Pages

4

30.09.2011








SESSİZLİK ACITIR!








Görsel: Afiş buradan alınmıştır.

OYUNBOZAN

28.09.2011
Çünkü oyunbozanlık eden bir şeyler çıkar daima. Sarkmış bir iplik mesela; sarkmış ve apartman kapılarına takılmış ya da ait olduğu kostümün tamamen sökülmesine sebep olmuş. Balonda hava kaçıran delik, sürgitte anlık duraklık, dönemeçten dönememek gibi...yahut onmadık yara, olmadık hayal, gözbebeğinde leke, tabakta kırıntı gibi...veya kotarılmamış bir meşgale, tamamlanmamış bir madde, bitmemiş bir hikaye gibi...bazı şeyler hep mızıtır ve eksik kalır. Ne kadar kusarsak kusalım yediğimiz pastadan geriye en az bir lokma kalır midemizin kuytusunda, ne kadar şişersek şişelim, kaç kazan süt içersek içelim paçamıza yapışıp havalanmamıza müsade etmeyen bir ağırlık gibi. Ve ne denli titiz olursak olalım, her göz temizliğinde halının altına saklanmış bir süprüntü kalır daima; unutmadığımız, unutturulmadığımız bir hatıra. Hep bir şeyler kalır. Bir şeyler hep eksik kalır.


MAHREM
ELİF ŞAFAK



Görsel: Özge Baki

27 EYLÜL

27.09.2011
Gördüm. Duydum. Hissettim. Okudum. Yazdım. Düşündüm. Sordum. Cevap verdim. Dinledim. Sessiz kaldım. Anladım. Anlattım. Merak ettim. Edildim. Tanıdım. Tanındım. Sandım. Kandım. Güvendim. Yanıldım. Yandım. Kırdım. Kırıldım. Acıdım. Acıttım. Şaşırdım. Üzüldüm. Ağladım. Güldüm. Heyecanlandım. Diledim. Sevdim. Sevildim. Sevindim. Düşledim. Gerçek yaptım. Başladım. Bitirdim. Gittim. Geldim. Arada kaldım. Düştüm. Kalktım. Canım yandı. Can yaktım. Ekledim. Çıkardım. Eksildim. Çoğaldım. Büyüdüm. Öğrendim...

Şimdi dönüp de baktığımda ardımda bıraktığım zamana farkındayım ki; YAŞADIM. Ve hala yaşıyorum da. Ne mutlu bana!




Görsel: Flickr.com

YALAN

23.09.2011
Kara, kuru bir yılan gibi sinsice kıvrılarak gelip de çöreklendi aramıza kaç zamandır, farkındayım. Soğuk, kaygan ve çatal dilli. Konuşursan sokacak. Konuştuğun an, taşıdığı tüm zehir, sesinden sesime, dilinden dilime, kelime kelime içimize akacak. Sessizliğin bu yüzden. Etrafındaki her şeyi bir bıçak gibi kesmekten korkarcasına taşıdığın sessizliğin. Benimki mi? Benimki seninki kadar ağır değil belki. Ama bol soru işaretli. Ve çok daha korkak.

Kanapenin sol yanına düşmüş ağırlığın. Bense içimdeki tüm yangınla birlikte sağ tarafta, bir başına. Aramız boş. Aramızdaki boşluk ha bir kol boyu, ha dünyanın diğer ucu. Ne fark eder ki? Sen, tüm dikkatin elindeki kağıtta, onunla oynuyorsun sürekli. O bomboş, bembeyaz kağıt parçası her şeyinmiş gibi sadece onunla ilgileniyorsun. Buruşturuyor, açıyor, katlıyor, kıvırıyor, şekilden şekile sokuyorsun. Bakmıyorsun yüzüme. Gözlerime kaç zamandır değmiyorsun. Elindeki kağıt parçası kendi kurduğun bir dünya gibi. Kim bilir kaç kere yeniden yaratıp yok ettiğin. Ve hiçbirinde bana, varlığıma yer vermediğin. Sahi, kimin nerede, ne yapıyor olduğu önemli mi bu saatten sonra? Böyle bir şey değil mi zaten yakınken uzak olmak?

Kara, kuru bir yılan gibi sinsice kıvrılarak gelip de çöreklendi aramıza kaç zamandır, farkındasın. Sessizliğin bile artık örtemediği kaba, karanlık, ağır bir şey bu. Zorluyor, yoruyor, yok ediyor bizi içten içe. Her seferinde ardımızda bize yakışmayan kara bir iz. Neden sonra, onca zaman sonra, tüm bu can acıtıcı sessizlikten sonra gözlerini gözlerime dikiyor ve kırıyorsun dilsizliğini. Önce elinden kağıdı atıyorsun sonra içinden sana ait olmayan kelimeleri. Göz göz, söz söz kendinden taşıyorsun. Boğulmadan geçerim sanıyorsun diğer kıyıya ama olmuyor. Dilinden dökülen her şey kararıp soluyor bir anda. Kendi yalanın kendi dilini sokuyor. Simsiyah bir zehir akıyor aramızdaki boşluğa. Ölüyorum. Ölüyorsun.



*Bir süredir yazmayan ama tekrar yazmasını umduğum sevgili nani’den aylar önce gelen bir mimdi bu ‘yalan’a dair. Ve isteyen herkes yazabilir.
**Görsel: Flickr.com

KENDİM/L/E KONUŞMALAR-X

21.09.2011
Zaman arsız bir kuş gibi...
Bir geçmiş'ten bir şimdi'den kanat vurup duruyor.

Başa sardım zamanı. Aylar öncesine. Geçtim başlangıç çizgisine ve sonra üzerinden tek bir adımla atlayıp da kendi kendine konuşulup tüketilmiş kelimelerle dolu ayların, yeniden şimdiki zaman’a vardım. Sayfası yırtık bir kitap, ayağı kırık bir sehpa, parçası kayıp bir puzzle, kahramanı olmayan bir öykü gibi. Tavanarasına kaldırılmış anahtarı bilinmeyen bir sandık. Başa sardım. Aylar öncesine. Zamanı, kendimi... Yok sayılmamak için daha fazla belki de, ben kendimi yok saydım!


Görsel: Flickr.com

2.BOĞAZİÇİ KİTAP FUARI

19.09.2011
*"Selam Vladimir, naber, nasılsın? Görüşemedik kaç zamandır, bu aralar İstanbul’da mısın?" diye başlayan konuşma bir anda cumartesi buluşmasına döndü. Okumayı ve yazmayı seven iki kafadar olarak da buluşma mekanımız bu yıl Almanya’nın konuk ülke olarak katıldığı ve “Göç” temasının işlendiği 2.Boğaziçi Kitap Fuarı oldu.

*Günüm, artık gün ve saat ayrımı yapmayan İstanbul trafiğinin de katkılarıyla gelenekselleşmiş cumartesi dişçi randevuma 1 saat geç kalmakla başladı. Neyse ki Vladimir’le saat konusunu netleştirmemiştik de kendisini bekletmek zorunda kalmadım. Ama tabi Vladimir’i de trafiğe takılmaktan kurtaramadım.

*Taksim’den Harbiye’ye doğru yürüyüşümüz esnasında ne İstanbul Kongre Merkezi’ne ne de 2.Boğaziçi Kitap Fuarı’na dair herhangi bir bilgi veya afişin olmaması oldukça dikkat çekiciydi. Yine de fazla soruya gerek kalmadan tahminlerimizin de yardımıyla İstanbul Kongre Merkezi’ne ulaşmamız çok zor olmadı.

*Fuar dışında birkaç etkinliğe daha evsahipliği yapan bol yürüyen merdivenli merkezin içersinde de ne yazık ki etkinliklere dair yönlendirici bilgiler yoktu. Oldukça büyük olmasına rağmen bize pek de kullanışlı gelmeyen merkezde neredeyse her aralık kapıdan kafamızı uzatarak, kimseye sormadan el yordamıyla ilgili salonları bulduk diyebilirim. Yürüyen merdivenlerle sürekli aşağıya iniyor olmak ve bu fuar hakkında ne basında ne de merkez içersinde çok fazla bilgiye rastlamamak bizde gizli saklı bir yeraltı fuarına gidiyormuş izlenimi uyandırdı.

*Salonlar ne yazık ki boştu hatta bir salonda sadece Vladimir’le ben vardım. Bütün yayınevlerindeki görevli arkadaşlar da sağolsunlar her türlü sorumuzu cevaplayıp bize yardımcı oldular. Özellikle Heyemola Yayınları’nın standında bir hayli vakit geçirdik. Bunda Ekim 2009 da 40 kitapla başlayan, 80 kitaba çıkan ve 100’e tamamlanmak istenen, her bir semtinin orada yaşamış ya da uzun vakitlerini o semte adamış ayrı bir yazar tarafından anlatıldığı “İstanbulum” serisi üzerinden başlayan güzel bir sohbetin etkisi çok büyüktü elbette. Hem görevli arkadaşlara hem de serideki “Ben Haliç” kitabının yazarı sevgili Nusret Karaca’ya güleryüzleri ve içtenlikleriyle güzelleştirdikleri bu sohbet için bir kez de buradan teşekkür etmek istiyorum. Bu arada benden duymuş olmayın ama İzmir ve Trabzon kitaplarının da yayınladığı bu seride sıradaki il ise Adana...

*2.Boğaziçi Kitap Fuarı için ayrılan 4 salonu da gezip ufak çaplı bir kitap alışverişi yaptıktan sonra çıkış kapısına yöneldiğimizde dışarıya kadar taşmış olan kuyruğu gördük. Ama elbetteki bu kuyruk kitap fuarı için değil, diğer konser ve sergi etkinliği içindi. Giriş çıkışların aynı kapıdan yapılması ise özellikle çıkmak isteyenlerin işini zorlaştırdı diyebiliriz. Fuar sonrası Taksim’de Leman Kültür’de verilen bir bira molası ardından vapur sefasıyla geçilen Anadolu yakası cumartesi gününün son durağı oldu. Sevgili Vladimir kitap, sohbet ve keyifle geçen bu gün için çok teşekkürler arkadaşım. Arayı fazla açmayalım.




*Bu arada ilgilenenler için; 15 Eylül’de başlayan ve 21 Eylül’e kadar devam edecek olan 2.Boğaziçi Kitap Fuarı için ayrıntılı bilgiyi buradan alabilirsiniz.

**Görsel: Vladimir

KURULU SAAT

16.09.2011
Bir yelkovanın telaşında akıp gidiyor yaşam. Aynada kendi suretim. Suretimde başka başka hayatlar. Eski bir fotoğrafa bakar gibi bakıyorum kendime şu an durduğum yerden. Tarihim yok. Kimliğim belirsiz. Bilinmeyen bir zamanda sıkışıp kalmışlığım. İçimde yer etmiş bir sıkıntının izlerinde her seferinde önce kendimi bulup, sonra yeniden kaybediyorum.

Bir akrebin zehirinde eksilip gidiyor yaşam. Her gün başka bir parçamı bırakıyorum ardımda. İçimde kalanlar, düşlerimdeki zamanlar, çalamadığım kapılar üşüşüyor belleğime. Üzerimdeki açıkları kapatıyorum son bir telaş. Dikiyorum yaralarımı. Ruhumdaki deliklere gücüm yetmiyor. İçimdeki boşluk anlaşılmasın diye her seferinde en güzel elbiselerimi giyip, en renkli makyajımı yapıyorum.

Ben zaman yoksunu kurulmuş saat. Bir yanılsamanın içersinde, tanımı olmayan bir öfkeyi taşıyorum. Her seferinde yineleyip kendimi iklimsiz mevsimleri yaşıyorum sil baştan. Yüreğimin sarkacı aklımın çıkmazlarında...Her salınışında kendi kendimin önce celladı, sonra kurbanı oluyorum.




*İlk yayın tarihleri: 02/12/08’ ve 14/12/09’
**Görsel:
Flickr.com

ANLA/MAK

14.09.2011










iyi misin diye sormayacağım sana
en azından içinin aydınlık bir tarafı varsa hala
-ki öyle olduğunu söylüyorsun-
iyisindir zaten
değilsen de sırf o aydınlık yan için bile
olmak zorundasın...

iyi misin diye sorma sakın bana
içimde ya da dışımda
aydınlıktan yana pek bir şey yok bugünlerde
ama kötüyüm demek de olmaz
nankörlük etmekten hep çekinirim bilirsin beni
üstelik değilsem bile benim dışımda pek çok kişi için
olmak zorundayım...

biliyor musun?
yazacak onca şey varken
hiçbir şey yazamamak bu olsa gerek
ya da yazmak istediklerinin yerine
başka kelimelerden konuşup, farklı cümlelere sığınmak...
bunu sadece şimdi de değil üstelik
aslında çoktan yapmış, tüketmiş, bitirmiş,
kaybetmenin hala tam olarak ayrımına varamadığın halde
acısını içten içe hissettiğin pek çok şeyi
-belki de tek bir şeyi-
-belki de sadece seni-
kim bilir kaçıncı kez yitirmiş olmak...

yani kısaca; geçen onca zamanın,
söylenen çoğu boş, gereksiz onca şeyin ardından
içinde bir türlü söyleyemediğin asıl cümlenin,
dilinin ucunda kendinden habersiz bir öznenin
bir diken gibi takılı kalması
ve bu saatten sonra her yutkunduğunda
sadece ve sadece içine batması

ne acı ki ben bunun daha yeni hatta belki tam da şu anda;
şu satırların arsız yalnızlığında farkına vardım
ve geç kaldığında zaman seni susarak değil
sana ait olmayan sözlerle cezalandırırmış
anladım!




Görsel: Özge Baki

12092011

12.09.2011
İnsanlar ölsün diye değil, yaşasın diye savaşmak...Böyle bir şeyin mümkün olduğuna inanabilir mi insan gerçekten? Birini öldürmek sadece onun canını almak değildir. Ölümü düşünerek başlarsın öldürmeye. Etrafında teker teker yere düşer bedenler. Hedef şişeleri gibi öylesine öldürülmüşcesine...

Dışarıda o kadar çok insan ölüyor ki inan senin hayatta olman ya da olmaman hiç kimsenin umurunda değil. Sen kimseyi öldürmediğini sanıyorsun değil mi? Tıpkı hala ölmediğini sandığın gibi. Oysa ölümü düşünerek sen de başlamıştın öldürmeye. Savaş atılan ilk kurşunla başlamaz. Savaş önce akla düşer. Cinayet de öyle. Öldürmek üzerine düşünmeye başladığın anda birileri de ölmeye başlar. İstek ve korku aynı güçte yer alır. Ölümü isteyenle ölmekten korkan...Ölenle öldüren aynı kişidir aslen. Sen de herkes gibi kendini kandırıyorsun biliyorsun değil mi? İnsanlar yaşasın diye savaşmak kadar büyük bir yalan yok bu dünyada. Savaş ya vardır ya yoktur. Bir kez çıktı mı artık durduramazsın. Savaşanları öldürmekten alıkoyamazsın. Ne için savaştığının önemi kalmaz bir süre sonra. Niye savaştığını unutacak kadar karışır kafan. Sadece savaşı düşünürsün. Sadece ölmeyi ya da öldürmeyi. Ölmemeyi ya da öldürmemeyi değil. Akıl hep olumsuzu onaylar savaşta. Cesetlerin üzerinden atlarken, evler yanarken, ölüler bile çığlık atarken o mahşerin içinde hayat hakkında düş kurmak mümkün mü?


***

Peki bir şey değişecek mi? Hayır! Yeni hesaplar oluşacak bir yandan. Yeni hedefler, yeni kinler, yeni öçler. Söylemiştim değil mi, hayat kendini tekrar etmeyi çok sever. Eğer insan yaşananlardan ders almayı seçseydi, her şey bambaşka olurdu. Ama herkes kendi kitabını yazmanın peşinde. Söylenmiş tüm sözler sonsuza dek tekrar tekrar söylenecek. Önemli olan senin hangi sözü tekrarlamayı seçeceğin.


ŞAHBAZ’IN HARİKULADE YILI 1979
MİNE SÖĞÜT





Görsel: Özge Baki

(Ç)ALINTI?

9.09.2011
"Mümkün olduğunca kibar ve anlaşılır yazmaya çalışacağım. Post-Modern Edebiyatın temel yaklaşımlarından biri; yazılacak tüm konular zaten bugüne kadar yazıldığı için, tüm metinlerin aslında taklit ve kopya metinler olduğu, dolayısıyla da benim ‘kolaj’ onların ‘kopyala-yapıştır’ dedikleri menem şeyin yapılmasında sakınca olmadığıdır. Ancak insanların bunu yaparken izleyecekleri yol ve yöntemin edebi niteliği ciddi anlamda sorun çıkarmaktadır. Çünkü kopyala-yapıştır yöntemi ucu bucağı olmayan bir okyanus gibidir. En basit yolu; metinde kabaca göstermenin ötesinde alıntıların kime ait ve hangi satırlarda olduğunu belirtmektir. Ya da sadece alıntılara atıf yapılır.

Edebiyatta metinlerarası ilişkiler ise bambaşka bir konu olup ne kadarı kolajın (kopyala-yapıştır) ne kadarı esinlenmenin eseridir noktasında ciddi bir araştırma alanı haline gelmiştir. Bu uzun girişten sonra...beenmaya’nın yazılarının sadece birkaç satırını ya da kelimesini değiştirip tamamını kullanarak yaptıklarınız ‘alıntı’ olmaz. Belirtilmesi iyiniyeti gösteriyor ama yöntemde ciddi sorun var. Birkaç yazısı da ‘alıntı’landığı bile belirtilmeye gerek görülmeden kullanılmış ki...İşte bu, hiç olmamış. Yanlışlığı düzeltmeniz umudu ile..."



*Teknik bir sorun yüzünden ben yorum yazamadığım için bu yorum ilgili kişinin sayfasına sevgili AVRAM tarafından yapılmıştır.
**İlgili blog ve bahsedilen ‘alıntı’ yazı/ları/m için
buraya bakabilirsiniz.
***Görsel:
Flickr.com

GEÇMİŞ ZAMAN MEZARLIĞI

7.09.2011
Bir insan bir başka insandan ne zaman ve nasıl vazgeçer? Bu insan geçmişinin önemli bir bölümünde –çocukluğunda- yer almışsa, akrabalık diye tanımlanan bir kan bağıyla bağlıysa sana ve tüm bunlara karşılık arada herhangi bir kavga, kırgınlık, kötülük yaşandığı hatırlanmıyorsa? O zamanlar hiç sona ermeyeceğini düşündüğün o iletişim nasıl kopar bir anda, bıçak gibi net ve keskin? Birbirinizi sizin dışınızdaki tüm evrene karşı koruyup kollarken o günlerde, hangi zamandan sonra birbirinizi arayıp sormaz, varlığınızı bile hatırlamaz olursunuz? Hayatınıza giren her yeni insan mı alır, geçmiştekilerin yerini farkında bile olmadan? Her yeni insanla, yaşamla geçmiştekileri unutur muyuz?

İşte tüm bu sorularla birlikte girdim bugün hastane kapısından. Seneler sonra, çocukluğumun en yakın şahidi olan o’nunla karşılaştığımız ilk yer burası, bir hastane odası olmamalıydı diye düşünerek. Ve birbirimizi gördüğümüz ilk an, ağzımızdan dökülen kelimelerin “geçmiş olsun” ve “teşekkür ederim” olmasına hayret edip üzülerek...

Sevgili;

Geçmiş bir nevi yaşam ve insan mezarlığından mı oluşur hani adına anı dediğimiz? Peki kim kimi öldürür önce, öldürür ve gömer tüm yaşanmışlıkların üzerine? Kim kimden vazgeçer de, kim sessiz sedasız terkedilmeyi seçer?




Görsel: Flickr.com

AYNA

2.09.2011
Ayna nedir? Ayna, olmadığı bir sürü şeydir. Doğrudan olduğu şeyin ötesine geçebilen ve aslında olmadığı şeymiş gibi görünebilen tek nesnedir. Karşısına geçen şeyin cismine bürünür. Neyi yansıtıyorsa o olur.

Hiç’i bile yansıtabilen tek şeydir ayna. Karanlığın yansıyabildiği tek yüzeydir. Karanlık aynada kendisiyle karşılaşabilir. Eğer aynanın karşısında ‘hiçbir şey’ varsa aynada da ‘hiçbir şey’ vardır. ‘Hiç’i ‘var’ yapmayı beceren bu kudret aynanın zamansız, boyutsuz, sınırsız ‘tekrar’ hüneridir.

Ayna asla karşısındakine kendini olduğu gibi göstermez. Aynada her şey sinsice yer değiştirir.


ŞAHBAZ’IN HARİKULADE YILI 1979
MİNE SÖĞÜT









Görsel: Flickr.com