Pages

UNUTMAK

31.01.2011

“Unutmak: İnsan her gün gördüğü yüzler arasından bir yüzü seçip unutmak isterse, bir varlığın içine işleyen duygusundan sıyrılmaya çalışırsa başarısızlığa uğrar, o yüzü ve o varlığı çevreleyen her şeyi, sesinin ulaştığı, titreştiği genişliği, bakışlarının derinliğini, gezip dolaştığı yerleri, gidebileceği uzaklıkları, sığdığı ve taştığı her şeyi unutması gerekir. Unutmak, insan için, bütün bir zamanı unutmakla olanaklıdır. Bir bakışı unutmak istediğimizde büyük bir yitimi göze almak zorundayız. Ancak böyle bir yitimin neden olacağı yıkımın altından kalkabilirse, insanın yeni bir yaşamı olabilir ve insan bu yeni yaşamına çok derin bir bilgiyle, kaybın bilgisiyle sahip olur.”


UNUTMA BAHÇESİ
LATİFE TEKİN



Görsel: 1x.com

KELİMELER

28.01.2011

Ağzından çıkanı kulakların duyuyor mu, diye soruyorsun bana. Gözlerinde anlayamadığım bir şaşkınlık. Ellerinde ekilmeye geç kalmış endişe tohumları...

Evet duyuyorum. Görüyorum da üstelik. Senin aklına ve yüreğine kabul edemediğin gerçeklerden bahsediyor söz konusu tüm cümlelerim. Sana sunduklarım aklımdakilerin ve yüreğimdekilerin demlenmiş hali.

Aşılmaz bir set gibi duruyorsun önümde şimdi. Ağzımdan çıkan tüm kelimeler sana çarpıp misket gibi dağılıyor yerlere. Gözlerin tıkalı, kulaklarınsa görmüyor. Üzerine basıp geçiyorsun tüm sözlerimin. Yok sayıyorsun. Hiç çaba göstermiyorsun dinlemeye ve anlamaya dair. Ağzımı ve kulaklarımı değil, aklımı ve yüreğimi eziyorsun.

Oysa bir anlasan temiz havaya ihtiyacımız olduğunu. Tıkandık. Dört duvar arasında kısılı kaldık. Pencereleri aralamak yetmiyor artık. Kapıları açmamız, dışarı çıkmamız, yürüyüp uzaklaşmamız lazım. Birbirimizden, kendimizden...

Nefes. Sadece biraz nefes almamız gerek aslında. Ama sen susarak ve susturarak beni, ikimizi de boğuyorsun. Kendinle beraber beni de çekiyorsun en diplere. Tanımsız derinliklere. Işıksız dehlizlere. Kapı arkalarına yığmışsın tüm korkularını. Ben açmaya çalıştıkça her seferinde kilidi değiştirip anahtarı saklıyorsun. Alınmamış anahtarlarla dolu paspasın altı.

Ağzından çıkanı kulakların duyuyor mu, diye soruyorsun bana yeniden. Tüm sözlerim havada asılı kalıyor. Duymak istediklerin aralıktan süzülüyor içeriye. İstemediklerini iteleyip elinle, kapatıyorsun yine kapıyı. Kilitte dönen anahtarın sesini duyuyorum. Sen çekip gidiyorsun her zamanki gibi. Kalanlar yerlere dökülüyor. Üzerimde kilitli bir kapının ağırlığı.

Eğilip topluyorum kelimelerimi yerden. Aklımda binbir düşünce. Hayat, diyorum belki de böyle birşey işte. Küçük bir çocuğun ağzından dökülen kelimelere benziyor. Sırasız. Öznesi, yüklemi karışmış. Anlamsız gibi geliyor ilk dinlediğinde. Ama ne söylediği, ne istediği belli aslında. Sadece yürekten dinlemek ve anlamak lazım...



*İlk yayın tarihi: 15/12/08
**Görsel:
Deviantart

1

27.01.2011

KENDİ EVİNİN ÖNÜNDE OLSAYDI DAHA MI FAZLA UMURSARDIN?



Görsel: Afiş buradan alınmıştır.

20 NSN

25.01.2011

Belki bugün izinli olmamın da etkisiyle evden hiç çıkmayıp dinlendiğim, kendimi dinlediğim sakin ve huzurlu bir gün geçirmişimdir hatta mutlu olmuşumdur bu dinginlik sebebiyle. Belki de yağmurun sıklıkla yüzünü gösterdiği karanlık ve kasvetli bu bahar günü, içimi de kendi gibi yapmıştır; öylesine oturmuşumdur evde, pencereden kendi mutsuzluğunun yansımasını seyreden biri gibi...

Belki havaya inat erkenden kalkmışımdır, güzel bir kahvaltı, biraz televizyon seyri, bir dostun doğumgünü telaşesi, birkaç sıcacık telefon mesajı, bir dergi için hazırlanan kısa bir kampanya haberi, birkaç karalamaca ve birkaçının henüz düşüncede kalan kelimeye dökülmemiş hali, güne yayılmış çeşitli zaman dilimlerinde kitap okuma keyfi, misafir ağırlama ve akşam yemeği, denk gelinen güzel bir filmdir bu günün özeti. Belki de zamanın bile seni bırakıp gittiğini, öylesine durup kaldığını düşündüğün bir hareketsizlik, bir belirsizlik, bir yalnızlık, sadece ve sadece bir boşluk hali....

Belki düş kurmuşumdur gündüz vakti, cumartesi günü gerçekleşecek bir karşılaşmaya dair olasılıklar üzerine düşünüp, umut etmişimdir her şeye rağmen. Belki de içimi yoklayıp da hiçbir şey bulamamışımdır ne şimdiye ne de geleceğe dair; düşünecek bile olsam kendi ellerimle öldürmüşümdür bütün iyi dilekleri...

Belki sen gelmişsindir zaman zaman aklıma; merak etmişimdir nerede, nasıl ve ne yapıyor olduğunu, senden bir ses duymak ya da bir söz iletmek istemişimdir benden sana. Belki de hiç yokmuşsun gibi; aklımdan bile geçip gitmemişsindir, hiçbir şey olmamıştır senden yana, adın bile geçmemiştir içimden...

Belki neyin ne olduğunu, nerede başlayıp nereye, nasıl varacağını bilecek, görecek kadar akıllıyımdır aslında ben. Belki de sadece yüreğinin izinden giden, her şeyi göze almış, kendinden başka kimseye zararı olmayan kendi halinde bir deli...

Belki bütün bunlar bir türlü uyanamadığım, hatta uyanmak istemediğim bir düştür, uzun, yorucu ama bir o kadar da keyifli. Belki de nedenini, nasılını sorgulamadan her şeyiyle çoktan kabul ettiğim, içinde yer aldığım, kaçıp kurtulmayı düşünmediğim gerçeğin ta kendisi...

Belki ben yokum aslında, hiç olmadım, hiçbir şey istemedim senden, yaşamıyorum bile hatta. Belki de yaşamak, yaşatmak ne demek, az gelir, tanımsız kalır bu duruma; onca ağırlığına rağmen tek bir yürekte taşıyorumdur, yaşıyorumdur iki kişilik bir sevgiyi...

Belki sen yoksundur, neden olmasın, tamamen bir hayal ürünü, bir düşsündür, yoktan var edilmişsindir mesela, olmadık bir ana eklenmişsindir. Belki de hiç olmadığın kadar varsındır da aklımda, yüreğimde beni bırak sen bile bilmiyorsundur yerini, bendeki seni...

Belki şu anda kelimelerinin gözlerimi yormaya, aklımı bulandırmaya başladığı kitabımı bir kenara bırakmış, yatağımın içinde uykunun beni sarıp sarmalamasını beklemekteyim kendi kendime konuşarak. Belki de çoktan uykunun sıcaklığına girmiş, uyandığımda çoğunu hatırlamayacağım düşlerin peşinde oradan oraya gezinmekteyim sadece kendimle yarışarak...

Belki bu satırlar aslında hiç yazılmadı benim tarafımdan; akıldan geçirilmiş olsa da hiçbir kelimeye bürünmedi, dile hiç dökülmedi. Belki de her şey en başından beri yazılıp çiziliyor da ta yürekten, ama senin tarafından hiç okunmadı, hiçbir zaman bilinmedi.


NİSAN MEKTUPLARI 10’



Görsel: Deviantart

UĞUR'A AĞIT DEĞİL ÖVGÜ

24.01.2011


Günümüzde insan olmanın
Çok ağır bedeli var
Ya parçası olacaksın alçaklığın
Ya seni parçalarlar

Oysa insan olmak
Çoğalabilmektir başkalarıyla
İnsansın, birinin canı yanarken
Seninde canın yanıyorsa

Bir bombayla canına kıyılan
Çoğalmasını bilen biriydi
Daha az Uğur Mumcu’yduk dün
Daha çok Uğur Mumcu’yuz şimdi


ATAOL BEHRAMOĞLU



Görsel: Buradan alınmıştır.

ANAYASASI İNSANIN

22.01.2011

Kan yasası bu insanın:
Üzümden şarap yapacaksın
Çakmak taşından ateş
Ve öpücüklerden insan!

Can yasası bu insanın:
Savaşlara, yoksulluklara
Ve binbir belaya karşın
İlle de yaşayacaksın!

Us yasası bu insanın:
Suyu şavka döndürüp
Düşü gerçeğe çevirip
Düşmanı dost kılacaksın!

Anayasası bu insanın
Emekleyen çocuktan
Uzayda koşana dek
Yürürlükte her zaman.


CAN YÜCEL



*Paul Eluard için yazılmıştır.
**Görsel:
Fran Zarak

PERİ, NAZAR BONCUĞU VE UZAKTAKİ ADAM

20.01.2011

Yaşamın çekilmemiş tetiklerinde izini sürüyorsun geçmişinin. Geleceğin namlunun ucundaki bir bakışa endekslenmiş. Öyle fazla ki yükün, görünenin ağırlığı sinmiş omuzlarına. Görünmeyenlerse yüreğinde. Taşıdıklarının çoğu emaneten aslında. Atılmamış bir kurşun ağırlığında kabullenişin.

Hani diyorsun ya bana şaşkınım ben diye. Senin şaşkınlığın arada kalmışlığın aslında. Yastık altında sakladığın düşlerinin gün yüzüne çıkmış hali. Sen gerçek hayatın kıyısında, düşlerinle aynı hizada yaşıyorsun.

Bir adımın, adının katili de olabilir canını yakan, içine sevgi katan en vefalı sevgilisi de, biliyorsun. Attığın her adımda yaşamına dair en derin izleri açıyorsun belleğinde. En kanlısından en tatlı dokunuşuna kadar unutulmayanlar yığılıyor beyninin odacıklarında. Sen hepsine inat her odayı farklı boyuyorsun ve en çok da maviyi seçiyorsun kendine. Ezberindekilerle örtüyorsun geceleri üzerini, üşümemek için. Her sabah gözünü ezberleyemediklerine açıyorsun.

Hani diyorsun ya bana ben korkağım diye. Değilsin sen de biliyorsun. Kırılgan ve yorgun ruhunun aynadaki yansıması bu sadece. Çocuk halinin avaz avaz isyanı. Büyümüşlüğünün elinde elma şekeri, çocuk halini kandırmacası. Tozlu albümlerde sıkışıp kalmışlığın baki değil. Sen en renkli fotoğraflarda en güzel pozunu vermek için doğru zamanı bekliyorsun.

Sonu aynı biten bir öykünün iki ayrı tarafında karşılaştık birbirimizle. Çok uzak olan yolumuzu tesadüfler yakınlaştırdı. Giden kalanın, kalan gidenin halinden anlarmış dedik tarafsız kaldık. Bizim satırlarımızın yakınlığı kilometrelere dökülmüyor artık. Lastik izi yok yüreklerimizde. Yolculuğumuz sadece kelimelerle. Ziyaretlerimiz cümlelerimizde ağırlanıyor.

Hani diyorsun ya bana koca bir harita üzerinde yer edinmeye çalışıyorum diye. Sen yer edindiğin yüreklerden oluşan bir haritadasın aslında bu insan atlasında. Görünmeyecek kadar saklı, kendini göstermeyecek kadar naif, kırılgan. Ama bir o kadar kocaman. Sol göğsündeki nazar boncuğunu dağıtıyorsun etrafına sürekli. Her birinde biraz daha maviye boyanıyorsun. Biraz daha büyüyorsun.

Şimdilerde kendime aldığım nazar boncuğu elimde seni düşünüyorum sık sık. Gülümsüyorum çünkü biliyorum sesimi duyuyorsun. İyi olmanı, mutlu olmanı diliyorum ve hep mavilerle kalmanı. Birgün yolumuz satırbaşlarından sokak aralarına çıkarsa eğer aklımızın ve yüreğimizin yüzyüze gelmesini bekliyorum.

Ben oradan nasıl gözüktüğümü bilmiyorum
Ama emin ol sen buradan çok güzel gözüküyorsun.



*İlk yayın tarihi: 11/06/09
**Görsel:
Deviantart

ÇAĞRI

19.01.2011
HRANT
için
Adalet
için

19 Ocak Çarşamba
saat 15:00
Agos Gazetesi önü



*Ayrıntılı bilgi ve görsel için lütfen buraya!

GÜN/SEKİZ

18.01.2011

Bir çocuğun yaşamı bu iki dudağın arasında olabilir mi? Bebeği yokmuşcasına bakan içini göremediğim şu gözlerde, neyi nasıl ifade edeceği bilinmeyen dar vakitlere sıkıştırılmış kelimelerden oluşan şu duyduğum sözlerde? İçinde raporların olduğu söylenen mavi bir dosyanın tutulduğu, uzaktan, oturduğum yerden bana titrermişcesine gelen ellerde? Ve yine o ellerin tuttuğu, bir gazeteden kesilmiş haber küpüründe yer alan bir türlü bakamadığım o çocuk resminde? Bu çocuk gerçekten hasta olabilir mi? Ve bu adam da onun tamamlayamadığı ameliyat parasının peşinde yollarda, otobüslerde yardım isteyen taksi şoförü babası? İsterseniz telefonu vereyim hastaneyi arayın, derken yalan söylüyor olabilir mi? Ya bu yüzündeki mutsuz, çaresiz, acı ifade? Bunların hepsi bir oyun, bir rol olabilir mi?

Şoförün uyarısıyla adam iniyor otobüsten ve gidiyor. Peki ya benim boğazımda kalan bu düğüm de neyin nesi? Doğru/yanlış, gerçek/yalan soruları arasında yüreğimin sıkışması? Bir yanım inanmamışken hiçbir şekilde, diğer yanımın “o çocuğa bir şey olursa senin yüzünden” diye kıpırdaması? Bak görüyor musun en korktuğum şey oluyor işte. İnsanlar her gün biraz daha yok ediyorlar insan yanımı. İnancımı çalıyorlar benden. Ve beni böylesine kararsız, böylesine iki arada bir derede, böylesine yaralı bırakıyorlar. Şimdi; o çocuk varsa sahiden ve doğruysa her şey ve bir şey olursa ona eğer, sahi suç en çok hangimizde?



Görsel: 1x.com

GÜNAH

17.01.2011

“Şimdi, mollalar ne derse desin, yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki bütün günahlar, hırsızlığın bir çeşitlemesidir. Ne demek istediğimi anlıyor musun?

Bir insanı öldürdüğün zaman, bir yaşamı çalmış olursun. Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun. Anlıyor musun?

Çalmaktan daha büyük bir kötülük yoktur.”



UÇURTMA AVCISI
KHALED HOSSEINI




Görsel: 1x.com

DEĞER!

14.01.2011

Yaşasın özgürlük nidalarıyla döne döne yaptığım yolculuk bir otobüs durağı, sabit olarak bekleyen 3 çift ayak, buruşturulmuş bir gazete kağıdı, bir pet şişe, birkaç yaprak, yere dökülmüş ne olduğu belirsiz bir sıvı, sanki hiç yokmuşcasına duran bir çöp konteynırı, biri park etmiş diğerleri seyir halinde 6 araç ve geniş bir caddeyi geçtikten sonra, daha ben keyfine bile varamadan bir kaldırımın kenarında son buluyor. Oysa bir paket sigarayla birlikte para üzeri olarak alındığım ve evire çevire oynandığım koca elli bir adamın parmaklarının arasından düşeli bir kaç saniye bile olmamıştı daha. Pöf! Özgürlükmüş, işte buraya kadar!

Kaldırım kenarına fazla hızlı çarpıp ses çıkarmış değilim, ki olsam bile neredeyse kendi sesimi bile duymama engel olan bu gürültü kirliliğinde çıkardığım sesle fark edilmem mümkün değil. Ama beni yalancı çıkarmak istercesine bir anda iki küçük gözle karşılaşıyorum önce. Sanırım elini sürüp almaya değerli olup olmadığımı anlamaya çalışıyor ki dikkatlice süzüyor beni. Sonra kaldırım kenarından, karşıya geçmeyeceği halde hem sağa hem sola bakıp araçları kontrol ederek uzatıyor elini ve iki küçük parmağıyla uzanıp beni alıyor. İşte şimdi küçücük bir eldeyim, 6-7 yaşlarında kumral sevimli bir oğlan çocuğu bu. Hemen yanındaki annesinin gözlerinde ise ani bir hızla gelip geçen -bir anlık dalgınlığın sonucu olabileceklerin olmamasının verdiği rahatlamayla karışık- bir endişe bulutu. Hemen tutuyor bizim ufaklığın elinden ve yola devam ediliyor. O ufak, terli ve sımsıkı avucun içersinde koştura koştura ilerlerken yüzündeki koca tebessümü fark etmemek mümkün değil. Bir sokağa giriyoruz ve köşedeki ilk evin önünde duruyoruz. Onların olmalı. Anne oğluna kapının önünden ayrılmamasını sıkı sıkı tembihleyerek eve giriyor. Birkaç dakika olduğu yerde duran ufaklıksa fırsattan istifade hemen karşıdaki bakkala. Bir çikolata karşılığı açılan ufak ve terli avuçtan bakkalın kasasına, kendim gibi onlarcasının arasına karışıyorum. El değiştirirken gördüğüm son sahne; elindeki çikolataya hayatındaki en önemli şeymişcesine bakan bir çocuğun mutluluğu...

Burası karanlık ve çok kalabalık. Sürekli insan sesleri duyuyorum. Arada da açılan kasayla kısa bir anlığına kavuşulan aydınlık ve alınan temiz hava. Derken işte yeniden açıldı kasa, üzerimize hızla gelen bakkalın kocaman eli ve hoppp bu sefer ki şanslı madeni para görünen o ki benim. Düştüğüm avuçsa yakışıklı yüzünde geç kalma telaşesi okunan genç bir adama ait. Genç adam bir elinde nane şekeri diğerinde ben, hızla çıkıyor bakkaldan. Yetişmesi gereken bir yer olduğu, beni cebine koymadan önce birkaç kez saatine bakmasından belli. Ama nereye gittiğimizi bir anahtarlık ve birkaç parça kağıtla ortaklaşa paylaştığım pantalon cebine girdikten sonra göremiyorum. Uzun bir süre sonra artık yalnız olmadığımızı anlıyorum. İnce, gergin bir kadın sesi bu. Tınısı, ben de genç olduğu izlenimi uyandırıyor. Üzüntülü de sanki sürekli iç çekiyor gibi. Hareketsiz kalışımıza ve pantalonun gerilmesine bakarsak sanırım oturuyoruz da. Konuşmaları tam olarak duyamıyorum ama bir gitmek kelimesi var ki neredeyse kurulan her cümlenin öznesi. Duyduklarımdan çıkardığım sonuca göre genç kadının gidecek olması nedeniyle zorunlu bir ayrılıktan söz ediliyor. Gidecek olanın ve geride kalanın kendince haklı serzenişlerini dinliyorum iki ayrı ağızdan. Ve her bir kelimenin içinde saklı olan, bir türlü açık açık ifade edilemeyen sevgiyi hissediyorum ses tonlarından. İçim sıkılıyor ister istemez. Bir çocuğun mutluluğu daha yeni sinmişken üzerime bir ayrılığın öncesine şahit olmak hiç mi hiç hoşuma gitmiyor.

Birden genç adamın eliyle karşı karşıya geliyorum. Ne aradığını bilmeyen parmaklarıyla ben dahil cebinin içinde ne varsa yokluyor önce. Sonra beni seçiyor aralarından ve gün yüzüne çıkıyorum yine. Al, diyor ve beni ince, zarif parmaklarla çevrelenmiş bir avucun içersine koyup kendi elleriyle kapatıyor o eli. Sana verecek hiçbir şeyim yok, dediğini duyuyorum üzgün ama her şeye rağmen umudunu ve gücünü korumaya çalışan bir sesle. “Sana sevgimden güç alan inancım ve sözüm dışında verebilecek hiçbir şeyim yok şu an. Ama her nerede olursan ol sana mutlaka geleceğim. Sadece biraz zaman. Ve bu parayı da bu günün hatrına, verdiğim sözün hatrına sakla. Bugünün tarihi olsun ve hep kalsın yanında.”

Genç kadının sessizliği kabulun işareti olmalı ki evine gidene kadar açmıyor sımsıkı kapadığı avucunu. Yüzünü ilk defa, bir taşınmanın tüm işaretlerini taşıyan odasına girip, çantasından çıkardığı küçük bir kutuya koymadan önce uzun uzun bana baktığı zaman görüyorum. Çok güzel bir kadın, gözlerinde hüznü ve sevgiyi içiçe taşıyan çok güzel bir kadın. Küçük, beyaz bir kutuya koyuyor beni, üzeri işlemeli. Kutunun içersinde mektup olduğunu düşündüğüm bazı kağıtlar, ne olduğunu çözemediğim birkaç eşya ve birkaç fotoğraf var. Sanırım hepsi de az önce ayrılmak zorunda kaldığı genç adamla ilgili. Ve sonra kutuyla birlikte tekrar aynı çantanın içersine yerleştiriliyorum özenle. Anlıyorum ki; artık yolculuk vakti...

Ve gelelim şimdiye...İlk konuluş tarihime dair bir fikrim yok ama uzun zamandır bu konsolun üzerinde olduğuma eminim. Burası başka bir ev, başka bir şehir hatta başka bir ülke. Bunu, içinde durduğum ve kapağı genelde açık bırakılan kutudan dışarıyı seyredebildiğim, avucuna konulduğum günden beri bana taparcasına ve büyük bir umutla bakan genç kadının gözlerinde görebildiğim, kimi zaman bir fısıltı kimi zamansa gayet sesli olan kendi kendine konuşmalarından anlayabildiğim ve büyük bir istek ve hevesle yazdığı mektupların üzerinden okuyabildiğim kadarıyla biliyorum.

Düşünüyorum da bugüne kadar alt tarafı 50 kuruştum ben. Tek başına ne ekmek almaya ne de bir simite yeten, elden ele gezip duran, hiç bir yerde uzun süre kalamayan bir bozukluk parçası. Bir adamın cebinden düştüm önce, bir çocuğun çikolata sevincine ortak olup girdiğim bir kasadan para üzeri olarak tekrar çıktım. Ama şimdi öyle mi ya? İki insanın arasındaki en önemli bağın bir işaretiyim ben artık. Bir umudun şekillenmiş haliyim, verilmiş bir sözün tek şahiti. Ve bu yüzden burada, bu genç ve güzel kadınla birlikte o adamın, beni ona bir sözün tarihi olarak veren o genç, yakışıklı ve sevgi dolu adamın gelmesini bekliyorum. Var mı benden daha değerlisi?



*Sevgili Ozan Kayra, “Uluslararası geçerliliği olan bir para olsaydınız tedavülden kalkana kadar hangi ellerin size dokunmasını, dokunan o ellerin sizi hangi ülkelere götürmesini isterdiniz?” diye sorarak mimlemişti beni. Üstelik konu dışına çıkmadan kendimce bazı küçük değişiklikler yapabileceğim tüyosunu da vererek. Buna rağmen bu mimi yazmak -hele ki yazılan onca güzel yazıyı okuduktan sonra- pek de kolay olmadı bilesiniz. Ve ben de bu mimi yazarlarsa çok sevineceğim sevgili Elif Gizem, 7.Oda ve Vladimir’e yolluyorum.

**Görsel: Buradan alınmıştır.

LAZARUS PROJESİ

12.01.2011

“Küçükken bir alakargayı vurmuştum sapanımla. Neden yaptığımı bilmiyorum ama istemeden yapmıştım işte. Ve sonra çok üzülmüştüm, çok ağlamıştım. Çok dua etmiştim Tanrı’ya; alakarga gözlerini açıp yeniden uçsun diye. Derken birden gözlerini açtı ve uçup gitti alakarga...”


"Hepimiz acımızı saklamak için başka şeyler kurgularız" diyor Peder Ezra, hasta olduğuna daha da önemlisi karısıyla kızının ölümüne neden olduğuna inanmak istemeyen Ben’e. Doğru diye geçiriyorum içimden ve belki de yaşanan acı ne kadar büyükse kurgulanan hayat da o derece farklı ve şaşırtıcı olabiliyor işte böyle, diye düşünüyorum. Akıl kendine ve içinde bulunduğu daha doğrusu kaldığı hayata tamamen başka bir noktadan bakabiliyor. Peki ya bu acıyı taşıyamayan bir yüreği, tamamen aklın hizmetine girdiği için görmezden gelmek ne kadar doğru? Vicdanı, kaldıramayıp yok saydıkları yüzünden bizler de yok saymalı mıyız? Sayabilir miyiz?

"Hepimiz acımızı saklamak için başka şeyler kurgularız" diyor Peder Ezra. Söylediği cümleler kelimesi kelimesine tam olarak bunlar olmayabilir, ama söylemek istediği şey tam olarak bu, işte buna eminim. Ve Ben’de, elindeki -uyuyakaldığı için oluşmuş ve ailesinin ölümünün kanıtı olarak kendisine sunulan- sigara yanığı izine bakarken, kendinden emin gibi duruyor. Her ne kadar tüm söylenenleri kabul etmiş gibi sessizliğini sürdürmeye devam etse de...Kamera çoktan başka sahnelere geçti ama benim gözlerim hala orada. Ben’in elindeki sigara yanığında, hiç geçmeyen o yara izinde. Suç da böyle bir şey değil mi düşününce? Bir yara izi gibi kimliğinde yerleşip kalan. Ne yaparsan yap senin bir parçan olan. Ve her daim şimdi’ne engel olup, geçmişini yaşatan. Bu yüzden belki de; Ben’in geçmişinde işlediği suç, elindeki yara izinden çok daha acı, çok daha silinmez, çok daha eski...

İşte bu yüzden; geçmişe ait bir suç, bir zamanlar yapılmış ama artık düzeltilmeye çalışılan bir hata Ben’in ayağına dolanıp duruyor sürekli ve onu işinden ediyor önce. Karısı ve kızıyla yaşadığı küçük, mutlu hayatından, hatasının farkında olan bir insanın düzelme, düzeltme çabalarından, gelecek planlarından, ve hatta kendi yaşamından...Sonrası mı? Sonrası hapisten yeni çıkan kardeşle girişilen bir soygun, yakalanma, vurulan ve ölen kardeş, verilen idam cezası...Temyizden dönen kararın ardından son kez kızıyla konuştuğunda, bu sefer ki farklı, diye cevap veriyor o küçücük ağızdan çıkan “ne zaman geleceksin” sorularına. Her zaman baban olacağım senin, diyor her zaman seni seveceğim. Aynı sana anlattığım alakarga hikayesindeki gibi evet ama farkı; bu sefer geri dönmeyeceğim.

Geri dönmüyor. En son idam edilirken görüyoruz Ben’i, iğneler hayatını ondan alacak zehri birer birer vücuduna enjekte ederken. Kızına ve karısına, eski yaşamına geri dönemiyor ama ölmüyor da. Uyandığı yer başka bir mekan, başka bir zaman sanki, neresi, diye sorduğunda burası senin ikinci şansın, dedikleri. Küçük bir kasaba, hasta olduğu söylenen insanların olduğu bir tesis, orman içinde bir kulübe, peşinden ayrılmayan bir köpek, duyduğu tuhaf sesler, ve sürekli gözünün önüne gelip duran geçmiş zaman parçacıkları...Artık geçmişin yok diyorlar oysa ona, sen geçmişini kendin öldürdün. Senin için artık sadece burası var. Buranın ötesinde ise sadece ölüm. İşte bu yüzden burada devam edeceksin yeni hayatına, yeni biri olarak. İşte tam da bu yüzden buradan gidemezsin.

Ama gidiyor Ben. Söyledikleri gibi hasta olmadığını, karısıyla kızının hala yaşadığını, şu anda, burada kendisinin sadece bir gölge olduğunu öğrendiği an gidiyor hem de. Gerçek yaşamının orada, en son bıraktığı yerde, ailesinin yanında kaldığını anladığı an. “İkinci bir şans verildi sana, gidemezsin” dediğinde Peder Ezra, ben seçmedim ki, diye cevap veriyor. “Bana tekrar yaşama şansı verildiğini söylüyorsun, her şeyi sıfırlayıp yeni bir hayat kurma, hatalarımı onarma, yeni ve iyi biri olma şansı. Ama ben insanım, diyor Ben, olduğum halimle, geçmişimle ve şimdi’mle, hatalarımla insanım. Bir denek, bir robot, bir gölge değil! Ve emin ol ölmek, yaşarmış gibi yapmaktan çok daha kötü değil...”

Ve eve, aileye, yaşama yeniden dönüş vakti. Küçük kız “şimdiye kadar hayatında gördüğün en olağanüstü şey nedir?” diye sorduğunda, hiçbir şey, diyor annesi. Yola çıkmış ve kendilerine, yaşamlarına doğru gelen kırmızı bir kamyonetten habersiz, çok değil kısa bir süre sonra, görecek olduğu olağanüstü şeye –kocası Ben’in tekrar eve dönüşüne- şahit olacağını henüz bilmeden...



*Bu yazı “Lazarus Projesi/The Lazarus Project” filminin ardından yazılmıştır.
**Koyu yazılan bölümler filmden alıntıdır.

EN SEVDİĞİM KELİME...

11.01.2011

*En sevdiğim kelime?
Aşk.

*En nefret ettiğim kelime?
Asla.

*Ne sizi heyecanlandırır?
Henüz açılmamış bir mektup.

*Heyecanınızı ne öldürür?
Yanlış anlaşılmalar.

*En sevdiğiniz ses;
Çocuk kahkahası.

*Nefret ettiğiniz ses;
Her türlü gürültü kirliliği.

*Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?
İçinde sadece rakamların söz konusu olduğu bütün meslekler.

*Hangi doğal yeteneğe sahip olmak istersiniz?
Şarkı söylemek ve bateri çalmak.

*Kendiniz olmasaydınız kim olmak isterdiniz?
Bir başkası olmayı istemeyecek kadar kendim olmaktan memnunum neyse ki...

*Nerede yaşamak isterdiniz?
Bir süredir İrlanda.

*En nemli kusurunuz nedir?
Hayır diyememek.

*Size en fazla keyif veren kötü huyunuz nedir?
Fazla derli toplu ve titiz oluşum. Biraz dağınık olmakta fayda var sanki.

*Kahramanınız kim?
Annem.

*En çok kullandığın kötü kelime;
Zannımca. Böyle bir kelime olmadığı halde ben ısrarla söylemeye devam ediyorum.

*Şu an ki ruh haliniz;
Mutluyum, umutluyum...

*Hayat felsefenizi hangi slogan özetler?
Slogan değil de şarkı sözü benimkisi; Açılamayacak kapı yok. Düzeltilemeyecek yanlış. Söylenemeyecek şarkı yok. Ne ulaşılamaz amaçlar var. Ne kurtarılamaz ruhlar. Tartışılamaz gerçekler yok/OZZY OSBOURNE

*Mutluluk rüyanız nedir?
Rüya değil de mutluluk adına isteğim; elimdekilerin değerini bilip anın keyfini yaşayıp yaşatabilmek.

*Sizce mutsuzluğun tanımı;
Telafisi olmayan hayal kırıklıkları.

*Nasıl ölmek isterdiniz?
Uyurken.

*Öldüğünüz zaman cennete giderseniz Allah’ın size ne söylemesini istersiniz?Şanslısın; sevdiğin herkes burada!

**Sevgili Elif Gizem’den gelen bu mimi ben de sevgili parmakuçlarım, siyah karabatak ve aşkolsuN :)’a gönderiyorum.


Görsel: Deviantart

KAĞIT KUŞLAR

10.01.2011

I

sözcüklerden
dilsiz
parmak uçlarım
yokluğuna dokunurken

II

eskimiş yüzüm
camların arkasındaki
dalgınlığımdır
geçmişimi bekleyen.

III

üflenmiş lambalar gibi
sönmüş yıldızlarım
ölüm böyle bir şey mi
çok yalnızlık.

IV

sessiz bir soru
yokluğun
sallan yeşilinde
dalların.

V

yaşamaklarda korkak
ölümde bir o kadar güçlü
anıların da
esrik otları büyümüş

VI

şimdi
hangi yüreğin
ormanında beni
budamaktasın



AHMET ERTAN MISIRLI



Görsel: Deviatart

ŞEKER PORTAKALI

7.01.2011
Adı Oğuz’du. Neden bir başka isim değil de Oğuz, bilmiyorum. Bildiğim; biri vardı işte, henüz tanımıyor olsam da, ne yaşı, ne görüntüsü, ne kişiliği hakkında bir fikrim olmasa da bir gün mutlaka tanışacağım biri. Ve ben bir süredir sadece ona anlatıyor ve ona yazıyordum içimin hallerini. Babama yardım etmek için okul sonrası vaktimin çoğunu geçirdiğim marketimizde ürünleri sarmak için kullanılan eski gazetelerin her köşesini okumaktan müşterilerle ilgilenmediğim için yediğim azarları da, eğlenmek yerine kitap okuduğum için doğumgünü sahibi tarafından kovulduğum parti sonrası surat asmalarımı da, annemin “bu kadar kitap okuyacağına azıcık insan içine karış” sitemlerine verdiğim tepkileri de en iyi Oğuz anlıyordu, biliyordum. O yüzden önemliydi benim için, o yüzden kulağa hayalmiş gibi gelse ve varlığını benim dışımda kimse bilmese de gerçekti. Ve o yüzden ben bir gün mutlaka ama mutlaka tanışacağımıza yürekten inanıyordum.

***
Önce kim kimi buldu, nasıl geldik bir araya hatırlamıyorum. Belki pek çoğunun arasından kendim seçmiştim belki de okumayı çok seven birine alınabilecek en iyi hediyelerden biri olarak girmişti hayatıma. Ama elime aldığımda bir çırpıda okuyup bitirmiştim Vasconcelos’un yazdığı Zeze’nin hikayesini. Benzer hiçbir özelliğimiz yoktu tek bir şey dışında. O’nun sürekli konuştuğu bir şeker portakalı vardı benimse o an için sadece adını bildiğim hayali bir arkadaşım. O Minguinho’ya anlatıyordu her şeyini, ben de Oğuz’a bahsediyordum. Düşün gerçeğe, gerçeğin düşe karıştığı o incecik sınırda bitmek bilmeyen bir yolculuktu bizimkisi. Satırların arasında kayboldukça ben Zeze oluyordum, Zeze ise ben oluyordu, biliyordum. Küçücük bir mutluluğun nasıl kocaman bir dünyaya bedel olduğunu da ondan öğrendim, acının en saf, en gerçek halinin tarifini de. Benzer bir hayalin sahibi olduğumuzdan belki de, ben Zeze’yi taa yüreğimden hissettim. Ah Vasconcelos, nasıl da dokunuvermiştin kelimelerinle hayal dünyama, ne olursa olsun sahip çık onlara, asla vazgeçme dercesine nasıl da çıkarıvermiştin karşıma o kendi küçük ama yüreği kocaman çocuğu. İyi ki denk gelmişim kelimelerine o günlerde, iyi ki...

***

Oğuz’la uzun zamandır görüşmüyoruz. Başka bir ülkede yaşıyor. Gerçekten var, gerçekten adı Oğuz ve üniversitenin ilk senesinde gerçekten tanıştım onunla. Ben yine anlattım, o yine anladı ve hatta bu sefer o da anlattı bana. Ne mutlu bana ki; kendisi hala kimi gönderilmiş kimi saklanan pek çok mektubun sahibi. Vasconcelos’un Şeker Portakalı ise sararmış sayfalarıyla hala kitaplığımda elbette. En sevdiklerimin arasında, baş köşede, gözümün önünde. Arada bir gözgöze gelince koca bir tebessüm oluşuyor yüzümde ve biliyorum ki tam da o an Oğuz da beni düşünüp, bana gülümsüyor.


*Sevgili aysema, “Okuma serüveninizde unutamadığınız, hayatınızın bir dönemine, özellikle de çocukluğunuz ve ilkgençliğinizin hayal dünyasının oluşumuna etki eden yazar kim? Hangi kitabı elinize aldığınızda döner gidersiniz o günlere?” diye sormuştu uzun bir zaman önce. Çok beğenmiş hatta daha o gün Vasconcelos’tan Şeker Portakalı’nı yazacağımdan gayet emin olarak seve seve kabul etmiştim bu mimi. Ama işte mim özürlü olan ben o günden bugüne ancak yazabildim. Canım aysemam sen o kocaman yüreğinle bunları dert etmezsin bilirim ama yine de özürlerimi kabul et. Et ki rahat olsun içim. Ve bu mim de benden sevgili Pandora’ya, Aynadaki Aksim’e ve Avram Usta’ya gitsin.

**Görsel: Buradan alınmıştır.

SALINCAK

6.01.2011

“Bitmedi bu ilişki, kesildi, diyor. Bıçak gibi. Bitse bu kadar akmaz bu kan. Can bu kadar yanmaz. Tek bir sözün söylenmemesi saplanıp kaldı yüreğime şimdi. Sustukça çevriliyor bıçağın ucu. Sustukça daha derine batıyor.”

Gözünden akan yaş yanağından süzülüp geliyor benim yüreğime akıyor. Aynı bıçağı yemiş gibi oluyorum. Zamansız. Amansız bir acı saplanıyor yüreğime. Gözlerim doluyor. Bir dost yüreğin kesiği benim içimde kanıyor şimdi. Benim içimde sancıyor.

“Nerede bu ince sızının ilacı? İlk sızım, ilk ağrım, ilk hüsranım bu, diyor. İlaç bul, ilaç ol bana. Canım çok yanıyor.”

Keşke diyorum içimden, avucuma alıp da avutabilsem yüreğini. Kendi sevgimi, sıcaklığımı katık edip de bastırabilsem yarana. Onarabilsem tüm incinmişliğini. Binlerce öpücükle temizleyip de kararmış yerlerini yüreğinin, söküp atabilsem tüm kötü sözleri, niyetleri. En güzel ana eşleyip de yüreğini, en renkli duvarına asabilsem hayatın, hep orada tutabilsem. Ama henüz erken. Biliyorum.

Herşey sırasıyla aslında bu hayatta öyle değil mi? Şimdi acı çekmenin zamanı mesela. Sonra yavaş yavaş dinmenin, dindirmenin. Yavaş yavaş sönmenin. Köze dönüp de içinde yanan ateşin, dumanının tütmesinin. Ama asla unutmanın değil. Zaman unutturmuyor çünkü. Unutmuş gibi yapmanı sağlıyor sadece. Sarıp sarmalayıp eksilen yerlerini, kaldığın yerden devam ettiriyor. Hadi şimdi sıra sende!

Önce, henüz dumanı tüterken üzerinde, zamanın sana uzattığı bavula katlayıp bir güzel özenle yerleştireceksin ona ait herşeyi. Çirkinleşmesin, kirlenmesin bekledikçe, düşündükçe diye lavantalar koyacaksın aralarına. Kitleyip kapatacaksın bir güzel. Belleğindeki az kullanılan odalardan birine yerleştireceksin bavulu, çekeceksin kapıyı üzerine. Anahtarı kendinin bile hatırlamayacağı bir yere koyacaksın.

Hayat zamanın salladığı kocaman bir salıncak gibi. Bırakacaksın kendini zamanın kollarına sallanacaksın. Bir ileri bir geri gidip geleceksin sürekli. Bir hızlı bir yavaş. Bir geçmişte, bir şimdiki anda. Zamanla alışacaksın. Hepimiz aynısını yapmıyor muyuz zaten? Ve unutacaksın zaman içinde. Aslında unutamadan, unutmuş gibi yapacaksın.

Geride arasıra sadece senin duyacağın, sonsuza dek sürecek bir sızının ince bir fısıltısı kalacak kulağında. Daha sıkı sarılacaksın böyle zamanlarda salıncağın iplerine düşmemek için. Fısıltıları rüzgardan sanacaksın. Rüzgara yoracaksın.

Sonsöz; Zaman unutmuş gibi yapmanın zamanı şimdi hadi. Otur salıncağın bir köşesine, yanıbaşıma. Bir dostun sözüne yasla şimdi başını, bir dostun yüreğine...



*İlk yayın tarihi: 14/01/09
**Görsel:
Deviantart

YAZ/MAK

5.01.2011

sen söz konusu olduğunda ben
gerçeği yok sayıp
sadece düşe yazıyorum.
ve aslında her seferinde
düşeyazıyorum.



*Bu cümleler çok eskilerde kalan ama unutulmayan bir mime dair yazılmıştır. Hayatımdaki en etkili anlardan birini dile dökmemi isteyen sevgili gereksiz adam’a sevgi ve özürlerle...

**Görsel:
Deviantart

ZAMAN/LA GEÇER (Mİ?)

3.01.2011

Zamanla geçer, derler. Geçer elbet. Ama, zaman geçer. Geçip gider üstüne bir çizik atarak. Bazen ekleyip sana, bazen senden birer birer çıkartarak. Zaman geçer gider hiç bakmadan ardına, geçmişe hiç takılmadan, seni hiç görüp duymadan. Ama sen geçmezsen eğer o zamandan, içindeki yaradan, acıdan, karanlıktan vazgeçip de kaldırmazsan eğer başını gökyüzüne, geçmez işte. Gerçekten bitmesi için zamanla değil, zamandan hiç değil, senden geçmesi gerek önce...

İşte sırf bu yüzden dostum öncelik sen olmalısın, öncelik sensin. Aşk, acı, hüzün, mutluluk kısaca hayat adına iyi kötü ne varsa onlar zaten en başından beri senin içinde. Sadece biri veya birşeyler gün yüzüne çıkarıyor içinde olanı. Evet dışarı çıkarmalarına, yaşamalarına ve yaşatmalarına izin ver. Ama senin içindeki hayatın, senin hayatının sahibi olmalarına sakın izin verme. Çünkü o sana ait sadece, bir başkasına değil. Bir başkası onu gün yüzüne çıkardı diye, asla böyle bir hakka sahip değil. Olamaz da...

Aynen öyle, yavaş yavaş çıkacaksın yüzeye. Ve evet, bazen yüzeye ulaşmak için dibe vurmak gerekir senin de dediğin gibi. Arada sırada tek bir sözle, tek bir bakışla yalpaladığın olacak. Yüzeye vardım sandığında, daha çok uzağında olduğunu fark ettiğin zamanlar olacak. Elinin, ayağının, aklının, yüreğinin uyuştuğu, tutmadığı anlar olacak. Sen geçmişi ardında bırakmaya çalıştıkça, geçmiş senin üzerine abanıyormuşcasına, boğuluyorum sandığın zamanlar olacak. Hatta ayağına takılı bir taş gibi seni tekrar dibe çektiği anlar da olacak. Ama eğer o taşı ayağına bağlayanın kendin olduğunu, en dibe inebileceğin gibi, istersen o halatı çözüp yüzeye çıkmanın da sadece senin elinde olduğunu unutmazsan o zamanların hepsinden geçer gidersin. Ve sen bunu yapabilirsin dostum. Sen bu güce sahipsin.

O yüzden içindeki deniz seni boğmadan, geçmişinde boğulmadan, çok geç olmadan çevir hadi başını tekrar gökyüzüne...



UNUTMA MEKTUPLARI-IV
OCAK 10’



Görsel: Deviantart