Pages

İYİ DİLEKLERİM

30.01.2009
Sabahları uykuyla uyanıklık arasında geçirdiğin, o “5 dakika daha” diyerek yaşadığın en tatlı düşlerinin içinde gelsin. Zorla kalktığın her günün başlangıcındaki o keyifsiz, asık suratlı, nemrut yüzünün tam ortasına sıcacık bir tebessüm olarak yerleşiversin. Tıklım tıklım dolu bir otobüste sinirle söylediğin “arkaya doğru ilerler misiniz arkadaşlar” cümlesinin arkasına ekleniversin sakince. Bugün biter mi diye başlayıp, ah bir haftasonu gelse diye devam eden düşüncelerinin arasına çaktırmadan giriversin.

Sen yoğun geçen bir iş gününün tam ortasındayken mesela, iyice sıkılıp daraldığın, zorlandığın bir zamanda rahatlatıversin seni. Hiç ummadığın bir anda gelen hoş bir haberle aydınlanan yüzündeki ışığa ekleniversin. İş arkadaşlarınla şakalaşmalarının neşesine, yediğiniz yemeğin o çok sevdiğin tadına karışıversin farkettirmeden. Günün bitimine yakın yaşanan toparlanma telaşına, dostlarla buluşacak olma heyecanına eşlik etsin.

Bir dost buluşmasında, uzun zamandır dile gelmemiş bir sohbetin kelime kelime güzelliğine yansısın. Yad edilen zamanların hüzünlü iç çekişlerini hatırlatsın sana ama çok değil, hemen o hüznü alıp şimdinin değerine, geleceğin iyi niyetlerine dönüştürüversin. En kısa sürede yapılacak bir sonraki buluşmanın sözü olsun aranızda, güzel bir akşamın bitişine son noktayı ekleyiversin.

Akşam eve gittiğinde ailenle yaptığın gün sonu değerlendirmelerini iyi-kötü tamamlasın. Haberleri seyrederken, neden uzun zamandır iyi birşeyler görüp, duymadığını düşündüğün o sıkıntılı hallerini geçirip, iyi şeyler olacağına dair umut versin her daim. Okuduğun kitabın 105. sayfasından 106. sayfasına geçerken mesela, bir an durup da, aldığın keyfi sindirdiğin o kısacık zaman dilimine denk gelsin. Uykuya yenik düşmeden önce düşündüğün, içinden geçirdiğin en son şey olsun ki, yansısın düşlerine...

Zaman zaman sanki sen burada değilmiş, hatta hiç olmamışsın gibi, gözlerinin ve yüreğinin boşluğa baktığı, o hiçbir şey düşünmediğin, hissetmediğin anlarda ilişiversin hemen yanına ve seni tekrar yaşadığın ana döndüren hayatla arandaki o kopmaz bağ olsun her zaman.

Sesi, şamatayı, sevincin heyecanın coşkuyla karışık taşkınlığa dönüştüğü halleri sevmezsin pek, bilirim. Hem ne gerek var ki. Kimseye farkettirmeden, hatta sana bile, parmak uçlarına basarak gelsin yeter. Aralık kalmış bir pencereden yavaşça süzülerek girsin içeri. Sessiz sedasız gelip de oturuversin yanına. Rüzgarın esintisiyle, bahar güneşinin aydınlığını fısıldasın kulağına. Hiç bitmesin dediğin anlarda, hep seninle, hep yanıbaşında olsun. Ve bir daha hiç gitmesin...


Görsel: Salvador Dali

BİR YOL HİKAYESİ

27.01.2009
Bitsin dedi. Bitti. Nedenini sormadım. O da bilmiyordu zaten. Ağzından öylece çıkıvermişti işte. Ben de kabul etmiştim. Bitsin dedi. Bitti. Altında ne vardı bilmiyorum. Ama üstü bana kaldı.

Geriye dönüp son bir kez daha baktım günlerimi geçirdiğim bu şirin eve. Dinlemekten bir türlü bıkmadığım Cem Karaca cd’lerine, aramızda paylaşamadığımız ufak koltuğa, bir zamanlar çift kişilik sevgimizi sığdırdığımız tek kişilik yatağa, yerdeki halıya, dolaba, duvarlara, görüş alanım içersindeki her bir nesneye, ve tüm bu nesnelere yüklediğim anlamlara...

Birazdan bu odadan çıkacaktım sanki hiç girmemiş gibi. Geride benden bir sürü yaşanmışlık bırakacak ve bir o kadarını da yanıma alacaktım. Ağırlık yapacağını, beynimi ama hepsinden önemlisi yüreğimi çok ama çok yoracağını bildiğim halde. Bu ilk değildi. Son da olmayacaktı. Bunun ayrımındaydım. Ama kendimi de en iyi ben biliyordum.

Bu bir yol ayrımıydı. Ben en uzununu seçip ağır ağır ilerleyecektim, o koşar adım giderken. Ben hala onunla uyanıp onunla sevişecektim, o uykularının en keyifli, sevişmelerinin en güzel yerlerinde bana uzakken. Sonra bazı günler aynı yollar üzerinde, aynı zamanlarda karşılaşacaktık. Ayrı insanlar olarak. Kimi zaman görmezden gelecektik birbirimizi. Kimi zamansa artık bize ait olmayan ama ikimize de aslında yabancı gelmeyen bir gülümseme yerleştirecektik yüzümüze. Eskilerden bir yerden kalma...

Orada daha fazla durmanın bir anlamı yoktu artık. Üstelik geleceğe dair yaptığım kurgulama daha şimdiden uygulamaya geçmişti bile. Alacaklarımı aldım. Kalanları geride bıraktım. Odanın, evin, sokağın, hayatın üzerine kapıyı kapattım. Artık bir bölüğünü bile paylaşamayacağım o odadan, o evden, o sokaktan, o hayattan çıktım. Ve gittim.

Ondan sonrasına dair yaptığım kurgulamada, kurallara harfiyen uyarak rolümün hakkını verdiğimi düşünüyorum şimdi. Yıllar sonra o güne dair yarım kalmış bir yazıyı tamamlamaya çalışırken. Her bir ayrıntıyı dün gibi hatırladığım halde tüm bu yaşananların bana şimdi, tozlu raflardan alınıp seneler sonra gün ışığına çıkarılmış bir kitap gibi geldiğini farkediyorum garip bir şekilde. Unutulmaya yüz tutan ama unutulmaması gereken değerli bir kitap...

Sonra yaşamın bizlere yüklediği ve her ayrılık sonrası yaşanması gereken hüznü, acıyı, öfkenin ve sevginin içiçe geçip karmakarışık olduğu ve bir türlü net bir anlam bulamadığı her bir duyguyu fazlasıyla yaşadığımı. O yol üzerinde ağır ağır ilerlerken aniden önüme çıkan dönemeçlere sapıp, bir süre oyalanarak ve karşımdakileri de oyalayarak aynı acılarla yine en başa varışlarımı. Benim yaşama olan isyanlarımı. Yaşamın bana olan tavrını. Tükendiğimi düşündüğüm anlarda ışığıyla aydınlandığım ve bana inat tükenmeyen mavi mumlarımı. Ve ennihayet hiç bitmeyecekmiş gibi gelirken, birdenbire nasıl ve ne zaman olduğunu anlamadan kendimi bu yolun sonunda buluşumu. Bu yolun sonunda ve yeni yolların başlangıcında. Yürünmesi gereken bir yoldu. Yüründü. Ve bitti.

Şu anda saat sabahın altısı. Dışarıda bitenlerden daha yeni birgün yeni odaların, evlerin, sokakların, hayatların varlığına dikkat çekercesine ışıldarken ben içeride eskilerden kalma bir yazıyı tamamlamaya çalışıyorum telaş içinde. Bir an önce bitirip son noktayı koymalıyım diye düşünüyorum. Son noktayı koyup, bu eski ve değerli kitabı tozu alınmış bir şekilde bir sonraki temizlik günü gelene kadar raftaki yerine yerleştiriyorum. Sonra gözüm en alt raftaki henüz okunmamış yığınla kitaba takılıyor. Yeni odalar canlanıyor gözümde, evler, sokaklar, yepyeni hayatlar...Gözümü kapatıyorum ve içlerinden birini çekiyorum. Adına bile bakmadan koltuğumun altına yerleştirip kendimi bir an önce sokağa atıyorum.

Gökyüzü hiç olmadığı kadar mavi ve dingin. Koltuğumun altındaki kitabım inanılmaz cazip. Ve ben bilmediğim bir yolun henüz başlangıcındayım. Adımlarım belki biraz ürkek ve tedirgin ama bir o kadar da telaşlı. Geç kalmamam gerek farkındayım. Daha okunacak o kadar çok kitap, yazılacak o kadar çok öykü, yürünecek o kadar çok yol var ki...


Görsel: loadtr.com

BEN "İNSAN"IM...

25.01.2009
Adım Özlem ve ben bir "insan"ım. Yaşımın, işimin, yaşadığım coğrafyanın, kimlik rengimin hiçbir önemi yok. Hatta adımın bile... Ben sadece bir "insan"ım. Aklımın alabildiği, beş duyu organımın hissedebildiği ve yüreğimin olabildiği kadar insan...

Kem gözlerin ve sözlerin hüküm sürdüğü bu akıl almaz zamanda, söz söyleme cesaretini gösterip, söyleyebilecek söz bulamayan veya sözü olamayanların çirkince susturduğu nice sayısız isimden biriyim bende... Hem Hırant Dink'im hem de bir o kadar Uğur Mumcu...

Hem sokaktaki yaşam savaşında kem gözlere ve kem sözlere inat, kendince tutunmaya çalışan tinerci çocuğum ben, hem de dünyanın herhangi bir yerinde açlık sınırına, sınırlar ötesi dayanma gücüyle karşı koymaya çalışan binlercesinden biri... Hem bir köşede, oyuncak diye eline tutuşturulan kurşunlarla akıllara zarar oyunların en ağırını ödemekteyim küçücük bedenimle, hem de başka bir toprak parçasının üzerinde annemin reva görüldüğü en ağır işkenceleri kaydetmekteyim güzel gözlerimle silinmemecesine belleğime...

Utanılacak hiçbir şey yapmadığı halde adı tam olarak yazılmayan F.T'yim ben, namus kisvesi altında töreye peşkeş çekilmiş, ve A.Ö'yüm; aynı zihniyetin insani tanımlaması olmayan davranışlarına maruz kalarak daha 16 yaşında anne belletilmiş...

Herkesim ben; kadın, erkek, çocuk, siyah, beyaz, ermeni, türk, yahudi, müslüman farketmez. Herkesi ve herşeyi görebildiğim, duyabildiğim, hissedebildiğim kadar herkes... Her türlü insanlık dışı söze, davranışa, harekete şiddetle karşı çıkabildiğim, tepki verebildiğim avazım çıktığı kadar karşı koyabildiğim kadar insan...

Adım Özlem ve öncelikle "insan"ım ben. Cinsiyetim, yaşım, rengim, dilim, ırkım hepsi sonra gelir...İnsanca olan, insana yakışan her sözü, davranışı, hareketi başımın üzerinde taşır, iyi ve güzel bellerim. Önünde saygıyla eğilirim...Beni böyle kabul eden, duyan, gören, dinleyen, hisseden beri gelsin...

Görsel: loadtr.com

ZAMAN KESİKLERİ

23.01.2009
Dün bitti…
Eskiydi zaman. Bizler yeniyetme koşturmacalarda…Sonra yeniyetme aşklar vardı. Kendisi değilse bile adı çat kapı geliveren. Sevmeler vardı ansızın ortaya çıkıp ta sonu sanmalara varan. İnsanlar vardı, her biri bir diğerinden farklı ama bir o kadar da aynı olan öykülerin kahramanı…Bilirdik, her bir öykü bir diğerine bağlanırdı çünkü bir yerinden. Yaşardık, herbirimiz bir diğerinin öyküsünde misafir. Sanardık ve sanmalarda kalırdı her şey, sen, ben, diğerleri, ne varsa hayata dair…Sanardık ama gerçektik en azından. Peki ya şimdi…

Bugün yanıbaşımda…
Şimdiye dair pek bir şey yok. Kalmamış, ne elimde avucumda, ne de aklımda…Herşey gözle görülmeyen bir sis perdesinin altında. Zaman sarkacı dünle yarının arasında sıkışıp kalmış. Gidip gidip gelmeler yaşıyorum sürekli. Durduğum noktayı kaçırıyorum çoğu zaman. Adım atıp da gidemediğim bir kapı eşiğinden bakakalıyorum hayata…Aklımın almadığı, içimin sığmadığı bir yaşama kendimi sığdırmaya çalışıyorum. Sonra birden yanıbaşımda duran bugünü fark edip afallıyorum. Neden diye soruyorum. Geçici bir hafıza kaybı diyorlar. Geçsin diye bekliyorum…

Yarın belki gelir…
Tanığı olmayan düşlerin ağırlığı var belleğimde…Herşeye rağmen adını koyamadığım bir şeyler var beklediğim. Gelir mi diye soruyorum. Lanet ancak yaşanırsa tükenir diyorlar. Görmezden gelerek bir savaşı bitiremezsin. Yarım kalmış bir hayatın üzerine yeni bir öyküyü inşa edemezsin. Ve sevemezsin kendini, kendinden kaçarak. Sen sadece bekle…Geçmişinden vazgeçmeden, bugününü yaşayarak…

Susuyorum…
Gözlerim kapalı…
İçimde zaman kesikleri…
Ne güzeldin bende bir bilsen diye düşünüyorum sonra aniden…
Bilmediğin ve bil/e/meyeceğin zamanların seyrinde giden ömrüme hayıflanarak…


Görsel: loadtr.com

ANLA/ŞIL/MAK

20.01.2009
Sen anlatırsın yazarak ya da söyleyerek...İçindeki niyet, yüklediğin anlam, aklındaki düşünce, yüreğindeki his, hepsini eklersin kelimelerine ve sonra özgür bırakırsın kurduğun tüm cümleleri. Her biri senden çıkar, sağa sola dağılır, başka bir dile eklenene kadar bir süre boşlukta asılı kalır.


Biri gelir sonra, alır havada asılı kalan cümleleri. Benzerdir ya diliniz, yakındır baktığınız göz, durduğunuz yer, yüreğinizdeki his, aynı anlamda ulaşır kelimelerin ona. Alır ve ekler sadece kendisine olduğu gibi. Gülümsersin.

Derken bir başkası gelir şöyle bir bakar durduğu yerden. Alır, evirir çevirir, ona göre fazlasını çıkartır, tamamlar eksiğini, başka gözlerden gördürüp, başka dillerden anlatır sana olanı biteni ve öyle ekler kendine senden gelenleri. Bir bakmışsın çoğalmışssın.

Sonra başka biri gelir, bambaşka bir yerden bakar havada asılı olan cümlelere. Öyle uzak, öyle farklıdır ki durduğu yer; ne niyetiniz, ne yüklediğiniz anlam, ne aklınızdaki ne yüreğinizdeki uyar birbirine. Başkadır ondaki yansıması senden çıkan cümlelerin. Kelimelerinizin rengi tamamen farklıdır. Bu yüzden işte bir anda eksiliverir cümlelerin, kararır rengi, can yakar istemeden, can acıtır...Üzülür ve şaşırırsın.

Haksızsındır. Çünkü senden çıkan kelimelerin başka türlü anlaşılabileceğini de düşünerek özen göstermen gerekir biraz da...

Haksızlardır. Çünkü havada asılı her cümlenin kendi gördükleri gibi olmayabileceğini hesaba katarak aynı özende davranmaları gerekir aslında...

Böyledir işte; kimi zaman içi boş bir cümlenin başka türlü doldurulmuş ağırlığı biner yüreğine. Acıtır da acıtır içten içe seni ve ne zaman geçer bilemezsin...




Görsel: img231.imageshack.us (http://www.satirarasi.wordpress.com/)

MİM/LİK SORULAR

16.01.2009
Sevgili YALNIZLIK OKULU vakti zamanında yollayıp da bu mimi sormuştu bana ama ben anca cevaplayabiliyorum. Kusura bakmayasın arkadaşım...

*En sevdiğiniz kelime nedir? AŞK...Hemen burada, yanıbaşında, avuçlarının arasında, sokakta, belki de her köşe başında, bir çocuğun gözlerinde, bukle bukle saçlarında, yaşama telaşında, o telaşın şaşkınlığında, gökyüzü mavisinde, toprak kokusunda, bir şehrin tam kalbinde, yüreğinin tam da ortasında, gördüğün her yerde, görebileceğin her zamanda aşk...

*En nefret ettiğiniz kelime nedir? ASLA...Büyük konuşmaktan ve ne olursa olsun “asla” demekten ve denmesinden hoşlanmam. Ne de olsa hayat süprizlerle dolu. Geriye dönüp baktığınızda “asla” dediğiniz ama çoktan yapıp da geçmişte bıraktığınız ne çok şey vardır kim bilir...

*Sizi ne heyecanlandırır? Kendime veya bir başkasına ait olması hiç farketmez; bir düşün, hayalin gerçekleşiyor olmasına şahit olmak...

*Heyecanınızı ne öldürür? Tam olarak öldürmese bile sürekli olumsuz durumlardan bahsedip insanın şevkini kıran kişiler....

*En sevdiğiniz ses nedir? Çocuk sesi...Her şekilde, her durumda yaşama bağlayan ses değil mi onların ki, yaşama, umuda...

*Nefret ettiğiniz ses nedir? Her türlü telefon sesi...Sanırım işyerinde telefonla çok haşır neşir olmamdan kaynaklanıyor bu biraz da ve kendi telefonumun sesi her zaman kısıktır.

*Hangi mesleği yapmak istemezsiniz? Bir insana en değerli şeyini yani sağlığını sunmak olsa bile doktorluk...Kötü, aksi durumlarda insanlara neyi, nasıl söyleyeceğimi bilemezdim...

*Hangi doğal yeteneğe sahip olmak istersiniz? Şifa ve umut dağıtıyor olmak isterdim...

*Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz? Ben yine kendim olurdum yahu ya da profil uzmanı...

*Nerede yaşamak isterdiniz? Önü deniz, arkası ormandan oluşan bir sahil kasabası olsun da yeri ve adı çok önemli değil...

*En önemli kusurunuz nedir? Fazla anaç olmam ki bu nedenle sevgim kimi zaman sınırı geçip zarar verici olabiliyor zannımca...

*Size en fazla keyif veren kötü huyunuz nedir? Kelimelerle fazla oynamam. Kimi zaman olayı abartıp iletişimi anlaşılmaz hale getiriyorum ve haklı olarak karşımdaki(ler) deliriyor.

*Kahramanınız kim? Kahraman demeyelim de Arı Maya’nın çocukluğa dair önemli bir izi vardır bende. Bir de örümceklerden hazzetmesem de ağlarının hastası olduğum için Örümcek Adam’ı severim...

*En çok kullandığınız küfür nedir? Yazamam çok ayıp...hem benim gibi hanımefendi bir şahsiyetin küfür kullanabileceğini de nereden çıkardınız cık cık cık...

*Şu anki ruh haliniz nasıl? Her zamanki gibi med cezir...

*Hayat felsefenizi hangi slogan özetler? Hep denedin hep yenildin. Olsun. Gene dene. Gene yenil. Daha iyi yenil...

*Mutluluk rüyanız nedir? Öyle bir rüyam yok ama yaşamak istediğim yerde sevdiklerimin mutlu olduğunu bilerek yaşıyor olmak sanırım yeter...

*Sizce mutsuzluğun tanımı nedir? Ait olmadığın bir yerde, durumda, bedende, ruhda, hayatta bulunmak...

*Nasıl ölmek isterdiniz? Uyurken...

*Öldüğünüzde cennete giderseniz Tanrı’nın size kapıda ne söylemesini isterdiniz? İstemek değil de dünyada yüzüne gözüne bulaştırdın bari burada yaşamayı becer diyeceğine eminim.

*Görsel: img155.imageshack.us
**Bu mimi zaman aşımına uğramış olduğundan ve de pek çok arkadaşımın sayfasında gördüğümden dolayı kimseye paslamıyorum.

SALINCAK

14.01.2009
“Bitmedi bu ilişki, kesildi diyor. Bıçak gibi. Bitse bu kadar akmaz bu kan. Can bu kadar yanmaz. Tek bir sözün söylenmemesi saplanıp kaldı yüreğime şimdi. Sustukça çevriliyor bıçağın ucu. Sustukça daha derine batıyor.”

Gözünden akan yaş yanağından süzülüp geliyor benim yüreğime akıyor. Aynı bıçağı yemiş gibi oluyorum. Zamansız. Amansız bir acı saplanıyor yüreğime. Gözlerim doluyor. Bir dost yüreğin kesiği benim içimde kanıyor şimdi. Benim içimde sancıyor.

“Nerede bu ince sızının ilacı? İlk sızım, ilk ağrım, ilk hüsranım bu, diyor. İlaç bul, ilaç ol bana. Canım çok yanıyor.”

Keşke diyorum içimden, avucuma alıp da avutabilsem yüreğini. Kendi sevgimi, sıcaklığımı katık edip de bastırabilsem yarana. Onarabilsem tüm incinmişliğini. Binlerce öpücükle temizleyip de kararmış yerlerini yüreğinin, söküp atabilsem tüm kötü sözleri, niyetleri. En güzel ana eşleyip te yüreğini en renkli duvarına asabilsem hayatın, hep orada tutabilsem. Ama henüz erken. Biliyorum.

Herşey sırasıyla aslında bu hayatta öyle değil mi. Şimdi acı çekmenin zamanı mesela. Sonra yavaş yavaş dinmenin, dindirmenin. Yavaş yavaş sönmenin. Köze dönüp de içinde yanan ateşin, dumanının tütmesinin...Ama asla unutmanın değil. Zaman unutturmuyor çünkü. Unutmuş gibi yapmanı sağlıyor sadece. Sarıp sarmalayıp eksilen yerlerini, kaldığın yerden devam ettiriyor. Hadi şimdi sıra sende.

Önce henüz dumanı tüterken üzerinde, zamanın sana uzattığı bavula katlayıp bir güzel özenle yerleştireceksin ona ait herşeyi. Çirkinleşmesin, kirlenmesin bekledikçe, düşündükçe diye lavantalar koyacaksın aralarına. Kitleyip kapatacaksın bir güzel. Belleğindeki az kullanılan odalardan birine yerleştireceksin bavulu, kapatacaksın kapıyı üzerine. Anahtarı kendinin bile hatırlamayacağı bir yere koyacaksın.

Hayat zamanın salladığı kocaman bir salıncak gibi. Bırakacaksın kendini zamanın kollarına sallanacaksın. Bir ileri bir geri gidip geleceksin sürekli. Bir hızlı bir yavaş. Bir geçmişte, bir şimdiki anda. Zamanla alışacaksın. Hepimiz aynısını yapmıyor muyuz zaten. Ve unutacaksın zaman içinde. Aslında unutamadan, unutmuş gibi yapacaksın.

Geride arasıra sadece senin duyacağın, sonsuza dek sürecek bir sızının ince bir fısıltısı kalacak kulağında. Daha sıkı sarılacaksın böyle zamanlarda salıncağın iplerine düşmemek için. Fısıltıları rüzgardan sanacaksın. Rüzgara yoracaksın.

Sonsöz; Zaman unutmuş gibi yapmanın zamanı şimdi hadi. Otur salıncağın bir köşesine, yanıbaşıma. Bir dostun sözüne yasla şimdi başını, bir dostun yüreğine...


*Görsel: loadtr.com

**Önemli Not: Bu yazımı yaklaşık 3-4 ay kadar önce burada yayınlamıştım. Tamamen kendi beceriksizliğim yüzünden bu yazımla birlikte geçmiş aylarda yayınladığım 4 yazımı ve daha da önemlisi bu yazılara bırakılan yorumları kazara silmiş bulunmaktayım. Bu yazıları okumuş, okumakla kalmayıp altına yorum bırakmış olan tüm arkadaşlarımdan bu yanlışlık için özür diliyorum. Silmiş olduğum bu yazıları bugünden itibaren fırsat buldukça tekrar yayınlayacağım.

SAHİBİ OLMAYAN MEKTUP

12.01.2009
Bu mektubu sana yazmadım. Okumaya başladığın bu satırların hiçbiri benim dilimden sen okuyasın diye yazılmadı. Yazılamaz da zaten. Uzun zamandır sessizliğe mahkum edilmiş biri nasıl konuşup yazabilir ki...Sessizlik dememe bakma; korkunun, acının, çaresizliğin, sesini duyuramamanın, görmezden gelinmenin, hayatın tam da orta yerinde en kanayan yanının feryatları var burada aslında. Oraya ulaş(a)masa da ölümün en ağır, en koyu, en acı dili dökülüyor burada yüreklerden. Henüz atılmamış bir kurşun ağırlığında kabullenilmişlik. Ve onca sesin içersinde sessiz bırakılmak bizimkisi...

Bu kelimeleri sana yazmadım. Şu anda okumakta olduğun kelimelerin hiçbiri benim kalemimden senin için yazılmadı. Yazılamaz da zaten. Uzun zamandır ellerim kalem tutmuyor çünkü. Kalem yerine silah veriliyor artık bizlerin eline, akıtacağımız her kan damlasının bir kelimeye eşit olduğu söyleniyor, ne kadar can yakarsak o kadar yaşayacağımız yerleştiriliyor körpecik beyinlerimize. Seçimlerimizle eksiliyoruz kendimizden. Ya içinde tutulup ya dışına çıkarılıyoruz hayatın. Aydınlık içersinde kör bırakılmak bizimkisi...

Bu cümleleri sana yazmadım. Belki de okumaktan çoktan sıkıldığın bu cümleler senin gündelik hayatında yer etsin diye bırakılmadı. Bırakılamaz da zaten. Ben kendi hayatımın peşindeyim çünkü. Ve bugünlerde sokak aralarında, şehrin yıkıntılarında, sarılmayan yaralarda, bir ananın dizinin dibinde, bir babanın canhıraş feryatlarında ölümle saklanbaç oynuyorum sürekli. Ne de olsa gördüğüm onca büyük gerçeğe, acıya rağmen hala küçüğüm hala çocuk yüreğim. Gözümü açıyorum; önüm, arkam, sağım, solum sobe. Benim başlatmadığım bir ölüm oyununda, bir var olup bir yok olmak benimkisi...

Dedim ya bu mektubu sana yazmadım. Yıkılmış evimin ayakta duran tek bir duvarının arkasında, içimin saklanması burada yazılanlar. Nereye kaçacağını bilememenin satırları, korkunun acıyla karışık, yalnızlıkla sırnaşık halinin dışa vurumu. Kendi kendime teselli sözleri, yeni bir kaçışa dair kendime yaptığım telkinler sadece. O nedenle sen sakın üstüne alınma. Bu satırlar biter bitmez devam et hayatına kaldığın yerden. Zaten benim de gün aydınlanmadan gitmem lazım. Kendime saklanacak yeni bir duvar dibi, dizine sığınacak başka bir anne, elinden tutacak başka bir baba bulmam lazım belki de, üzerine korkusuzca basabileceğim yeni bir toprak hatta; eğer yaşarsam tabi. Şansım yaver giderse, akşam haberlerinde ya da gazetelerde resmime ya da adıma rastlamazsan bilki bugünü de sağ çıkardım. Ve yaşadığım her gün belki de yaşayacağım günlerin habercisi. Böyle işte; sağlam kalan bir yerinden tutunup da hayata, koca bir kabusun bitmesine dair küçücük bir umut benimkisi...


*Bu yazı sevgili FLAME’den gelen “Filistin için bir cümle” mimi için savaşın en masum kurbanları olan çocukların dilinden olsun. Herkesin bu konuda yazacak bir cümlesinin mutlaka olduğuna inandığımdan bu mimi okuyan herkese yolluyorum.

**Görsel: fotogaleri.ntvmsnbc.com

EN SEVDİĞİM...

9.01.2009
“İnsan kendisiyle başbaşa kaldığında uçurumlarıyla da başbaşa kalır. Benim için çok yeni, çok alışılmadık olduğundan ona nasıl davranacağımı kesitiremediğim deniz. Yeni sevgililer gibi gözgöze gelmeye utanıyoruz. Bu ara-zamanı, putların kırılıp yerine yenilerinin konmadığı günleri değerlendirmeliyim. Geçmiş, nesnelere vuran donuk gölgesinden başka bir şey değil şimdi. Onun sürekliliğinden, acımasız takibinden kurtulabilirim belki. Sınırları iyi ayrışmamış geçmiş ülkeler, çöl gibi suskun yıllar, üzerlerine kar yağan yıllar. Bir dizi rastlantı, kaza, yanlış, düğüm. Cılız, yarı-saydam anılar, üzerlerine “şimdi”nin ışığı düştüğünde çizgileri silinen yaşantılar, sonuçsuz yolculuklar, suç ortaklıkları ve nedensiz alçaklıklar, yitirdiklerim ve beni yitirmeyi yeğleyenler, hiç iyileşmeyecek ama acısını çoktan unuttuğum yaralar, en iyi kendimden sakladığım sırlar...Ta çocukluğa, çocukluğun en kara kıyılarına dek hepsi “söylenmeyen”in öteki yakasında. Denize sırtımı dönüyor, eski, köklü bir alışkanlıkla hep duvarlara, izsiz, işaretsiz, hayaletsiz duvarlara bakıyorum” (Adsız-s.23)

Benimde duvarlara baktığım, bakmakla kalmayıp kendime yeni duvarlar ördüğüm zamanlardı. Sadece denize değil, herşeyiyle hayata sırtımı çevirdiğim günlere denk geldi bu satırlarla karşılaşmam. Hiç olmadığım kadar kendimle kaldığım, uçurumlarımla belki de hiç olmadığım kadar yüzyüze hesaplaştığım günlerde tanıdım Aslı Erdoğan’ı...Bu yüzden belki de sevgili purkua bana “en sevdiğin yazarı söyle, hatta onunla nasıl tanıştığını anlat” dediğinde sevdiğim onca yazar arasından hiç düşünmeden Aslı Erdoğan’ı seçtim.

O;

“Aslında farkındaydım. Bir hücrede yaşadığımın, anahtarın cebimde olduğunu bile bile, yalnızca denemeye korktuğum için cebime el atmadan yaşadığımın farkındaydım. Bugün anahtarları denedim. Hem yılgınlık, hem unut veren bir adım. Dışarıda cayır cayır yanan bir asfalt, gölgeleri küçülmüş ağaçlar ve insanlar var. Bende kendi süklüm püklüm gölgemden kurtulacak, bir çift minik kanat edineceğim. Özgürlük, bir çığlıkla değil, hüzünle doğacak.” (A’nın Güncesi-s.7)

derken bildiğim halde kendime bile itiraf edemediklerimdi bulduğum satırlarında...

Ya da;

“Oysa belki de gerçek öykün tökezlediğin taşta yazılı. Eğilip bakmalısın ona, bir aynaya bakar gibi. Ancak böyle başlarsın kendi yolculuğuna, dünyanın büyük yollarında. Çorak ve ıssız, yapancı topraklarda, hep başkalarına ait topraklarda. Yaydan çıkmış bir ok gibi dalınmıyor gerçeğe, kollara ayrışmayı, her çatlaktan sızmayı göze almak gerek. Vurulmayı göze almadan kimse firar edemez. Ama kim bir mahkumdan daha iyi tanıyabilir ki zamanı...” (Münzevinin Ruhuyla Sohbet-s.4/5)

diye yazarken düşünüp te cesaret edemediklerimi okudum.

Hatta;

“Bence insan, sanata da, hayata da bir tapınağa girercesine girmeli. Orada bir konuk olduğunun bilinciyle. Bir başka hayat söz konusuyla, yargıçlığa –aklamaya da karalamaya da- girişmeden önce belki de cehennemde daha ayrıcalıklı bir köşe kaptığını hatırlamalı.” (Yürek ve Bakış-s.87)

satırları üzerine kimbilir kaç kez uzun uzun düşünüp durdum...

Kötü bir zamanda başıma gelebilecek en iyi tesadüftü belki de onun kitaplarıyla tanışmam. Kendime, kendisine, diğer insanlara, hayata dair çok şey buldum, öğrendim, ekledim, çıkardım cümlelerinden, hala da öyle. Ve şimdi de sevgili purkua’ya umarım becerebilmişimdir diyerek, bu mimi kimi yazacağını tahmin ettiğim sevgili La Paragas’a, sevgili Nily’ ye, ve sevgili Bekriya’ya paslıyorum. Haydi kolay gele...

*Görsel buradan alınmıştır.


**Alıntılar: Aslı Erdoğan'ın "Bir Kez Daha" adlı deneme kitabı...

GEMİ

2.01.2009
Sen...
Yüzme bilmediğini söylüyorsun. Sığ suları tercih edişin hep bu yüzden. Sığ sulara çivileme atlayışın.

Ayakların yere bas(a)mıyor diye mi şimdi tüm bu telaşın. Gülümsüyorum. Aşk boyunu aşmış diyorum sana. Ver elini beraber yüzelim.

Yüzme bilmeyene yüzme öğretmek zordur diyorsun. Aşk öğrenilir mi diye soruyorum sana. Öğretilir mi? Susuyorsun. Bırakıyorsun elimi.

İlk fırsatta terk ediyorsun gemiyi. Hiç kulaç atmadan. Denemeden en azından. Suskunluğun can simidin olmuş güvendiğin. Önüne gelen ilk kıyıya çıkıyorsun.

Boğmak mı yoksa boğulmak mıydı esas korkun merak ediyorum. Elde avuçta kalan sadece deniz tutmaları. İlk rüzgarda yıkılıveren kumdan bir kale...

Ben...
Gözlerim kapalı atlıyorum her zaman suya. Yüzmek yetmiyor. Hep derinlere dalıyorum. Derinlerde yaşıyorum. Korkum yok açık denizlerden. Vurgun yemekten. Hazırım.

Ufukta hiçbir kara parçası gözükmüyor şimdi. Güvertede tek başınalığım. Açık denizde. En dipte, nefessiz kaldım. Yüzeye çıkmak telaşındayım. Ben yüzeye çıktıkça gemi her tarafından su alıyor.

Su soğuk. Su tuzlu. Su yakıyor. Zaman kesiklerinden gözlerime tuzlu anılar akıyor.

Aşk...
Boyunu geçmekle kalmıyor işte. Vurgun da yemek lazım. Karşılıksız.
Hala burada. Açık denizde. Gemide. Gemi batıyor.
Biz bıraktık. Kurtardık kendimizi. Ama o gemiyi terketmiyor.


Görsel: Salvador Dali