Pages

YAŞARKEN...

25.11.2009
Bir eli aklında yaşamalı insan...Hani bazen yüreğinin yetmediği yerlerde, dilinin dönmediği, kelimelerin bilinmediği, sözün bittiği anlarda mesela, nefessiz kaldığında, kaskatı donduğunda acıdan veya hayat durdu sandığında, terkedilmiş ve unutulmuş olduğunda, anlamaya çalışıp ta sadece kendini kandırdığında, cenneti cehennem, cehennemi kül olduğunda, işte böyle zamanlarda eliyle değip de aklına, hayatı boğan o düğümleri birer birer gevşetmeli tekrar...

Gevşetmeli ki; şöyle bir silkelenip kendine gelsin. Boğulup kalmasın akıl. Gelip geçicidir bu delilik hali desin kendi kendine. Dindirsin içindeki kendini bilmez öfkeyi, bu densiz kızgınlığı. Zamana yenilmesin.

Bir eli yüreğinde yaşamalı insan...Hani aklının almadığı zamanlarda, gözün kör, dilin lal, kulağın sağır olduğu, yapmadığın, söylemediğin, aklına bile getirmediklerin sunulduğunda sana, seyrederken gözünün önünden akıp giden ve dokunamadığın zamanı telaşla, sana sadece sessiz hafler bırakıldığında, bir hiç uğruna yitip giderken herşey ve sen sadece hayretler içinde bakakaldığında, hani pamuk ipliğine bağlıyken iyiye, güzele, doğruya dair tüm umudun, işte böyle zamanlarda eliyle değip de yüreğine, hayatla arasındaki incelen o bağı kalınlaştırmalı tekrar.

Kalınlaştırmalı ki, şöyle bir silkelenip kendine gelsin. Soluklanıp durulsun yürek. Geçsin bu küskünlük zamanları, bu kırgınlık halleri. Alacağı ve vereceği her nefes için yenilensin. Sesi kesilmesin...

Her nerede ve nasıl olursa olsun, bir eli aklında diğer eli yüreğinde yaşamalı insan. Ne aklının izinden şaşmalı sapsa bile zaman zaman yanlış yollara, ne de kulakları duymasa da bazen hayatın nabzını ta derinden, yüreğinin sesinden vazgeçmeli...


*İlk yayın tarihi: 16/09/08


Görsel: Deviantart

GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN (MU?)

24.11.2009
"Okullarda öğretim vazifesinin güvenilebilir ellere teslimini ülke çocuğunun o görevi kendine hem bir meslek hem bir ülkü sayacak üstün ve saygıdeğer öğretmenler tarafından yetiştirilmesini sağlamak için öğretmenlik diğer serbest ve yüksek meslekler gibi aşama aşama ilerlemeye ve her halde zenginlik sağlamaya uygun bir meslek haline getirilmelidir. Dünyanın her tarafında öğretmenler insan toplumunun en özverili ve saygıdeğer unsurlarıdır."

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK (1923/ANKARA)


Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü OECD’nin her yıl olduğu gibi bu yılda hazırladığı “Bir Bakışta Eğitim” raporunun sonuçlarına göre OECD’ye üye 11 ülke arasında Türkiye’deki öğretmenler;

1) Daha fazla çalışmaktalar;

*Zorunlu çalışma saati ortalamasının 1652 olduğu OECD’ye üye ülkeler arasında Türkiye'de bu saat 1832'ye çıkıyor. Çalışma saatleri İskoçya'da 1365, İspanya'da 1425 ve Portekiz'de ise 1432.

2) Daha çok öğrencinin sorumluluğunu üstlenmek zorundalar;

*Okul öncesi eğitim kurumlarında çalışan bir öğretmene İspanya’da 14, Portekiz’de 16, Yunanistan’da 12, Macaristan’da 11, Çek Cumhuriyeti’nde 14, İsveç’te 13 öğrenci düşerken bu sayı Türkiye’de 26’dır. OECD ortalaması ise 15’tir.

İlköğretimde görevli bir öğretmene düşen ortalama öğrenci sayısı Portekiz’de 12, Yunanistan ve Macaristan’da 10, Çek Cumhuriyeti’nde 19, İsveç’te 13 iken, bu sayı Türkiye’de 26’dır. OECD ortalaması ise 16’dır.

Ortaöğretim kurumlarında çalışan öğretmen başına düşen öğrenci sayısı Portekiz ve Yunanistan’da 8, Avusturya ve Macaristan’da 11, Fransa’da 12, OECD ortalaması düzeyinde 13 olarak gerçekleşmekteyken bu sayı Türkiye’de 17’dir.

3) Daha düşük ücret almaktalar;

*Türkiye'de ilköğretime veya liseye yeni başlamış bir öğretmen yılda toplam 14 bin 63 dolar, en üst derece öğretmen 17 bin 515 dolar alırken, bu ücretler OECD ortalamasında 28 bin dolar ile 54 bin dolar arasında değişiyor.

Raporda öğretmenlerin göreve başladıkları tarihten görevde en üst kademeye ulaştıkları tarihe kadar maaşlarında yaşanan artış oranlarına da yer veriliyor. Buna göre, ilköğretimde bir öğretmenin göreve başlayıp meslekte en üst kademeye ulaştığında başlangıçtaki maaşına göre artış Almanya'da yüzde 33, İrlanda'da yüzde 88, Portekiz'de yüzde 157, OECD ortalamasında yüzde 71 iken, Türkiye'de ise bu oran yüzde 25.

4) Geçimlerini sağlamak için daha fazla yıpranmaktalar...

OECD 2009 BİR BAKIŞTA EĞİTİM RAPORU


HER ŞEYE RAĞMEN GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN...


Görsel: Deviantart

YOK OLMUŞ BİR TARİHİN TOPLAMA KAMPINDAN

20.11.2009

Yığın yığın kırmızı tramvaylarıyla
Geçilmiş
Kaç sokağı hatırlatır sevgili?
Bir türlü elimi süremediğim
Eskimiş küçük oyunu
Toprak parçasının
Yoğruldu
Yontuldu
Yıkanıp paklandı sonra
İhtilallerden çıkmış gibiydi
Kapının eşiğindeki hali
Tüm meleklere papucunu ters giydirirdi
Ana kucağına bırakırcasına
Mevsimlerin kış ertesine gelen baharını
Ve sarışınlığını sevmek

Yığın yığın kırmızı tramvaylarıyla
Geçilmiş
Kaç sokağı hatırladın sevgili?
Sevdan avucuma koyduğun kadar
Rüzgara dokunuyorum da
Hep tuzlu geliyor sesin
Karıncalaştıkça kendini yoğuran zaman
Yüklense de ikinci tekili
Payımıza işleyen yalnızlık
Yalından türememiş mi?

Yığın yığın kırmızı tramvaylarıyla
Terkedilmiş
İstediğin sokağı hatırla
Kalmak adına
Birşeyler yazmak
Dokunsa da bazen insana
Biliyoruz ya;
“Aşk topuğundan nasırını eksik etmiyor”


ÖZLEM ÇAKAR (PAPİRÜS)



Görsel: Deviantart

KAN/MAK

18.11.2009

Gittiğin yer
Uzak mı gerçekten?
Döndüğün zaman
Bir adı/n olacak mı?
Beklemenin
Bir tanımı var mı oralarda?
Özlemenin
Başka bir anlamı var mı?

Herkes kendi dilinde mi konuşur
Kendine göre mi yaşar
Aşk başkalaşır mı
Farklı kollarda
Yaşamın telaşında
Kaybedip de kendini
Hiç bilmediği/n yollarda
Eksilir de kalır mı?

...

Gittiğin yer
Uzaksa gerçekten
Döndüğün bir zaman
Ve bir adı/n olmayacaksa
Sen orada kal.
Olduğun gibi...
Ben burada
Sadece kendimi kandırayım.

Kendini kaybetmek
Kendinden kaybetmek gibi
Gözükse de çoğu zaman
Aşk; kendinden öte olmak değil midir aslında
Ben de kalanlardan yana
Sorup da içime
Kendimle çoğalıp
Kendime dair anlatayım...


Görsel: Deviantart

OKUDUKLARIM...

16.11.2009
Sevgili Öykü’den gördüm ve işin içersinde kitap olunca yazmadan geçemedim. İşte kitaplı mim...

1-Şu an okumakta olduğunuz kitap ve kısaca konusu;
Mine Söğüt-Beş Sevim Apartmanı (Rüya Tabirli CinPeri Yalanları)

Kitabın arka kapağında;

“Pürtelaş Sokağı'nda kediler bir gün canhıraş feryatlarla ortalığı inlettiler. Pürtelaş Sokağı'ndaki Beş Sevim Apartmanı'nda tuhaf şeyler oluyordu. Beş pencereli, beş odalı, beş acayip insanın oturduğu Beş Sevim Apartmanı'nda perdelerin arkasında tuhaf şeyler olup bitiyordu. Cinler âleminden gelenler, periler aleminden gelenler, cinperi âleminden gelenler, orada beş garip hikâye yazdılar... yazdılar... yazdılar...

Pardon, altı hikâye yazdılar. Bir de Doktor Samimi ve onun günlüğü var.

Mine Söğüt ilk romanı Beş Sevim Apartmanı ile okuyanı cinperi âlemine götürüyor, uzun bir masal dinletir gibi, anlatır gibi, gösterir gibi.”

yazıyor kitapla ilgili olarak. Mine Söğüt’le söyleşi yapan Sema Aslan’ın “Cinlerle periler kulağınıza ne fısıldadı da ilk roman çıktı?” sorusuna yazarın verdiği yanıt ise;

“Bir bilsem! Ben, şunu yazacağım diye masaya oturmadım. Neden cinler periler, ben de bilmiyorum, aslında “gerçeküstü” dünyalara hiç ilgim yok. Evet, kitapta cin peri unsuru çok öne çıkıyor, çok parlak bir motif ama aslında bu bir cin peri kitabı değil. Tam tersine ayakları yere basan bir kitap; cin peri çok önde de dursa aslında arka bir fon. Kitapta daha çok “gerçek” hikâyeler; gerçek insanların yaşadıkları var. Cin peri gerçekle paralel giden bir rol üstleniyor. Gerçek hayatta, gündelik yaşamdaki sorunlar, sevgisizlik, fakirlik, ruhsal problemler için cin peri nasıl bir kılıfsa, bu kitapta da öyle.”

şeklinde. Bana sorarsanız kitabın ilk sayfasındaki hemen başlangıç kısmı özetliyor aslında tam anlamıyla konuyu;

“Pencerelerin öyküleri yaşamın tüm sırlarını içinde saklar. İddiasız, mütevazi ama derin anlamlar taşıyan ve kurgusuz gelişen hayatlar, sayısız pencerede bir hayal gibi oynar biter. Kiminin zaman zaman da olsa seyircisi vardır, ama çoğu bomboş bir salona açar perdelerini. Tek kişilik oyunlarla ya da kalabalık kadrolarla. Dramlar, eğlenceler, aşklar, kavgalar, damların, gökyüzünün, karşı duvarın ya da pencerenin kendilerini seyredip seyretmediğine zerre kadar aldırmadan fütursuzca sahne alır pencerelerde.

Genelde her pencereden birbirine benzer görüntüler sızar dışarıya. Ama genelde. Özeldeyse süprizlere açık olmak gerekir. Pencereler kimi zaman bakmasını bilene ya da aklını çeldiği gözlere inanılmaz şeyler gösterir.”

2-En son aldığınız kitap;
Mine Söğüt-Şahbaz’ın Harikulade Yılı 1979. Anlaşılacağı üzere bu aralar fena halde Mine Söğüt’e takmış durumdayım.

3-Şimdiye kadar aldığınız kitaplar içinde en sevdiğiniz;
Saymakla bitmez aslında. Ama illaki bir isim vermem gerekiyorsa Paul Auster ve Aslı Erdoğan’ın tüm kitapları diyebilirim.

4-Bir türlü bitiremediğiniz bitirseniz de sizi illallah ettiren kitaplar;
Bitiremediğim daha doğrusu beni zorlasa da bitirmediğim kitap yok. Hatta aynı şey filmler içinde geçerli. Ne kadar zorlanırsam zorlanayım, beğenmesem, hiçbir şekilde bana hitap etmese dahi mutlaka beni şaşırtacak, kendime katacak bir şey olabilir düşüncesiyle elimdekini bitiriyorum. Son dönemlerde bu anlamda beni zorlayan kitap ise Selim İleri’nin Ölüm İlişkileri oldu.

5-Elinizdeki kitap bitince okumayı düşündüğünüz kitap;
Faruk Ulay-Tuhaf İnsanlar Zamanı

Son olarak bu mimi yazmak isteyen herkese yolluyorum.


Görsel: Deviantart

GÜN SONU RAPORU

13.11.2009
“Gün sonu alıyorum” dedim. “Ne alıyorsun diye şaşkın bir sesle sordu, anlamadı tabi haklı olarak. Telefonun çalıyor, açıyorsun ve “efendim” diyorsun. Arayan kişi sana selamsız sabahsız, açıklamasız “gün sonu alıyorum” diyor birden. Aslında arayan kişi sana demiyor onu, o sırada kendisine ne yaptığını soran Meltem’e (iş arkadaşı) söylüyor. Fakat bir yandan seni arıyorken -telefonu bu kadar çabuk açacağını beklemiyor elbet- bir yandan da arkadaşına laf yetiştiriyor. Derken sen aniden açıyorsun telefonu ve karşından bir ses “gün sonu alıyorum” diyor sana. Ben olsam ben de şaşırırım tabi...

Neyse, “gün sonu alıyorum” dedim ben tekrar ona. Ve küçük bir açıklamayı hakettiğini düşünerek, küçük de bir açıklama yaptım. Yani işin en basit anlatımıyla “çeşitli bankalara ait pos makinalarından gün boyunca yaptığım bütün işlemleri ayrıntılarıyla gösteren işlem raporlarını alıyorum” dedim. Kırk yıldır tanışıyor değildik hatta yıl bile uygun bir zaman kavramı değildi tanışıklığımıza dair, ama biz kırk yıldır tanışıyormuş gibi, gerçekten günün sonunu getiren bir konuşma, gülüşme ve vedalaşma aşamalarını gerçekleştirip anlamsız başlayan ama anlamlı biten (en azından benim için) telefon konuşmamıza son noktayı koyduk. Yerimden kalktığımda en azından kırk yıldır tanıştığım çoğu insandan beni daha fazla anladığına emindim.

Elimde evraklarım muhasebenin yolunu tutmuşken bir yandan da kendi kendime konuşuyordum çoğu zaman yaptığım gibi. Kendi gün sonumu da alsam nasıl olur acaba diye düşünmeye başladım birden. Bedensel ve zihinsel faaliyetlerim için her gün “gün sonu” yapsam mesela. Duygusal, zihinsel, fiziksel raporlarımı sırasıyla akıl ve yüreğimden alsam. Sonra vicdanıma sunsam, “al işte bugünde böyle geçti bak bakalım ne var ne yok” diye. Eksik mi kalmışım çoğu zaman olduğu gibi yoksa fazlalığım var mı bir sonraki güne kalan? Ya da ucu ucuna eşitlemiş miyim bugünümü, ne karda ne zararda, ortalarda bir yerlerde yaşayıp gitmiş, tüketmiş miyim? Yarına ne bırakmışım, ne taşımışım bugünden? Yarından yana neye ümitlenmişim, heveslenmişim? Bak bakalım ne katmışım kendi ellerimle kendi yaşamıma, ve neleri atmış, azaltmışım kendimden? Hadi kendime olmadı diyelim, bir başka yaşama bir yararım dokunmuş mu acaba, kendim için olmasa bile bir başkası için iyi bir şey yapmış mıyım? Yoksa suya sabuna dokunmadan bir günü daha yırtıp atmış mıyım ömür denen bu sayfaları hızla tükenen takvimden?

Tüm bu ve benzeri soruların cevaplarından oluşan uzun bir rapor sunsa bana vicdanım. Sonra ben o raporu okuyup, üzerinde iyi kötü düşünüp, artık “dün” olan bugünden alacağımı alıp, yarına doğru devam etsem. “Gün başı” yapsam yeni bir gün için mesela. Sil baştan, yine, yeni ve yeniden başlasam....Olur mu acaba? Neden olmasın ki...Gerçi bu soruların çoğunu zaten gün içinde sormuyor muyuz kendi kendimize? Ya da geceleri tekbaşınalığımızı bu cevabı çoğu zaman bilinmeyen, bilinse bile nedense tam olarak verilemeyen sorularla boğup durmuyor muyuz? Sonra da sırf bu soruların ağırlığından kurtulmak için belki de, uykunun o sıcacık kollarına sığınıp da kaçmıyor muyuz kendimizden? Belki de bu cevapları erteleyerek aslında bütün bir yaşamımızı ertelemiş olmuyor muyuz? Ve her seferinde biraz daha eksik yaşamıyor muyuz hayatı olması gerektiğinden?

Telaşla çıktım muhasebeden. Yok yok vazgeçtim ben bu işten diye söylendim kendi kendime. Ucu bucağı gözükmeyen upuzun bir raporu düşünmesi bile yormuştu beni. Yok yok böylesi daha iyi. Ben kendi kendime hallederim duygularımı, düşüncelerimi, yaptıklarımı, yapacaklarımı, kendime dair ne varsa hepsini...İşleme, rapora, işin içine rakamların girmesine ne gerek var. Hem ben oldum olası matematiği de hiç sevmem...Bırakmalı, akıp gitmeli hayat bir su gibi ellerimden. Ben avucumda kalan su damlalarının değerini, o serinliği hissedeyim yeter...

“Ne oldu ne bu suratının hali” diye sordu Meltem. Topladım pılımı pırtımı, “yok birşey” dedim, “işim bitti, çıkıyorum ben. Gün sonlarını muhasebeye teslim ettim.”


*İlk yayın tarihi: 07/11/08

Görsel: Deviantart

YAŞAM/AK

11.11.2009

Nasıl bir yaşamak hevesiyse bu bende ki;
Duru, telaşsız ve bir o kadar yalın,
Başladığım yerin hiçbir önemi kalmıyor bir anda
Biliyorum çünkü;
Ne zaman seni düşünsem
Hep başka bir yerinden çıkıyorum hayatın...


Görsel: Deviantart

YORULMADIK

10.11.2009

Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman dahi durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan, her mahlûk için tabii bir halettir, fakat insanda yorgunluğu yenebilecek mânevi bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları dinlendirmeden yürütür.

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK


YORULMADIK ATAM
YORULMAYACAĞIZ

***Görseller buradan alınmıştır.





GİDEN'E...

9.11.2009
Sen masanın bir tarafındasın şimdi, ben diğer tarafında. Aramızda, masanın üzerinde iki bardak bira, bir tabak karışık kroket, bir sürü kelime ve bir de akıp giden koca bir deniz var. Dalga seslerine kulak kabartıp da maviliklerine bulandığımız. Benzer fırtınaların sığınakları saklı yüreklerimizde. O yüzden belki de zamana endekslenmeyen, acelesi olmayan, telaşsız bütün anlatımlarımız. Kendimizi dinlendirdiğimiz küçük kayıklarımız aynı denizin ortasında karşılaşıyor.

Sen denizin bir kıyısındasın şimdi, ben diğer kıyısında. Görebildiğim, sesini duyabildiğim kadar yakın hissediyorum seni kendime. Hep öyle hissettim zaten. Bu yüzden belki de hiç susmadan masanın üzerine kelimeleri hızla yığışım. Sense alışkanlıktan belki de benim karman çorman sunduğum kelimeleri alıp da masadan, derleyip düzeltmeye çalışıyorsun büyük bir dikkatle. Sessizliğini fırtına sonrası dinginliğe benzetiyorum. Demir alma zamanı gelmiş olan bir geminin kendinden emin, kalkış saatini beklemesi gibi bakıyorsun bana. Gözlerinden deniz yansıyor.

Sen yolun bir tarafındasın şimdi, ben diğer tarafında. Giden kısmına yazılacak olan adından bahsetmiyoruz. Üzülmüyorum istediğini bildiğim için. Uzak diye bir yerin olduğuna asla inanmadım.Ve biliyorum ki sesim sana ulaşacak her zaman, bu zamana kadar ulaştığı gibi. Ben ses verdiğim, sen dinlediğin sürece. Masada kalan kelimelerini, havada asılı sesini alıp, özenle katlayıp, yüreğime yerleştiriyorum. Daha şimdiden sana uzanan koca bir yol oluyor.

Sen hayatın bir tarafındasın şimdi, ben diğer tarafında. Aramızda, birazdan kalkıp gideceğimiz ve belki de bir daha tekrar gelmeyeceğimiz masanın üzerinde, yarıyı çoktan bulmuş iki bira, içindeki karışık kroketleri bitmiş boş bir tabak, kimi karışık kimi düzgün bir sürü kelime, akıp giden koca bir deniz ve bir de o denizde tutunmaya çalışan benzer iki yürek var.

Yüreklerimizi alıp masadan kalkıyoruz. Ellerimde denizin kokusu kalıyor...

*Yolun açık olsun ve bir yanın hep denizle olsun güzel adam. Sevgi ve maviyle...


Görsel: Deviantart

VAZGEÇİLMEYEN

4.11.2009
Hiç vazgeçmedin benden. Ben senden ne çok geçtim oysa...

Yaşadığım hayalkırıklıklarının acısını senden çıkarıp adını kaç kez sildim belleğimden. Kendi hatalarımı kabul etmeyip, herşeyi senden bildim. Her gideni bahane edip kimbilir kaç kez küfür ettim varlığına. Yok saydım, görmezden geldim, kabul etmedim, yalan dedim, elimin tersiyle ittim seni. Senden gelen hiçbir şeyi üzerime alınmadım. Neye niyet neye kısmet diye geçiştirdim sana dair halleri. İnanmadığım bir masal oldun çoğu zaman, yadsıdığım bir gerçek...Ben senden geçtim ama sen benden hiç vazgeçmedin.

Bugünlerde yine benimlesin biliyorum. İnce hesaplar peşindesin. Attığım her adımın izinde...Zaman zaman sadece benim duyabildiğim ayak seslerin çalınıyor kulağıma. Ensemde içimi ürperten nefesini hissediyorum olur olmaz yerlerde. Ardıma dönüp baktığımda peşimsıra gelen gölgeni farkediyorum. Sağımda, solumda, geçtiğim sokaklarda, bir toplantının tam ortasında, bir hüznün saklı yaşında, bir sevincin kahkahasında, okuduğum kitabın satırlarında, seyrettiğim filmin olmadık bir sahnesinde, bir günün tükenişinde, yeni bir sabahın telaşında, uyurken gerçeğim, uyanıkken düşümde...Ne kadar inkar etmeye çalışırsam çalışayım yavaş yavaş gözlerimde, kulaklarımda, ellerimde, içimde...

Bir ışık yansıması var belli belirsiz okuduğum satırların üzerinde. İşte yine buralardasın. Ne kadar saklamaya çalışırsan çalış belli ediyorsun kendini. Gölgen okuduğum sayfanın üzerinde geziniyor, tek bir satırın üzerine düşüveriyor sessizce...

*İnsanlar yarım yürektir. Bulabilirsen diğer yanını hemen tamamla...

Gülümsüyorum.

Şimdi değil biliyorum. Henüz erken. Aklım kendi sınırlarını aşmaya, yüreğim taşkınlıklar yapmaya hazır değil şu anda. Kendi kendimin peşindeyim daha ben. Kaybettiğim zamanların telaşında kendimi telafi etmelerdeyim. Yol yorgunu hala bedenim. Yüreğim hala toparlanmalarda...

Ama bilirsin beni. Ne kadar kızsam etsem de adımlarım elbet çıkar yine senin olduğun yollara. Yeniden mutlaka seninle anılır, sana dair yazılır adım. Şimdi değil belki. Ama aklımın takvimi yüreğimin mevsimine uyduğu bir gün mutlaka...

*Adı hatırlanmayan bir film repliğinden alıntıdır.


Görsel: Deviantart

ALTINA İMZAMI ATARIM

3.11.2009
Bazen söylemek yetmez. İyiye, doğruya, güzele dair hissetmek de öyle. Birşeyler yapmak gerekir. Aklındaki ve yüreğindekileri sunmak mesela. Tek bir ses olup çoğalmak adına kendin gibi seslerle birleşmek hatta. Sonra tüm farkındalığını göz önüne sunmak. Buradayım demek gerekir, her zaman da burada olacağım, var olacağım, var edeceğim demek...Gururla, minnetle, inançla, saygıyla, coşkuyla...

Çok şey değildir bunu yapmak, yapabilmek. Hatta hiçbir şey değildir. Aldığın nefesin, bastığın toprağın, şu an var olduğun, yaşadığın hayatın uğruna verilen nefesleri, canları, toprağın bir zamanlar yoğrulduğu kanları düşününce hem de hiçbir şey. Şimdiye kadar susmuş olabilirsin pek çoğumuz gibi. Peki ya bundan sonra? O nedenle en azından şimdi bir yerlerden başla. Sadece tek bir imzayla...

Ülkemizin birlik ve beraberliğini korumak, kardeşlik duygularını pekiştirmek adına Atamızın ölüm yıldönümü olan 10 Kasım'da Anıtkabir'de ulu öndere sunulmak üzere Birmilyonkalem.com (1MK) sitesi imza kampanyası başlattı.

Atamızın veciz sözlerinden "Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." sözünün altına imzamızı atıyoruz.

Ben de bu kampanyada yer almak istiyorum diyorsanız rotanız: ALTINA İMZAMI ATARIM