazar tarafından anlatıldığı “İstanbulum” serisi üzerinden başlayan güzel bir sohbetin etkisi çok büyüktü elbette. Hem görevli arkadaşlara hem de serideki “Ben Haliç” kitabının yazarı sevgili Nusret Karaca’ya güleryüzleri ve içtenlikleriyle güzelleştirdikleri bu sohbet için bir kez de buradan teşekkür etmek istiyorum. Bu arada benden duymuş olmayın ama İzmir ve Trabzon kitaplarının da yayınladığı bu seride sıradaki il ise Adana...

*2.Boğaziçi Kitap Fuarı için ayrılan 4 salonu da gezip ufak çaplı bir kitap alışverişi yaptıktan sonra çıkış kapısına yöneldiğimizde dışarıya kadar taşmış olan kuyruğu gördük. Ama elbetteki bu kuyruk kitap fuarı için değil, diğer konser ve sergi etkinliği içindi. Giriş çıkışların aynı kapıdan yapılması ise özellikle çıkmak isteyenlerin işini zorlaştırdı diyebiliriz. Fuar sonrası Taksim’de Leman Kültür’de verilen bir bira molası ardından vapur sefasıyla geçilen Anadolu yakası cumartesi gününün son durağı oldu. Sevgili Vladimir kitap, sohbet ve keyifle geçen bu gün için çok teşekkürler arkadaşım. Arayı fazla açmayalım.




*Bu arada ilgilenenler için; 15 Eylül’de başlayan ve 21 Eylül’e kadar devam edecek olan 2.Boğaziçi Kitap Fuarı için ayrıntılı bilgiyi buradan alabilirsiniz.

**Görsel: Vladimir

KURULU SAAT

16.09.2011
Bir yelkovanın telaşında akıp gidiyor yaşam. Aynada kendi suretim. Suretimde başka başka hayatlar. Eski bir fotoğrafa bakar gibi bakıyorum kendime şu an durduğum yerden. Tarihim yok. Kimliğim belirsiz. Bilinmeyen bir zamanda sıkışıp kalmışlığım. İçimde yer etmiş bir sıkıntının izlerinde her seferinde önce kendimi bulup, sonra yeniden kaybediyorum.

Bir akrebin zehirinde eksilip gidiyor yaşam. Her gün başka bir parçamı bırakıyorum ardımda. İçimde kalanlar, düşlerimdeki zamanlar, çalamadığım kapılar üşüşüyor belleğime. Üzerimdeki açıkları kapatıyorum son bir telaş. Dikiyorum yaralarımı. Ruhumdaki deliklere gücüm yetmiyor. İçimdeki boşluk anlaşılmasın diye her seferinde en güzel elbiselerimi giyip, en renkli makyajımı yapıyorum.

Ben zaman yoksunu kurulmuş saat. Bir yanılsamanın içersinde, tanımı olmayan bir öfkeyi taşıyorum. Her seferinde yineleyip kendimi iklimsiz mevsimleri yaşıyorum sil baştan. Yüreğimin sarkacı aklımın çıkmazlarında...Her salınışında kendi kendimin önce celladı, sonra kurbanı oluyorum.




*İlk yayın tarihleri: 02/12/08’ ve 14/12/09’
**Görsel:
Flickr.com

ANLA/MAK

14.09.2011










iyi misin diye sormayacağım sana
en azından içinin aydınlık bir tarafı varsa hala
-ki öyle olduğunu söylüyorsun-
iyisindir zaten
değilsen de sırf o aydınlık yan için bile
olmak zorundasın...

iyi misin diye sorma sakın bana
içimde ya da dışımda
aydınlıktan yana pek bir şey yok bugünlerde
ama kötüyüm demek de olmaz
nankörlük etmekten hep çekinirim bilirsin beni
üstelik değilsem bile benim dışımda pek çok kişi için
olmak zorundayım...

biliyor musun?
yazacak onca şey varken
hiçbir şey yazamamak bu olsa gerek
ya da yazmak istediklerinin yerine
başka kelimelerden konuşup, farklı cümlelere sığınmak...
bunu sadece şimdi de değil üstelik
aslında çoktan yapmış, tüketmiş, bitirmiş,
kaybetmenin hala tam olarak ayrımına varamadığın halde
acısını içten içe hissettiğin pek çok şeyi
-belki de tek bir şeyi-
-belki de sadece seni-
kim bilir kaçıncı kez yitirmiş olmak...

yani kısaca; geçen onca zamanın,
söylenen çoğu boş, gereksiz onca şeyin ardından
içinde bir türlü söyleyemediğin asıl cümlenin,
dilinin ucunda kendinden habersiz bir öznenin
bir diken gibi takılı kalması
ve bu saatten sonra her yutkunduğunda
sadece ve sadece içine batması

ne acı ki ben bunun daha yeni hatta belki tam da şu anda;
şu satırların arsız yalnızlığında farkına vardım
ve geç kaldığında zaman seni susarak değil
sana ait olmayan sözlerle cezalandırırmış
anladım!




Görsel: Özge Baki

12092011

12.09.2011
İnsanlar ölsün diye değil, yaşasın diye savaşmak...Böyle bir şeyin mümkün olduğuna inanabilir mi insan gerçekten? Birini öldürmek sadece onun canını almak değildir. Ölümü düşünerek başlarsın öldürmeye. Etrafında teker teker yere düşer bedenler. Hedef şişeleri gibi öylesine öldürülmüşcesine...

Dışarıda o kadar çok insan ölüyor ki inan senin hayatta olman ya da olmaman hiç kimsenin umurunda değil. Sen kimseyi öldürmediğini sanıyorsun değil mi? Tıpkı hala ölmediğini sandığın gibi. Oysa ölümü düşünerek sen de başlamıştın öldürmeye. Savaş atılan ilk kurşunla başlamaz. Savaş önce akla düşer. Cinayet de öyle. Öldürmek üzerine düşünmeye başladığın anda birileri de ölmeye başlar. İstek ve korku aynı güçte yer alır. Ölümü isteyenle ölmekten korkan...Ölenle öldüren aynı kişidir aslen. Sen de herkes gibi kendini kandırıyorsun biliyorsun değil mi? İnsanlar yaşasın diye savaşmak kadar büyük bir yalan yok bu dünyada. Savaş ya vardır ya yoktur. Bir kez çıktı mı artık durduramazsın. Savaşanları öldürmekten alıkoyamazsın. Ne için savaştığının önemi kalmaz bir süre sonra. Niye savaştığını unutacak kadar karışır kafan. Sadece savaşı düşünürsün. Sadece ölmeyi ya da öldürmeyi. Ölmemeyi ya da öldürmemeyi değil. Akıl hep olumsuzu onaylar savaşta. Cesetlerin üzerinden atlarken, evler yanarken, ölüler bile çığlık atarken o mahşerin içinde hayat hakkında düş kurmak mümkün mü?


***

Peki bir şey değişecek mi? Hayır! Yeni hesaplar oluşacak bir yandan. Yeni hedefler, yeni kinler, yeni öçler. Söylemiştim değil mi, hayat kendini tekrar etmeyi çok sever. Eğer insan yaşananlardan ders almayı seçseydi, her şey bambaşka olurdu. Ama herkes kendi kitabını yazmanın peşinde. Söylenmiş tüm sözler sonsuza dek tekrar tekrar söylenecek. Önemli olan senin hangi sözü tekrarlamayı seçeceğin.


ŞAHBAZ’IN HARİKULADE YILI 1979
MİNE SÖĞÜT





Görsel: Özge Baki

(Ç)ALINTI?

9.09.2011
"Mümkün olduğunca kibar ve anlaşılır yazmaya çalışacağım. Post-Modern Edebiyatın temel yaklaşımlarından biri; yazılacak tüm konular zaten bugüne kadar yazıldığı için, tüm metinlerin aslında taklit ve kopya metinler olduğu, dolayısıyla da benim ‘kolaj’ onların ‘kopyala-yapıştır’ dedikleri menem şeyin yapılmasında sakınca olmadığıdır. Ancak insanların bunu yaparken izleyecekleri yol ve yöntemin edebi niteliği ciddi anlamda sorun çıkarmaktadır. Çünkü kopyala-yapıştır yöntemi ucu bucağı olmayan bir okyanus gibidir. En basit yolu; metinde kabaca göstermenin ötesinde alıntıların kime ait ve hangi satırlarda olduğunu belirtmektir. Ya da sadece alıntılara atıf yapılır.

Edebiyatta metinlerarası ilişkiler ise bambaşka bir konu olup ne kadarı kolajın (kopyala-yapıştır) ne kadarı esinlenmenin eseridir noktasında ciddi bir araştırma alanı haline gelmiştir. Bu uzun girişten sonra...beenmaya’nın yazılarının sadece birkaç satırını ya da kelimesini değiştirip tamamını kullanarak yaptıklarınız ‘alıntı’ olmaz. Belirtilmesi iyiniyeti gösteriyor ama yöntemde ciddi sorun var. Birkaç yazısı da ‘alıntı’landığı bile belirtilmeye gerek görülmeden kullanılmış ki...İşte bu, hiç olmamış. Yanlışlığı düzeltmeniz umudu ile..."



*Teknik bir sorun yüzünden ben yorum yazamadığım için bu yorum ilgili kişinin sayfasına sevgili AVRAM tarafından yapılmıştır.
**İlgili blog ve bahsedilen ‘alıntı’ yazı/ları/m için
buraya bakabilirsiniz.
***Görsel:
Flickr.com

GEÇMİŞ ZAMAN MEZARLIĞI

7.09.2011
Bir insan bir başka insandan ne zaman ve nasıl vazgeçer? Bu insan geçmişinin önemli bir bölümünde –çocukluğunda- yer almışsa, akrabalık diye tanımlanan bir kan bağıyla bağlıysa sana ve tüm bunlara karşılık arada herhangi bir kavga, kırgınlık, kötülük yaşandığı hatırlanmıyorsa? O zamanlar hiç sona ermeyeceğini düşündüğün o iletişim nasıl kopar bir anda, bıçak gibi net ve keskin? Birbirinizi sizin dışınızdaki tüm evrene karşı koruyup kollarken o günlerde, hangi zamandan sonra birbirinizi arayıp sormaz, varlığınızı bile hatırlamaz olursunuz? Hayatınıza giren her yeni insan mı alır, geçmiştekilerin yerini farkında bile olmadan? Her yeni insanla, yaşamla geçmiştekileri unutur muyuz?

İşte tüm bu sorularla birlikte girdim bugün hastane kapısından. Seneler sonra, çocukluğumun en yakın şahidi olan o’nunla karşılaştığımız ilk yer burası, bir hastane odası olmamalıydı diye düşünerek. Ve birbirimizi gördüğümüz ilk an, ağzımızdan dökülen kelimelerin “geçmiş olsun” ve “teşekkür ederim” olmasına hayret edip üzülerek...

Sevgili;

Geçmiş bir nevi yaşam ve insan mezarlığından mı oluşur hani adına anı dediğimiz? Peki kim kimi öldürür önce, öldürür ve gömer tüm yaşanmışlıkların üzerine? Kim kimden vazgeçer de, kim sessiz sedasız terkedilmeyi seçer?




Görsel: Flickr.com

AYNA

2.09.2011
Ayna nedir? Ayna, olmadığı bir sürü şeydir. Doğrudan olduğu şeyin ötesine geçebilen ve aslında olmadığı şeymiş gibi görünebilen tek nesnedir. Karşısına geçen şeyin cismine bürünür. Neyi yansıtıyorsa o olur.

Hiç’i bile yansıtabilen tek şeydir ayna. Karanlığın yansıyabildiği tek yüzeydir. Karanlık aynada kendisiyle karşılaşabilir. Eğer aynanın karşısında ‘hiçbir şey’ varsa aynada da ‘hiçbir şey’ vardır. ‘Hiç’i ‘var’ yapmayı beceren bu kudret aynanın zamansız, boyutsuz, sınırsız ‘tekrar’ hüneridir.

Ayna asla karşısındakine kendini olduğu gibi göstermez. Aynada her şey sinsice yer değiştirir.


ŞAHBAZ’IN HARİKULADE YILI 1979
MİNE SÖĞÜT









Görsel: Flickr.com

27 AĞUSTOS'A...

26.08.2011












Bir ömürlük diye kurduğum cümlelerden kim bilir kaç kelime kalıyor her seferinde ellerimde. Bir tek senin kurduğun, sana kurduğum cümleler ne olursa olsun silinmiyor, bir ömür yer ediyor yüreğimde...

İyi ki doğdun annem...
İyi ki varsın, yanımdasın
Birlikte daha nice nice senelere...


Kızın...

TATİL GÜNLÜĞÜ

24.08.2011
*Kampanya bilgisini bana hiç sunmadan gidiş-dönüş biletimi keserek beni durduk yere fazladan masrafa sokan ve ışık hızıyla sabahın köründe beni Didim’e bırakan Kamil Koç firmasına,

*Otel Lamirage’ın başta yemekleriyle kilo almama vesile olan aşçısı olmak üzere güleryüzlü tüm personeline ve kendimi evimde hissettiren ve jestleriyle beni sürekli şaşırtan otel sahibi Tarkan Bey’e,

*İçimdeki çocuk sevgisini tekrar günyüzüne çıkaran Elif, Tuana, Naz, Semih ve adını bilmeden sevdiğim, sohbet ettiğim daha bir sürü güzel varlığa;

*Daha erken tanışıp da daha fazla vakit geçirseydik diye hayıflandığım sevgili Elvan ve Mehtap’a;

*Olmadık yerde Clementine’i hatırlayarak aklımı alan, elimdeki yüzüklere cinayet sebebi diyerek saldıran adını bilmediğim iki hatuna;

*Rock barda fıçı bira nasıl olmaz sorusuna net bir cevap veremeseler de Ali Bar’a ve orada olduğum süre içersinde bana iyi müzik dinleme şansı veren Bangkok B.B grubuna;

*Koskoca(!) Didim’de gecenin bir yarısı kaybolup saatlerce yol yürüyerek ufak bir şehir turu yapmış olan ve bu sefer doğru dürüst yanmayı becerebilen kendime

teşekkürler...

Evet döndüm. Döneli 2 gün oldu hatta. Ama tatil dönüşü sendromu yaşamadım. Mutluyum. Gururluyum. Hayır kendimi de kandırmıyorum!



Görsel: Özge Baki

TATİL

12.08.2011




TATİLE GİDİYORUM.


DÖNECEĞİM!









Görsel: Flickr.com

AŞK'A DAİR...

9.08.2011
Yüklendiğim kelimeler hep başka bir dilin habercisi bugün. Neye atsam elimi tutmuyor, ne anlatmaya çalışsam, aşk kesiyor sözümü. Hangi cümleyi kursam öznesi hep sen. Hangi yaşamda soluklansam imkanı yok, aşk beni durdurmuyor.

Sahi sen kaç zamandır içimdeydin de gün yüzüne çıkarıverdin kendini böyle apansız? Kaç zamandır peşimdeydin de hiç de sıradan olmayan bir günü, bu günü seçtin yakalamak için ruhumu? Hep duyduğum o adı, ilk defa işitmiş gibi kulağımdan yüreğime fısıldayıverdin harf harf? Hep bildiğim o yüzü ilk defa görmüş gibi ince ince, silinmemecesine kazıyıverdiğin belleğime göz göz?

Ey aşk...

Görünen o ki yeni kelimelerin vakti geldi diyorsun şimdi bana sen, anladım. O halde önce çözülüvermeli iplik iplik, çırılçıplak, en içine, en yüreğine kadar, arınmalı...Ve sonra yeniden başlamalı; içinde ilk defaymışcasına acemiliğin, son defaymışcasına yaşananların o vazgeçilmez tadı...Ve her bir parçayla yeniden ve daha sıkı bağlamalı, bağlanmalı hayata.

Ve adını sadece ve sadece AŞK koymalı...



Görsel: Flickr.com

YOLCULUK

5.08.2011
Çalışmamam gereken bir cumartesi sabahı çalışıyor olmanın memnuniyetsizliği üzerimde. Hava gergin, yol gergin, ben gerginim. Tuhaf bir şekilde sen de beni geriyorsun. Genizden çalınan bir ıslık gibi çıkıyor sesin.

“Aldığın her nefesin tadını çıkar” diyorsun bana. Sadece benim duyabileceğim bir fısıltıyla ekliyorsun sonra; “Hayatın aslı sende. Senin içinde. Unutma hayatın aslı sensin.”

Kim olduğunu bilmiyorum. Adın, yaşın, en çok hangi rengi sevdiğin konusunda hiçbir fikrim yok. Hatta neye benzediğine dair bile...Tesadüf eseri arabalarımız arapsaçına dönmüş trafik yumağının çözümsüz uçlarından birinde yanyana gelmeseydi varlığından bile haberim olmayacaktı kimbilir...

“Kim olduğum çok mu önemli senin için” diye soruyorsun bana, “ya da ne olduğum.” “Peki sen kendini biliyor musun, tanıyor musun gerçekten? Yaptıklarına veya yapacaklarına dair bana sunabileceğin en iyi şey nedir?Başkalarından önce kendini tanıman, kendini bilmen gerekmez mi aslında bir düşünsene. Bir beklentin varsa eğer hayattan, önce kendine hak ettiğin değeri vermelisin.”

Susuyorum. Hayat gibi sen de ağır geliyorsun bana. Ağır ama gerçek. Aynı yol üzerinde ilerliyoruz, milim milim gitmeye ne kadar ilerlemek denirse. Gözümü alan güneş seni net olarak görmeme engel oluyor her seferinde. Görebildiğim kadarıyla ikimizde yolcu tarafındayız. Göremediklerimse zihnimin içinde yeni olasıklara gebe, hazırolda bekliyor.

“Kaçırma gözlerini hayattan. Hep hayatın içinde olsun bakışların. Hep kendi içinde. Baktığın kadar varsın bu hayatta. Hatta sadece bakmakla da yetinme. Görmen de lazım. Görüp de bilmen, bilip de sevmen lazım. Hayatı kendi içinde, kendini hayatın içinde...”

Yaşamdan bıkmış bir ifadeyle camdan yolu takip ediyorum isteksiz. O kadar bıkkın hissediyorum ki kendimi söylediklerin bir kulağımdan girip -içimi acıtıp da derinlemesine- diğer kulağımdan çıkıyor. Cevap vermek bile gelmiyor içimden. Verebileceğim bir cevap var mı onu da bilmiyorum. Ben camın iç tarafındayım. Camın dışındaysa arabalar, insanlar, yollar, ağaçlar, koskoca bir hayat...Farkındayım ki gündelik yaşam ben dahil olmasam bile gayet hızlı ve doludizgin yoluna devam ediyor. Bense sadece bakıyorum.

“Bir nefeslik molaları çok görme kendine. Arada bir karanlıkta kalsa da bir yanın, sakın pes etme. Çekil kendi kabuğuna bir süre. Sadece içine bak. Kendi aydınlığın senin içinde. Ara ve bul. Gerçeğin düşlerle bölünmesine, düşlerin gerçeğin altında ezilmesine izin verme.”

Doğru diye düşünüyorum içimden ve kafamı kaldırdığımda ilk defa gözgöze geliyoruz ışık hızıyla. Sonra aniden kayboluyorsun. Seni kısa süreliğine de olsa görmüş olmanın şaşkınlığı üzerimde, açılan yolun senin aracına verdiği önceliği seyrediyorum.

Ben gri bir renault megan’ın içindeyim. İşim gereği bir güzellik fuarına doğru gidiyorum. Sense kendi güzelliğine bile doyamadan belki de, bir cenaze arabasında, bu dünyadan gidiyorsun. Bu yolculuk senin için nerede sona erecek bilmiyorum. Sessizce veda ediyorum sana. Son sözcüklerin geliyor uzaklardan kulağıma. Melekler yolun başını tutmuş. Seni bekliyor. Görüyorum.

“Meraklanma. Hepimiz aynı değil miyiz başından beri? Başladığımız yol da aynı, yolun sonunda varacağımız kapı da. Seni farklı kılan bu yolu nasıl geçtiğin, nasıl ilerlediğin sadece. Unutma bu hayatta sen, gerçeğinle varsın. Ama düşlerin kadar, düşlerinle yaşarsın.”




*İlk yayın tarihi: 06/02/09’
**Görsel:
Flickr.com

KARŞI PENCERE/I

2.08.2011











Sevgili Simone;

Senden sonra artık kırmızı kırmızı değil.
Gökyüzünün mavisi de artık mavi değil.
Ağaçlar artık yeşil değil.

Senden sonra biz olmanın, özlemenin renklerini aramalıyım.
Senden sonra bizleri utangaç ve kaçak kılan acıyı bile özlüyorum.
Bekleyişleri, vazgeçişleri, şifreli mesajları özlüyorum.
Görmek istemeyenin kör dünyasında kaçamak bakışmalarımızı.
Bizi görselerdi onların utancı, nefreti, acımasızlığı olurduk.

Senden af dileme cesaretini henüz gösteremediğim için pişmanlık duyuyorum.
O yüzden artık pencerene bile bakamıyorum.
Seni hep orada görürdüm henüz adını bile bilmezken.

Senin daha iyi bir dünya düşlediğin zamanlar
Bir ağacın ağaç, mavinin gökyüzü olmasının yasaklanamayacağı bir dünya.
Bilmem bu daha iyi bir dünya mı?
Artık kimse bana Davide demiyor, Bay Veroli diyorlar.
Bunun daha iyi bir dünya olduğunu nasıl söyleyebilirim?
Senin olmadığın bir dünya için bunu nasıl söylerim?



KARŞI PENCERE/MEKTUPLAR

GİBİ...

28.07.2011
Boşa kürek çekmek gibi. Uyandığında çoktan bitmiş olduğunu bildiğin bir rüyaya kaldığın yerden devam edebilmek için, gözlerini sımsıkı kapayıp da yeniden uyumaya çalışmak gibi. Geç kaldığını, zamanın aktığını fark ettiğin halde, diğer otobüslere binmeyip boş bir inat ve ısrarla durakta aynı otobüsü beklemek gibi. Seni anlamadığından emin olduğun birine belkinin gölgesine sığınıp hala kendini anlatmaya çalışmak gibi. Olmadığı söylenen aşk’a her geçen gün eksilse de sol yanından bir parça, yine de inanmaya devam etmek gibi. Yağmurun altında ıslandığını bile bile şemsiye almayıp, sinüzitini ve çektireceği ağrıları yok saymak gibi. Dört koldan gerçekler vurulurken yüzüne ve incelirken çoğu zaman hayatla bağın, düşlerine sığınıp da o bağı birazcık da olsa kalınlaştırmaya çalışmak gibi. Saçmaladığını düşünenler gibi sen de bazen şaşırsan da kendine ve bir acaba yerleşip otursa da içine, her şeye rağmen yine de vazgeçmemek gibi. Ya bir gün gelirse, görmek isterse beni, ya duyup da bir ses verirse sesime diye olmayacağını bildiğin halde düşünmek gibi. Umut etmek gibi yani kısaca. İçten içe, sebebsizce hatta, bile bile umudun o sıcaklığına sığınmak gibi. Unutmak gibi sonra; unutmak diye bir şey olmadığını bildiğin halde unuturmuş gibi yaparak, ezelden beri süregelen bir yalana kanarak yaşamak gibi...

İşte bu gün sana yazılan bu satırların tek sebebi...



*Görsel: Flickr.com

ZAMANIN KRALLIĞI

26.07.2011
Zaman kimimiz için
yakalanmayı hakeden bir hırsız,
hiç varolmadığından kaybedilmemiş bir sevgili,
şimdimize görünmezliğiyle sahip
ama unutulmaya dünden razı
ve geleceği özlemle beklenen bir misafir.

Zaman kimimiz için
hiç değişmeyen bir ırmak,
her defasında başka bir “ben”
olarak denize varmak.
kaçınılmazlığıyla bile sakin
akışına alıştığımız.

Zaman her birimize yalancı bir kral
kraldan çok kralcı
öyküler yazmaktan hiç bıkmayan.
fethedilmeye değer tek hazinesi
şimdiden geçmiş ve şimdiden gelecek olan.


BAŞAK ALTIN

GEMİ

22.07.2011
Sen...

Yüzme bilmediğini söylüyorsun. Sığ suları tercih edişin hep bu yüzden. Sığ sulara çivileme atlayışın.

Ayakların yere bas/a/mıyor diye mi şimdi tüm bu telaşın? Gülümsüyorum. Aşk boyunu aşmış, diyorum sana. Ver elini beraber yüzelim.

Yüzme bilmeyene yüzme öğretmek zordur, diyorsun. Aşk öğrenilir mi, diye soruyorum sana. Öğretilir mi? Susuyorsun. Bırakıyorsun elimi.

İlk fırsatta terk ediyorsun gemiyi. Hiç kulaç atmadan. Denemeden en azından. Suskunluğun can simidin olmuş güvendiğin. Önüne gelen ilk kıyıya çıkıyorsun.

Boğmak mı yoksa boğulmak mıydı esas korkun merak ediyorum. Elde avuçta kalan sadece deniz tutmaları. İlk rüzgarda yıkılıveren kumdan bir kale...

Ben...

Gözlerim kapalı atlıyorum her zaman suya. Yüzmek yetmiyor. Hep derinlere dalıyorum. Derinlerde yaşıyorum. Korkum yok açık denizlerden. Vurgun yemekten. Hazırım.

Ufukta hiçbir kara parçası gözükmüyor şimdi. Güvertede tek başınalığım. Açık denizde. En dipte, nefessiz kaldım. Yüzeye çıkmak telaşındayım. Ben yüzeye çıktıkça gemi her tarafından su alıyor.

Su soğuk. Su tuzlu. Su yakıyor. Zaman kesiklerinden gözlerime tuzlu anılar akıyor.

Aşk...

Boyunu geçmekle kalmıyor işte. Vurgun da yemek lazım. Karşılıksız.
Hala burada. Açık denizde. Gemide. Gemi batıyor.
Biz bıraktık. Kurtardık kendimizi. Ama o gemiyi terketmiyor.




*İlk yayın tarihleri: 02/01/09’ ve 12/01/10’
**Görsel:
Deviantart

3

20.07.2011


















BAZI ŞEYLER HİÇ UNUTULMAZ!






*Görsel: Afiş buradan alınmıştır.